Yandaş medyanın en ümmetçisinin manşetten verdiği habere göre Pakistan Parlamentosu ziyaretinde “Hoş geldin ümmetin lideri” diye karşılanan Erdoğan, bu sıfatın hakkını vermek için olacak, Parlamento üyelerini “Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekatuhu” diyerek selamlamış…
O “ümmet lideri” değil midir son iki yıl içinde 44 hasta mahkumun zindanlarda yaşamını yitirmesi karşısında kılını kıpırdatmazken iki hafta önce ümmetçi Madımak katillerinden birini affederek ümmetine kıyak çeken?
Bundan tam 51 yıl önce, İstanbul’un Taksim Meydanı’nda ABD 6 Filosu’nun gelişini protesto için yürüyen işçi ve öğrencilere “Allahu Ekber”, “La ilahe illallah”, “Komüniste, gavura ölüm” naraları atarak saldıran ümmetçilerden hâlâ hayatta olanlar varsa, o dönemde yaptıkları emperyalizm uşaklığını nisyana gömüp “ümmet lideri”nin Kudüs’ü İsrail’e peşkeş çeken aynı ABD’ye meydan okuyuşunu kim bilir nasıl bir mutluluk ve coşkuyla izlemişlerdir.
53 yıl önce aynı ABD emperyalizmi değil miydi Filistin’lileri yerinden yurdundan ederek İsrail’i el bebek gül bebek büyüttükçe büyüten? Ve o dönemin ümmetçileri değil miydi Filistin direnişiyle enternasyonalist dayanışma içindeki Türkiye devrimcilerine her alanda alçakça saldıranlar?
ABD’nin Türkiye üzerindeki siyasal, askeri, ekonomik ve ideolojik tahakkümüne karşı mücadelede yer aldığı için daha ilk sayısından itibaren işbirlikçi kapitalistlerin ve NATO’cu paşaların kara listesinde olan Ant Dergisi, İsrail’in Filistin ve Arap topraklarını işgal etmesi üzerine 13 Haziran 1967 tarihli kapağında “Ortadoğu siyasette Vietnamlaştı” diyerek Washington’un bu yeni cürmünü eleştirirken, Suudi beslemeli ve güdümlü ümmetçi iş dünyası ve medyası ABD emperyalizmine toz kondurmuyordu.
Aynı yıl ABD 6. Filosu’nun Ekim ayında Boğaz’a demir atmasını “Go Home” sloganlı bir kapakla protesto edip iç sayfalarda ABD karşıtı son eylemlere ve açıklamalara geniş yer verdiğimiz için de tarihi Tan Matbaası’nı satın almış olan ümmetçi iş adamları grubu 10 Ekim 1967 tarihli sayısından itibaren dergimizin bu tesislerde dizilip basılmasını yasaklamıştı.
Ant’a vurulan darbeyi alkışlayan İttihad Gazetesi büyük bir coşku içinde adeta Türkiye medyasının Tayyip diktası altında bugünkü halini müjdeliyordu: “Daha dur bakalım, büyüğü geride. Artık isteseniz de, patlasanız da, çatlasanız da, Bâbıâli’ye el attık. Rotatifler, Kur’an ve iman hakikatlerinin neşrinde çalışacak. Müslüman gazetelerin sayısı daha da artacak, matbaaların, dağıtım şirketlerinin en yenisi, en moderni müslümanlara hizmet edecek. Tekniğin meşru dairedeki herşeyi islamiyete, onun hadimlerine hizmet edecek.”
Ya ümmetçi terörü?
Ant’a sabotajı öven Mehmet Şevket Eygi de 31 Ekim 1967 tarihli Bugün gazetesinde açıkça katliam fetvası veriyordu: “Türkiye’de komünizmin himaye edildiğine, islamiyetin ise baltalandığına dair apaçık deliller vardır. Artık müslümanlara düşen vazife, uyanık ve hazırlıklı olmaktır. Önümüzde taze ve ümit verici bir örnek vardır. Endonezya’daki komünist kıyımı. Yüzbinlerce komünist öldürüldü. Karadaki hayvanlar, denizdeki balıklar insan etine doydu. Korkunç bir komünist kıyımı oldu. Fakat Endonezya kurtuldu.”
Bu tehditlerin üzerinden bir yıl geçmeden, 1968’de, yine ABD 6. Filosu’nun İstanbul’a gelişini protesto eden devrimci gençliğe karşı alçakça bir terör kampanyası başlatıldı. 17 Temmuz’u 18 Temmuz’a bağlayan gece yarısı polis Gümüşsuyu’ndaki Teknik Universite’yi basarak Vedat Demircioğlu’nu komaya soktu. Yaşar Kemal ile birlikte üniversitede devrimci öğrencilerle görüşüp olayın ayrıntılarını belgeledikten sonra Ant’ın 23 Temmuz 1968 tarihli sayısında devrimcileri hedef alan bir “Kanlı İmha Planı”nın ümmetçiler, bozkurtlar ve polis işbirliğiyle uygulamaya başlaması tehlikesine dikkati çekiyorduk.
