Suriye Savaşı’nda Yolun Sonuna Doğru
Suriye’de iç savaşın sonuna doğru gelinmişken, konjonktürel durumda da önemli değişimler söz konusudur. Suriye’nin yeniden yapılandırılmasında büyük bir pazar söz konusudur. Yıkılan bir Suriye’nin yeniden inşası için en az 15 yıl gerekli olduğu ifade edilmektedir.
Tüm önemli tesisleri yok olan, alt yapısı kalmayan, hastaneleri, okulları ve ulaşım yolları yıkılan bir Suriye’nin inşasında emperyalist tekeller gözlerini buraya dikmiş bekliyorken, ne Rusya ne de ABD kendi çıkarlarından vazgeçerek Türkiye’nin burada istediği gibi at oynatmasına müsaade etmezler.
Rusya, Suriye ordusunun İdlib’e girmesinden sonra, Türkiye’yi uyararak olası bir “müdahaleyi kabul etmeyeceklerini” açıkladı. Rusya, Suriye iç savaşına müdahil olduğu günden buyana Suriye’de neredeyse tek belirleyici güç konumuna geldi.
Suriye iç savaşının sonuna gelmiş ve bundan sonra daha da etkin bir güç olma şansı elde eden Rusya’nın, Türkiye’nin bu bölgede söz sahibi olmasına göz yumması söz konusu değildir. Türkiye’nin Mimbiç’e saldırısı, Efrin işgaline gözlerini kapatan Rusya’nın bu hamlelerinin, NATO üyesi Türkiye’nin bu ittifakla ilişkilerini sarsma amaçlı “gölünü hoş eden” geçici bir göz yumma olduğu biliniyor.
ABD, Suriye’de onayacağı tüm rolleri Kürtler üzerinden yapma dışında bir şansı bulunmamaktadır. Kürtleri ”koruyormuş” havasına girmesi bundandır. Kürt bölgesinde önemli petrol rezervleri bulunmaktadır. Bu petrolden pay almak ve pastadan pay kapmak için Kürtleri bir sıçrama tahtası olarak kullanmak isteyen ABD’nin Türkiye’nin fazla ileri gitmesini istememesi bundandır.
“Güvenli Bölge” tartışmalarında ortaya çıkan sonuç da bunu göstermektedir.
“Güvenli Bölge” tartışmasına başından beri QSD güçlerinin dahil olduğu da ortaya çıktı. Türk devletinin ne olursa olsun “teröristler muhatabımız değil” dediğinin aksine ABD’nin Türk devletiyle QSD güçleri arasında ara buluculuk yaptığı anlaşılmaktadır.
QSD komutanlarından Mazlum Ebdi, 15 Ağustos 2019 tarihinde Özgür Politika gazetesine verdiği röportajda; “Bu uzun bir süreci kapsıyor. ABD daha yılın başında bölgeden çıkma kararını açıklayınca, Türk devleti hemen bölgeyi tehdit etmeye başladı. Onun için, böyle bir bölgenin oluşturulmasını biz istedik. (…) Onun için biz ABD’ye bizimle Türk devleti arasında ara buluculuk yapmalarını ve bu sorunu diyalog yoluyla çözmek istediğimizi ilettik. Bu süreç o günden bugüne devam ediyor. Bu süreç birçok aşamadan geçti. Birçok görüşme yapıldı, Türk devletinin tehditleri en üst düzeyde gelişti. (…) ‘Güvenli Bölge’ gündeme ilk geldiğinde de biz QSD olarak kendi projemizi, önerilerimizi taraflara sunduk; bu bölgeden ne anladığımızı, yaklaşımlarımızın ne olduğunu. Hem Rojava’nın güvenliğinin hem de Türkiye sınırında güvenliğin nasıl sağlanacağına dair proje sahibiyiz. (…) Önerdiğimiz projeyi sizinle paylaşmak istiyorum. Bizim önerdiğimiz proje Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan tüm bölgeyi kapsıyor. Biz sadece kısmi bölge için olmasını istemiyoruz. Zaten bunu da kabul etmedik. Eğer bir anlaşma sağlanacaksa tüm Rojova/Kuzey-Doğu Suriye için geçerli olmalı. Fırat ve Dicle suları arasında olacak bu bölgenin derinliği ise 5 kilometre olacak. Giré Spi ile Serékaniye arasındaki bazı yerlerde bu derinlik 9 kilometreyi bulacak. Küçük bir alanda ise bu mesafe 14 kilometreye ulaşacak” açıklamasında bulunmuş ve tartışmalara açıklık getirmiştir.
