GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | Korkuları Daim Olsun; Yeni Gezi’lerle İsyan ve Direniş Büyüsün!

"Gelinen aşamada emperyalist-kapitalist sistemin, üretimi esnek hale getirdiği ve parçalara ayırarak birbirinden yalıttığı bir süreci yaşıyoruz. Kapitalist üretim süreci ülkemizde ve dünyada 2000’lerden sonra kendini yeniden yapılandırmış durumdadır"

2020 yılına, Dünya ve Ortadoğu’nun geleceği üzerinde çok ciddi etkiler yaratacak gelişmelerle başladık.

2019’dan yeni yıla devreden eylem, direniş ve isyanlar ile 2020’nin ilk günlerinde Ortadoğu’da cereyan eden hadiseler, bizi son derece gergin günlerin beklediğine işaret ediyor. Bu gerilimin, madalyonun iki yüzünü oluşturan iki sınıf için farklı anlamları var.

Dünya halkları için başkaldırı ve isyanın gelişeceği, bunun da emperyalistlerin, işbirlikçileri ve uşaklarının krizini derinleştireceği, egemen sınıfların eskisi gibi yönetemeyeceği bir sürece doğru daha hızlı yol alınacağı görülüyor. Emperyalistlerin, sistemin içinde bulunduğu durumu aşmak adına bölgesel savaşlara bu defa doğrudan girerek taraf olabileceği, 2020’nin daha ilk günlerinde bir emare olarak karşımıza çıkmış bulunuyor.

Emperyalistlerin yaşadıkları krizleri aşmak, yeni hegemonya alanları açmak için çoğunlukla savaş çıkardığı bilinen bir gerçek. Bu tercihin dünya halklarına kan, gözyaşı ve ölüm getireceğini söylemeye bile gerek yok. 2019’un takvim yapraklarından 2020’ye kalanlar ve yeni yılın ilk günlerinde henüz şimdiden karşımıza çıkanlar, coğrafyamızda, Ortadoğu’da ve bir bütün olarak yerkürede sınıflar mücadelesinde, tansiyonun yükseleceğini, ivmenin artacağına işaret ediyor!

Tüm dünyada emekçi sınıfların içinde bulunduğu derin işsizlik, yoksulluk ve alım gücünde yaşanan korkunç düşüşün; baskı, yasak ve devlet terörünün ve bu iki faktörün yarattığı öfke ve tepkinin bu gelişmelerin temel dinamiği olduğunu söylemek mümkün.

Yoksulluk, İşsizlik ve Sefalet Girdabı Giderek Büyüyor!

Şili’den Kolombiya’ya; Lübnan’dan Irak ve Fransa’ya, dünyanın dört bir yanına yayılan direniş ve isyanlara temel teşkil eden söz konusu dinamiklerden en çarpıcı olanın ekonomik alanda yaşandığına ise şüphe yok.

Bunun Türkiye ve Kürdistan’da yaşananlarla müthiş bir benzerlik taşıdığı da bir başka gerçek. Bugün coğrafyamızda Türk, Kürt uluslarından, çeşitli milliyet ve inançlardan, cinsiyet kimliklerinden emekçilerin korkunç bir yoksulluk, sefalet ve işsizlik üçgeninde yaşam mücadelesi verdiği günleri yaşıyoruz. İlan edilen asgari ücretin (Net 2 bin 324 TL. 26 Aralık 2019) emekçiler için adeta bir hakaret niteliği taşıması bu tablonun sadece küçük bir parçası. Gelinen aşamada, AKP iktidarının bile alenen kabul ettiği bir sefalet girdabının içinde yaşıyoruz.

DİSK/Genel-İş Araştırma Dairesi tarafından hazırlanan “Türkiye’de Gelir Eşitsizliği ve Yoksulluk” raporuna göre ekonomik kriz, 1 milyondan fazla yeni işsiz yaratmış durumda. Rapora göre, küçülen ekonomi ve daralan sektörler iş arama sürelerinin de uzamasına neden oldu. Bir yıl ve daha fazla süredir iş arayanların, yani uzun süreli işsizlerin sayısında büyük artış yaşandı. Temmuz 2018’de bu sayı 810 bin iken, Temmuz 2019’da yüzde 31 (257 bin kişi) artışla 1 milyon 67 bine ulaştı.

Gençlerde ise bir yıldan fazla süredir iş arayanların sayısı yüzde 54 arttı. Bu sayı geçen yıl 159 bin iken, bu yıl 86 bin artarak 245 bine yükseldi. Rapora göre Türkiye, gelir dağılımında dünyanın en adaletsiz ülkelerinden biri.