Kanlı İmha operasyonunun fiiliyata sokulması çok da gecikmedi: 16 Şubat 1969 Kanlı Pazar’ı… Baş rollerde yine ABD emperyalizmi ve onun Türkiye’de uşaklığına soyunan ümmetçi takımı…
ABD 6. Filosu’nun yeniden İstanbul Limanı’nı ziyarete gelmesi alenen yeni bir provokasyondu. Filo’nun bir önceki ziyaretinde Vedat Demircioğlu’nun öldürülmesinin üzerinden daha bir yıl dahi geçmemişti. Ziyarete karşı arka arkaya bildiriler yayınlanıyordu.
Ziyaret öncesi yayınlanan Ant‘ın kapağında bu tepkileri “17 Temmuz’u unutmadık… Katil Filo Defol” cümleleriyle özetliyorduk.
Filonun ziyaretine karşı devrimci sendikacılar da harekete geçmişti. Toplantı üzerine toplantı yapılıyordu. DİSK ve ona bağlı sendikaların yöneticileriyle devrimci gençlik liderleri 16 Şubat Pazar günü Dolmabahçe’den Taksim’e bir protesto yürüyüşü organize etmeye karar verdiler.
Aşırı milliyetçi ve de dinci kuruluşların bu kitlesel gösteriyi gerekirse kan dökerek dağıtmak için hazırlıklar yapmaya başladıkları haberleri geliyordu.
İstanbul o günlerde gerçekten kaynıyordu. Belki de 2. Dünya Savaşı sonrası Missouri Zırhlısı’nın Türkiye’ye gelişinde olduğu gibi gece hayatı ve fuhuş sektörü yeniden hareketlenmişti. Vücutlarını satarak geçim sağlamaya çalışan kadınlar en seksi kılıklarıyla, oturduğumuz Kazancı Yokuşu’ndan Kabataş’a doğru akın akın iniyorlardı.
Bâbıâli medyası gece kulüplerinde dansözlerle birlikte göbek atan 6. Filo Komutanı’nın resimleriyle doluydu.
Bu curcunadan yararlanarak hükümet anayasada tanınmış özgürlükleri daha da kısmak üzere Nizamı Koruma Kanun Tasarısı’nı alelacele Meclis’e indiriyordu.
Sağcı ve İslamcı medya İstanbulluları anti-emperyalist gençliğe karşı kışkırtmak için her türlü provokasyona başvuruyordu. Beyazıt Kulesi’ne Vedat Demircioğlu’nun resminin asılması olayı “Beyazıt Kulesi’ne kızıl bayrak çekildi” diye veriliyordu.
Nihayet protesto yürüyüşünün yapılacağı gün geldi çattı. Pazar sabahı başta Beyazıt Camii olmak üzere birçok camide cihad namazları kılındığı haberleri geliyordu. Dolmabahçe Camii’nin önünde de Boğaz’a demirlemiş 6. Filo’yu kıble seçerek cihad namazına duranlar olduğu bildiriliyordu. Ama asıl kümelenme Taksim Gezisi’ndeydi.
İnci’nin yakalandığı sarılık iyice azmıştı, sürekli kusuyor, fenalık geçiriyordu. Doktorun yazdığı ilaçları bulabilmek için Taksim civarında nöbetçi eczane aramaya çıkmıştım. Bir an önce ilaçları eve yetiştirip ardından meydandaki mitinge katılabilmek için acele ediyordum.
Tam Kazancı Yokuşu’na inecektim ki, Gümüşsuyu’ndan Taksim Meydanı’na ilerleyen kortejin attığı sloganlar duyuldu.
“İnci biraz daha sabredebilir,” diye düşünerek kortejin meydana girişini beklemeye başladım.
Meydan zaten başka istikametlerden gelen insanlarla doluydu. “Fruko” dediğimiz toplum polisleri herhangi bir olay çıkmasını önlemek üzere Taksim Meydanı çevresinde sözümona tedbir almışlardı.
Elimde ilaçlar, Taksim Alanı’na giren korteje katılmak üzere koşuyordum ki, Taksim Gezisi’ndeki sopalı, silahlı saldırganlar, toplum polislerinin açtığı geçitten yararlanarak birdenbire “Allahu Ekber”, “La ilahe illallah”, “Komüniste, gavura ölüm” naralarıyla göstericilerin üzerine saldırmaya başladılar.
Silahsız yürüyüşçülerin bu ani saldırıya karşı direnmesi mümkün değildi. Herkes canını kurtarabilmek için kendisini yan sokaklara atmaya çalışıyordu.
Biz bir grup Kazancı Yokuşu’na yöneldik. Gözü dönmüş kalabalık naralar atarak arkamızdan kovalıyordu. Yokuştan aşağı inerken sağ tarafta İkebana adlı bir çiçekçi dükkanı vardı. Koşanların bir kısmı oraya sığınmaya çalışıyordu. Oysa oraya sığınmak ölüm demekti, içeride kıstırıp öldürmeleri işten değildi. Çevreyi iyi tanıdığım için, “Sakın ha! Aşağıya koşun, aşağıya!” diye bağırarak kendim de yokuş aşağı koşmağa başladım.