Bu açıklamayla Türk devletinin diplomatik oyunları da deşifre olmuş ve “muhatap almayız” dediği güçlerle yapılan açıklamanın da detayları kamuoyuna yansımıştır.
Kürtlerin bu diplomatik girişimi ve geçici bir uzlaşmaya dayanan bu “anlaşması” savaşın kendi kurallarına uygundur. Zira savaş, kendi nizami kuralları dışında binbir gelişme ve tahmin edilmeyen taktiklerden de ibarettir. Diplomasi ve taraflar arasında görüşme ve anlaşmalar da savaşın bir parçasıdır. Rojava’da Kürtlerin her yerden çevrildiği ve boğulmak istediği bir sır değildir.
Emperyalist güçler Kürtler üzerinden kendi konumlarını korumak ve Suriye’nin yeniden yapılandırılmasında pastadan pay kapmak istiyorlar. Bu kurtlar sofrasında Kürtler yem olmamak için, elde ettikleri konumlarını korumak, kabul edilir bir güç olarak statülerini resmileştirmek istiyorlar.
Kürtlerin bu durumu 17 Ekim Devrimi sonrasında Almanya’nın Rusya’yı kuşatılmışlığına benzetilebilir. Rusya, Ekim Devrimi gerçekleştirildiğinde Alman emperyalizmi tarafından kuşatılmıştı. Ülke içindeki karşı devrimciler ayaklanmış, açlık ve yoksulluk Rusya’nın esas sorunu haline gelmişti.
18 Mart 1918 tarihinde Rusya ile Almanya arasında imzalanan Brest Litovsk Barış Anlaşması, Almanya’nın Rusya’ya saldırını önlemiş, Almanya’nın savaşta yenilmesiyle de bu anlaşma devre dışı kalmıştı. Kürtler de benzer durumdadırlar. Bir yanda Rus emperyalistlerinin tehdidi, bir yanda Türk devletinin saldırıları ve yeni işgal tehditleri Kürtlerin soluklanma, güç biriktirme ve diplomatik yollarla kendi statülerini resmileştirme çabaları sürerken, Türk devletiyle geçici bir anlaşmaya varmalarını bir teslimiyet olarak değerlendirmek yanlış olacaktır.
Türkiye’de Hakim Sınıflar Arası Çelişkiler Derinleşiyor
Türk hakim sınıflarının AKP’nin MHP ile kurduğu “Cumhur İttifakı” bir yanda, CHP ve İyi Parti’nin kurduğu ”Millet İttifakı” ise diğer yanda olmak üzere, bu kamplaşma içinde aralarındaki çelişkiler yer yer derinleşmektedir.
Öte yandan tüm bu gerici ve faşist güruhlar arası çelişkiler de sorun “ülkenin bekası”na gelip dayandığında aralarındaki çelişkiler bir yana bırakılarak, başta Kürtler olmak üzere, devrimci ve ilericilere karşı birleşmekten de geri de kalmıyorlar. AKP’nin “Fırat’ın doğusu”na yapmak istediği işgal harekatına desteklerini sunmaktan geri kalmayan CHP ve İyi Parti, Fethullah Gülen’in ABD tarafından Türkiye’ye teslim edilmesi için AKP’yle ortak deklarasyon yayınlayarak iktidarın yanında olmayı da ihmal etmediler.