Gelir dağılımı eşitsizliğinde Türkiye, OECD ülkeleri içinde üçüncü sırada bulunuyor. Türkiye’nin üzerinde bulunan yalnızca iki ülke var: Güney Afrika ve Meksika.
Avrupa veri tabanına göre (Eurostat), Türkiye’de en zengin yüzde 20’lik kesim, en yoksul yüzde 20’lik kesimden 8,7 kat fazla kazanıyor. Meksika’da bu oran 10,3 kat, Güney Afrika’da ise 37,6 kat.

Öte yandan Fransa’da en zengin yüzde 20’lik kesim, en yoksul yüzde 20’lik kesimden 4,2 kat fazla kazanırken, Almanya’da 5, İngiltere’de 5,4, İspanya’da 6 kat fazla kazanıyor.
Yaklaşık 80 milyon insanın yaşadığı Türkiye’de 16 milyon kişi yoksul, 18 milyon kişi ise yoksulluk riski altında yaşıyor. Geçen yıl patlak veren ekonomik kriz, gelir dağılımındaki eşitsizliği derinleştirdiği gibi yoksulluğu da artırdı. Türkiye’de yoksulluk sınırı altında yaşayan kişi sayısı, 2017 yılında 15 milyon 864 bindi.

Bu sayı, bir yılda 1 milyon 24 bin kişi artarak 16 milyon 888 bine yükseldi.
Dünya Bankası (DB), 2019 Sonbahar “Bölgesel Ekonomik Görünüm” raporuna göre Türkiye’de yüksek enflasyon, “…gelir kaybı ve artan kırılganlık”la sonuçlanabilir.  Bu ifadenin anlamı açık: “Tahammül edilemez yoksulluk karşısında insanlar artık sadece kendi canlarına kıymakla yetinmeyebilirler.

BM’nin Türkiye-Kürdistan’da mevcut tablo ve bunun kitleler nezdinde yaratabileceği sonuçlar açısından isabetli değerlendirmeler yaptığını söylemek mümkün. 2019 boyunca kıtaları aşan halk isyanları da BM’nin Türkiye için yaptığı öngörü ve tespitin dünyanın diğer bölgelerinde çoktan yaşam bulduğunu gösteriyor.

Söz konusu isyanlar, kapitalist-emperyalist krizin birer sonucu olarak ortaya çıkarken öte yandan onu daha saldırgan ve yıkıcı seçeneklere de yöneltiyor. Zira, kapitalizmin varlığını sürdürmesi için başka yol yok. Bu durum onun tam da niteliğiyle ilgili.

2020’nin ilk günlerinde Irak merkezli yaşanan gelişmelerde ABD emperyalizminin başını çektiği kapitalist sistemin mevcut krizini, yeni savaşlar çıkararak, yeni çatışma alanları yaratarak aşma yoluna gireceğine işaret ediyor.

ABD-İran Hesaplaşmasına Marksist Bakış

Irak’ta merkezi hükümetin yolsuzluklarına, gerçekleşen zamlara, İran ve ABD müdahalesine karşı gelişen ve yüzlerce insanın katledildiği isyan, ABD’nin sürece müdahalesiyle başka bir rotaya sokuldu. Suriye’yi de içine alan bir hesaplaşma ve hegemonya mücadelesinin bir parçası olarak 2019’dan devreden ABD-İran kapışması; 2020’nin ilk günlerinde Haşdi Şabi hedeflerinin ABD emperyalizmini tarafından vurulması ile başka bir boyuta evrildi.

Elçiliğinin kuşatılması ve yakılmasına ABD emperyalizminin, İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’yi öldürerek yanıt vermesi, ABD’nin İran’a yönelik savaşının fiili olarak başladığı anlamına geliyor.

Yaşanan gelişmelere tarihsel bir perspektifle bakıldığında bugün yaşananlar, ABD emperyalizminin 11 Eylül saldırılarından sonra yürürlüğe soktuğu doktrin ışığında anlam kazanıyor. Hatırlanacağı üzere ABD o dönemde George Bush’un ağzından yeni uluslararası dış politikasına yönelik tutumunu dünyaya deklere etmiş ve  Kuzey Kore, İran ve Irak’ı ‘şer ekseni’ ilan ederek “teröre karşı küresel savaşının” hedefleri ilan etmişti.

Söz konusu doktrinde Suriye’de İranla birlikte anılıyor ve Ortadoğu’yu da içine alan geniş bir coğrafyada sınırların yeniden çizildiği, iktidar değişikliklerin yaşandığı, yeni çatışma bölgelerinin belirlendiği, Büyük Ortadoğu Projesi adı verilen yeni bir konseptin devreye sokulacağı duyuruluyordu.