Yokuşun biraz aşağısındaki Ülker Sokak kavşağına vardığımızda arkamızdan kovalayan kalmadığını farkettik, belli ki geriye dönüp meydanda kalanlara saldırmayı daha sonuç alıcı bulmuşlardı.
Kendisini saldırıdan ağır yaralı olarak kurtarabilmiş bir genç yanı başımda yere yıkılmış inliyordu. Tesadüfen o civarda bulunan bir taksiyi çevirdim, yaralıyı bindirip “İlk Yardım’a çek,” dedim.
Galiba İlk Yardım’a ilk varanlar bizlerdik. Yaralıyı hemen tedaviye aldılar. Tekrar aynı arabayla Kazancı Yokuşu’na koşturdum. Birkaç yaralıyı daha İlk Yardım’a götürdüm. O sırada başka arabalarla, ambülanslarla da arka arkaya yaralı taşınmaya başlamıştı.
Tanıdık kimse olup olmadığını anlamak için sedyelere bakıyordum ki saldırının iki kurbanından birinin, cesediyle karşılaştım. Karnı deşilmiş, barsağı dışarı fırlamıştı.
Saldırıdan kurtulanlarla röportaj yapmaya koyulmuştum ki birden İnci’nin hasta hasta beni beklediğini anımsadım. Hastaneden telefon ederek durumu bildirdim, hemen geleceğimi söyledim.
Büyük bir “oh” çekti, “Ben seni öldü biliyordum” dedi, “Bir saattir habire telefon geliyor, kan gövdeyi götürüyormuş…”
Kazancı Yokuşu’ndan bizim kavşağa indiğimde, mahalle bakkalının önünde büyük bir grup birikmişti. Hallerine ve telaşlarına bakılırsa, saldırıyı yapanlar arasında olmalıydılar. Sürekli alışveriş yaptığımız, sık sık dostça sohbet ettiğimiz bakkal beni uzaktan farkedince karşılaşmamak için kendisini içeri attı. Belli ki suçluların telaşı ve utancı içindeydi, hemşehrilik bağları, dinsel inançları ve sürekli kışkırtmalar kim bilir daha kaç insanı bu saldırıya ortak etmişti.
Olaylar üzerine hazırladığımız “Yeter Bu Kanlı İktidar” kapaklı Ant Kanlı Pazar’ı hazırlayan tahrik ve teşvikleri belgeleriyle ortaya koyuyordu.
“Gerçeği bilelim” başlıklı Yorum’da “Artık anayasa değil, yasalar değil, kaba kuvvet konuşuyor… Saldırmak için değil, savunmak için kuvvet, savunmak için örgüt! Sosyalistler, devrimciler, bugüne kadar küçük hesaplarla birbirlerini yemelerinin, bölük pörçük olmanın bedelini ödediler Kanlı Pazar’da… Artık her eylem, polise, idareye güvenmeden, en az sağcı saldırganlar kadar güçlenmiş, örgütlenmiş kuvvetlerle ve mutlak bir disiplin içinde yapılmalıdır” diyordum.
Yaşar Kemal ise “Camiler Kışla Oldu” başlıklı yazısında bir gerçeğin altını çiziyordu: “Camiler AP’nin ve sömürücü Amerika’nın birer milis kışlası haline getirildi. Halka orada kıyam telkinleri yapıldı. Orada ölüm talimleri yaptırıldı. AP’ye ve Amerika’ya muhalif, Türkiye’nin bağımsızlığını isteyen vatandaşlara orada komünist, orada kâfir dendi. Cami-kışlaların insanları öylesine şartlandırılmış, öylesine Amerikan kölesi haline getirilmiştir ki, sözüm ona müslümanlar, çember sakallılar Boğaz’daki Amerikan filosuna karşı Fındıklı ve Dolmabahçe camilerinde namaz kılmışlardır.”
Evet, 1969’un Kanlı Pazar’ında Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlarında iki emekçiyi yitirdik.
Onların katlini 12 Mart 1971 darbesine kadarki iki yıllık dönemde, işçisi, öğrencisi, köylüsüyle 30’u aşkın devrimcinin hain pusularda vurulup öldürülmesi izledi.
Bu cinayetler dizisi üç yıllık cunta yönetimi döneminde de Cemgil’lerin Nurhak dağlarında, Çayan’ların Kızıldere’de, Kaypakkaya’ların zindanlarda, Gezmiş’lerin ise Meclis’in onayıyla idam sehpasında katledilmeleriyle sürdürüldü.
Hiçbirinin hesabı sorulmadı…
O 1969 Kanlı Pazarı’nı yapanlar ya da onların rahle-i tedrisinden geçenler bugün meclisi, hükümeti, yargısı, ordusu ve de medyasıyla tüm yönetim, denetim ve yönlendirme mekanizmalarını kontrol altında tutmakta… Dahası, ümmetin sınırlar ötesi bekası dahi onlardan sorulmakta!
Daha ne kadar? Yanıtı gelecek ilk seçimde… Demirtaş dün Artıgerçek’te Derya Okatan’a verdiği yanıtlarda çok güzel açıklamış… Katılıyorum…
(Artıgerçek, 16 Şubat 2020)