AKP iktidarı bir gerileme içindedir. İktidarını kaybetmemek için daha da saldırganlaşmaktadır. Bu saldırganlığının bir yönü de emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarının korunmasının bir ihtiyacıdır. 31 Mart İstanbul Büyük Şehir Belediye seçimlerini kaybetmesinden sonra, daha da gerileyen AKP, sürdürülebilir bir iktidar için ırkçılık, baskı, tutuklama, katliam, hak gaspları, grevlerin yasaklanması vb. vb. birçok yola başvurmaktadır.
Ekonomik Kriz Derinleşiyor İşsizlik Artıyor
Ülkemiz, işsizliğin çığ gibi büyüdüğü bir ülke konumundadır. 18 Ağustos 2019 tarihinde CHP’li Veli Ağbaba’nın kamuoyuyla paylaştığı rakamlar bu gerçekliği tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Evrensel Gazetesi’nde yayınlanan haberde Ağbaba; Türkiye’de son bir yılda 888 bin kadının işsiz kaldığına, AB ülkeleri arasında genç işsizliğin sürekli yükseldiği ikinci ülkenin Türkiye olduğuna dikkat çekmekte, Mayıs 2018’de 3 milyon 136 bin olan mevsim etkisinden arındırılmış dar tanımlı işsiz sayısının Mayıs 2019’da 1 milyon 21 bin artarak 4 milyon 157 bine yükseldiğine, bu oranın bir önceki yılın aynı ayına göre 3.1 puan artarak 12.8’e yükseldiğini belirtmektedir.
Ülkede son bir yılda işsiz sayısının Sakarya ilinin nüfusu kadar arttığını söyleyen Ağbaba, “Türkiye’de geniş tanımlı işsiz sayısı ise 7 milyonu aşmıştır. Türkiye’de geniş tanımlı işsiz sayısı 6 milyonluk nüfusu ile Lübnan’ı geride bırakmıştır” demektedir.
Ağbaba İŞKUR istatistiklerinin de benzer bir şekilde vahameti gözler önüne serdiğini belirterek, Ocak 2019 yılında kayıtlı işsiz sayısının 3 milyon 775 bin 660’dan, Haziran ayında 4 milyon 417 bin 814’ye yükseldiğini, yılın ilk 6 ayında işsiz sayısının 642 bin arttığını kaydetmektedir.
Avrupa İstatistik Ofisi verilerine göre, Euro Bölgesi’nde mevsimsellikten arındırılmış işsizliğin, Mayıs’ta yüzde 7.5’e indiğini belirten Ağbaba, işsizliğin Temmuz 2008’den bu yana görülen en düşük seviyede gerçekleştiğini söyledi. AB bölgesinde işsizlik rakamları düşme eğilimindeyken Türkiye’de artan bir seyir izlediğine dikkat çeken Ağbaba, “İktidarın ‘Kriz bizi etkilemez’, ‘Dünyanın en büyük 3. ekonomisi biziz’ açıklamalarının gerçeklikle alakasının olmadığı resmi verilerce kanıtlanmıştır” ifadelerini kullanmaktadır.
Veli Ağbaba, işsizliğin sürekli olarak artmasındaki asıl etkenin iktidarın başkanlık sistemi ile plansız, tüketime dayanan ve üretimden yoksun ekonomi politikaları olduğunu söylemektedir. Yer altı ve üstü tüm kamuya ait varlıkların özelleştirmesi ve üretimi yok sayan politikaların işsizliğin artmasında en önemli etkenlerden olduğunu kaydeden Ağbaba, sanayi üretim endeksinde Haziran ayında geçen yılın aynı ayına göre yüzde 9.6 düşüşün işsizliğin daha da artacağını gösterdiğini belirtmektedir.
Nitekim kimi resmi verilerde ekonomideki krizin işaretlerini vermektedir. Ekonomin son durumuna ilişkin Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), “haziran ayına ilişkin sanayi üretim endeksi sonuçlarını açıkladı. Sanayi üretim endeksi haziranda geçen yılın aynı ayına göre yüzde 9.6 düşüş gösterdi.
Bu dönemde 96.9 olarak hesaplanan endeks, geçen yıl haziranda 107.2 seviyesinde bulunuyordu. Takvim etkisinden arındırılmış sanayi üretimi haziranda geçen yılın aynı ayına göre yüzde 3.9 gerilerken, mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış sanayi üretimi bir önceki aya kıyasla yüzde 3.7 azaldı.
Sanayinin alt sektörleri incelendiğinde, haziranda madencilik ve taş ocakçılığı sektörü endeksi geçen yılın aynı ayına göre yüzde 4.8, elektrik, gaz, buhar ve iklimlendirme üretimi ve dağıtımı sektörü endeksi yüzde 0.5 artarken, imalat sanayi sektörü endeksi yüzde 4.6 azaldı.
Haziranda madencilik ve taş ocakçılığı sektörü endeksi bir önceki aya göre yüzde 2.4 artarken, imalat sanayi sektörü endeksi yüzde 4.2 ve elektrik, gaz, buhar ve iklimlendirme üretimi ve dağıtımı sektörü endeksi yüzde 1.3 azaldı” denilmektedir. Bu veriler Türkiye ekonomisinin ne durumda olduğunu açık olarak ortaya koymaktadır.
Türkiye ekonomisinin baş aşağı gidişini gösteren bir diğer veri de hazinenin verdiği açıktır. TC Hazinesi, ilk 7 ayda net 98 milyar lira borç aldı. Böylece 86.8 milyar lira olan yasal borçlanma limitini, 11 milyar lira aşarak, bütçe açığının giderek büyüdüğünü göstermektedir. Bu veriler Türkiye ekonomisinin ağır bir kriz içinden geçtiğini göstermektedir.
Ekonomik kriz olgusu siyaseti de etkilemekte, hakim sınıflar yeni arayışlar içinde, bir kez daha iktidarlarını koruma çabası içinde görünmektedirler.
AKP’nin son yapılan tüm seçimlerden gerileyerek çıkması ve özellikle 31 Mart ve 23 Haziran İBB seçimini kaybetmesinden sonra bir yanda eski Başbakanlardan A. Davutoğlu diğer yanda eski ekonomi bakanlardan A. Babacan önderliğinde yeni partilerin kurulması tartışması Türkiye’de yeni bir gündem konusu oldu.
Bu tartışmaya yapılan bir diğer atıfta, Refah Partisi içinde Erbakan’a karşı “Yenilikçiler” olarak ortaya çıkan Erdoğan ve Gül’ün ayrılıp AKP’yi kurması ve ardından kısa bir süre sonra 2002 yılında tek başına hükümete gelmesi örneğinde olduğu gibi, özellikle Babacan’ın kuracağı partinin de böyle bir “şansının” olduğu ileriye sürülmektedir.
2001 ekonomik krizi sonrasında 2002 yılında gerçekleşen erken genel seçim dönemin de Avrupa ve ABD emperyalizmi yıpranmayan ve neo-liberal ekonomi politikalarını uygulayacağı sözünü veren, “yenilikçi ve ılımlı İslam”ı dillendiren AKP’yi desteklemişti. AKP’nin içte giderek gerilediği, teşhir olduğu ve seçmenin önemli bir bölümünün artık “yeter” dediği bir süreçte, Babacan ve ekibinin bu gelişmeleri değerlendirerek siyaset sahnesine çıkması tesadüfü değildir.
Tıpkı 2002 yılında emperyalist güçlerin desteklediği AKP gibi, bugün de Babacan sahneye sürülmüş bulunuyor.
A. Babacan ve ekibinin kuracağı partinin kuruluş aşamasında “demokrasi, Kürt sorunu, insan hakları, azınlıklar ve inanç kesimlerine özgürlük” demesi onların sınıf niteliğinin değişmesi olarak okunamaz. Aynı geleneğin (AKP) ye muhalif bir güç olarak hükümet olduğunda AKP’den farklı bir çizgi izlemeyeceği açıktır.
İslami geleneğin farklı bir temsilcisi olarak Babacan’ın Türkiye’yi demokrasi yoluna sokmasını kimse beklememelidir.
Devrimci Durum Mükemmel, Çelişkiler Keskindir!
Görev, Birleşik Devrimci Mücadelenin Örülmesidir!