Nihayetinde 11 Eylül’ü takiben ABD, Irak’ı işgal ederek Saddam Hüseyin iktidarına son vermiş bunun bir sonucu olarak da bölgede selefi cihatçı örgütler ortaya çıkarak kısa sürede Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yayılmıştı.

ABD emperyalizminin Suriye’yi bir yandan bölgedeki varlığını güçlendirmek diğer yandan da sonraki hedef olarak ilan ettiği İran’ı zayıflatmak için hedefe koyduğu biliniyor.

Gelinen aşamada, Suriye savaşının başladığı ilk günden itibaren emperyalist güçler arasında yaşanan saflaşmanın bu kez daha kapsamlı bir boyutta İran merkezli gerçekleşme ihtimali ufukta görünüyor.

ABD emperyalizminin, İran halkının mevcut yönetime karşı sokağa taşan öfkesini bu ülkeye yönelik tasarrufları için bir manivela olarak kullanmak istediği anlaşılıyor. ABD emperyalizmi, Suriye’den sonra savaşı bu defa İran’a taşırmak için harekete geçmeye hazırlanıyor. Bunun ne zaman ve nasıl gerçekleşeceğini, bu başlıkta emperyalist güçlerin alacağı pozisyon ve ortaya koyacağı politikalar diğer yandan emperyalizmin yaşadığı kriz belirleyecektir.

Açık ki proleter bakış, ABD emperyalizmin gerek Irak gerekse de İran olmak üzere hangi ülkeye ne gerekçe ile olursa olsun her türlü müdahalesinin cepheden karşısındadır. Bu bahisteki duruş ve politik tavrı ABD karşıtlığı ile sınırlamanın çok tehlikeli mecralara açılma tehlikesi barındırdığını ifade etmek gerekir.

Proleter bakış, Süleymani’nin İran’ın nüfuz alanlarını genişletme adına Irak’ta veya Suriye’de bulunmasını diğer yandan ABD emperyalizminin adı katliam ve cinayetlerle, halkların direnişlerine yönelik acımasız uygulamaları ile anılan bir figüre de bile olsa saldırısının karşısındadır. Irak’ın geleceğine dair kararlar ve Irak halkının düşmanlarına yönelik tasarruflar Irak halkına aittir. Bunun dışındaki her türlü tutum ve yaklaşım yayılmacı, gerici, emperyalist her türlü gücün müdahalesine kapı açmak demektir. Benzer bir durum kuşkusuz İran ve diğer bölge ülkeleri/devletleri içinde geçerlidir.

Süleymani’nin, ABD karşıtlığı veyahut Hanefi/Sünni mezhebiyle ilişkisi üzerinden mezhepsel temelde bir yaklaşımla, ABD tarafından öldürülmesi sevinilecek bir durum değildir.

ABD’nin bölgedeki işgalci, saldırgan tavrı ve mızrağın sivri ucunun bu güce yönelmesi gerektiği gerçeğinden hareketle de Süleymani’nin anti-emperyalist ya da en hafif deyimle işgal karşıtı veya kahraman ilan edilmesi de devlet ve kapitalist sistem gerçekliğine Marksist bir yaklaşım adına rahmet okumak demektir.

Bu hususta yaşananlar ve olası gelişmeler; Türkiye ve Kürdistan’da ezen ile ezilenler arasında değişik biçimler alan ve birbiriyle ilişki halindeki çok sayıda başlıkta süregelen direniş ve mücadelenin seyri ve ivmesini doğrudan etkileyecek gelişmelerin kapıda olduğuna işaret ediyor.

Kuşkusuz bunu düşündüren tek gerekçe Irak merkezli başlayan ABD–İran gerilimi ve çatışması değildir. Ortadoğu merkezli bu kriz henüz çıkmamış ve kamuoyu Kanal İstanbul Projesi ile dayatılan yıkım saldırısıyla meşgulken ve yeni Gezi İsyanı tartışmaları sürerken, gazete manşetlerine, MİT’in cumhurbaşkanını ekonomik çöküntü ve toplumsal patlama olasılığına karşı bir raporla uyardığı şeklinde düşen haberler dikkate değerdir!

Yukarıda kısmen değindiğimiz Dünya Bankası’nın raporuyla neredeyse bire bir örtüşen raporda, “baharla birlikte protestoların sokağa taşması” riskine adı konulmadan yeni Gezi İsyanlarının yaşanabileceği dikkat çekilmektedir.

Rapor yalnızca ekonomik sorunlarla da sınırlı değildir. MİT raporda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı “siyasallaşmak”la “suçluyor”; birkaç hafta önce “Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil, dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz” demeci veren R.T. Erdoğan’ı uyarıyor; “Din, inanç ve İslam artık birleştirmiyor ayrıştırıyor.”