Son yaşanan gelişmelerin ve tartışmaların da gösterdiği gibi ülkemizde yöneten ile yönetilenler arasındaki çelişki giderek keskinleşmektedir. Geniş halk kitleleri artık AKP’nin gitmesini istiyor. Son yapılan tüm seçimlerde AKP’nin gerilemesi, hiçbir seçimi kazanmamasına rağmen, hile ve oyları çalarak iktidarını devam ettirmesi onun meşru bir hükümet olduğu anlamına gelmez.
Ülkemizde hiçbir burjuva partisi de bu anlamda meşru değildir. Hangi burjuva partisi hükümete gelirse gelsin sonuç aynıdır. Faşizmle yönetilen ülkemizde burjuvazinin ‘”zor”u olmadan kitleleri yönetmeleri mümkün de değildir.
AKP’nin var olan kriz içinde halkı zorla yönetmesi karşısında tek alternatif devrimdir. 31 Mart 2019 tarihinde İstanbul Büyük Şehir Belediyesi seçimlerinde kitlelerin Ekrem İmamoğlu’na verdiği destekle kitlelerde oluşan güven devrimci mücadeleyle birleştirilemediği müddetçe, reformculuğa ve sonuçta bir başka burjuva partisi (CHP’ye) doğru akması önlenemez. Bu tehlikeye özellikle dikkat etmek gerekir.
İstanbul Belediye Seçimlerinin ortaya çıkardığı tablo, emekçi kitlelerinin AKP’nin baskıcı, ayrımcı politikalarına karşı öfkelerinin sandığa taşınması olmuştur. Buradan alınması gereken mesaj, işçi sınıfının, emekçilerin ve değişik inanç kesimlerinin artık yönetilmek istememesi olarak okunmalıdır.
Çıkartılması gereken bir diğer sonuç da, egemen sınıfın bir kesiminin sandığı bir kurtuluş olarak göstermesidir. Bilinmelidir ki, tüm burjuva partilerinin temel hedefi “düzeni korumak” üzerinden şekillenmektedir. Nitekim, ortaya çıkan sinerji başta CHP olmak üzere diğer burjuva partilerin havuzuna akmıştır.
CHP ve İmamoğlu için temel sorun devlettir. İmamoğlu’nun seçim döneminde dile getirdiği “demokrasi ve insan hakları” söylemi, Kürtlere iyi mesajlar vermesi, Demirtaş’ı sahiplenmesi bir yana bırakılarak konuşacak olursak, özünde devletin ve sermayenin ihtiyaçlarına cevap olma, göreve hazır olma vardır.
Tüm bunlardan çıkartılması gereken sonuçlardan biri de, meselenin sadece AKP’den kurtulmak olmadığı bilincini kitlelere taşımak olmalıdır.
Türkiye’de işsizlik, ekonomik dar boğaz ve baskı olmasına rağmen, tepkinin sokakta yeterince karşılık bulmaması tüm devrimci örgütlerin önüne önemli görevler koymaktadırlar. Bu durumun olağanlaşması kabul edilemez. Mesele kitlelerin örgütlenmemesi ve olası kitle hareketlerine devrimci önderlik etme meselesidir. TDH’nin kitleleri harekete geçirmede istenilen düzeyde olmadığı bir gerçektir.
Son kayyum atamalarıyla gösterilen tepkiler sorunun kitle ayağının zayıflığını göstermesi bakımından bir turnusol görevi görmüştür.
Devrimci hareketin geriye düştüğü bu koşullarda hızla toparlanması ve ileriye doğru hamle yaparak kitleleri doğru hedeflere yönlendirmesi şarttır. Aksi taktirde biriken enerji burjuva partilere akacaktır. Bu tehlike günceldir. Bu noktada Türkiye devrimci ve komünist hareketinin birlikte iş yapmaya, uzun vadeli eylem birliklerini örgütlemeye ihtiyacı vardır.(BİTTİ)
YORUM | Yeryüzünde Saflar Keskinleşirken: Devrim Güncelliğini Koruyor! (1/2)