Raporda, “yüksek nüfus artış hızı dolayısıyla Suriyeli göçmenlerin bir iç güvenlik riski halini aldığı ve sınır illerinde yerli halk ile çatışma olasılığı oluşturduğu”na dikkat çekiliyor. Bunun kuşkusuz mezhepçilik üzerinde yükselen Suriye politikasına yönelikte bir uyarı veya akıl verme olarak okumak mümkün.

“MİT raporu” henüz tartışılırken, R.T. Erdoğan’ın başaskeri danışmanı ve siyasal İslamcıların kontra gücü SADAT’ın kurucusu Adnan Tanrıverdi’nin İstanbul’da düzenlenen 3. Uluslararası İslam Birliği Kongresi’ni değerlendirirken “Görevimiz Mehdi’nin gelişi için ortam hazırlamaktır!” sözlerinin gündeme getirilmesi tesadüf olmasa gerek.

Kitlelerin Birleşik Mücadelesi

Elbette yine aynı tarihlerde R.T.Erdoğan’ın  “Artık şehirlerimizin güvenliğini surlarla koruyamayacağımız, içerideki düzeni de sadece kolluk gücü ile sağlayamayacağız bir duruma gelmiş durumdayız. Bu yeni duruma karşı yeni yöntemler geliştirmemiz gerekiyor” (2 Ocak 2020, Şehir ve Güvenlik Sempozyumu) sözlerini de bu paranteze almak gerekiyor.

Anlaşılıyor ki Türk hakim sınıfları özellikle de 2015’ten bu yana başta ekonomik alanda olmak üzere bunu da besleyen baskı, şiddet ve devlet terörüyle açığa çıkan öfke ve tepkinin sokağa taşacağına dair yeni Gezi İsyanları beklentisi içinde. Türk devletinin bu öngörüye paralel mevcut baskı ve zor aygıtlarının geliştirilmesi ve güçlendirilmesine yönelik bir tasarruf içinde olduğu anlaşılıyor.

Bu kapsamda olası isyanlar, hareketlere karşılık kontrgerilla örgütlenmesine, sivil faşistlere veyahut paramiliter çetelere yönelik bir çalışma içinde olunduğu görülüyor. Başka bir deyişle faşist diktatörlük, gelişmesi muhtemel yeni Gezi İsyanlarına, halk hareketine karşı ön alma, gerekli tedbirleri geliştirmeye dair bir tartışma ve hamle içinde!

Faşizmin söz konusu hamleleri, devrimci, ilerici ve yurtsever güçlerin geleceğe dair daha güçlü ve hazırlıklı girmesini, geniş emekçi kitlelerle buluşmak adına doğru politikalar üretmesini de şart koşuyor.

Açık ki başta ekonomik krizin sonuçları olarak, sefalet, yoksulluk ve işsizliğe dair ya da daha genel bağlamda tüm emekçilere yönelik saldırı ve hak gasplarına dair daha bütünlüklü yaklaşımlara ihtiyaç olduğu bir gerçek.

Kitlelerle kurduğumuz ilişkide somut durumdan, anda yaşanan gerçeklikten yola çıkmak hayati bir önem taşıyor. Gelinen aşamada emperyalist-kapitalist sistemin, üretimi esnek hale getirdiği ve parçalara ayırarak birbirinden yalıttığı bir süreci yaşıyoruz. Kapitalist üretim süreci ülkemizde ve dünyada 2000’lerden sonra kendini yeniden yapılandırmış durumdadır. Sınıfa ve emekçilere yönelik politikalarda bu gerçeğin dikkate alınması gereklidir.

Bugün devrimci, ilerici ve yurtsever güçler cephesinde açığa çıkan ihtiyaca benzer bir şekilde, sınıfın ve emekçilerin değişik bölükleri arasındaki dayanışmanın, birleşik mücadelenin yaratılmasıdır. Sınıfın ve emekçilerin değişik taleplerle açığa çıkan direnişleriyle; Kürtlerin ulusal özgürlük uğruna yürüttüğü mücadeleyi; Alevilerin inanç özgürlüğü temelinde ortaya koyduğu  direnişi kadın ve LGBTİ+ hareketinin AKP iktidarının saldırılarına yönelik güçlü çıkışı ile birleştirmek ve tüm bunların merkezine fiili meşru direnişi, devrimci hesap soruculuğu koymak, bağımsızlık, halk demokrasisi ve özgürlük mücadelesini geliştirecektir!

Başka bir deyişle yeni Gezi İsyanlarının güçlü bir parçası olunması demek olacaktır!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu