Ortadoğu’nun en eski ve politik-sosyal açıdan küresel boyuttaki en etkili sorunlarından birisi olan Filistin sorunu, dinsel, liberal, Marksist, ulusal politik hareketlerin hepsi tarafından sahiplenilebilen nadir politik sorunlardandır. Milyonlarca mülteci ve sayısız katliamla derin acıları barındıran Filistin sorunu, Ortadoğu’nun güç dengelerinde, 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren merkezi konumda olmuştur.
Bu niteliğiyle politik arenada olduğu gibi sosyal-kültürel arenada da kurumsallaşmış ve kök salmış bir sorun olduğu için pek çok ulusal sorundan farklı özgüllüklere sahip olmuştur. Bu özgüllüklerden birisi de, uzun süreli oluşunun ve sorunun bazı çevrelerce din sorunu olarak kabullenişinin de etkisiyle, dinsel nefretin kurumsallaşmış olmasıdır.
Öyle ki bu kurumsallaşmış nefretin, sınıfsal, politik, ekonomik, kültürel bütün ilişki ağlarında, dolaylı veya dolaysız etkisi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Sınıfsal ve politik güç dengelerinin aksine dinsel nefrete dayalı hareket tarzı veya yıkıcılığın sonuçlarını tahmin/tahlil edebilmek daha zordur. Dahası, dinsel nefret sadece farklı kimliklerin bir arada yaşama koşullarını değil, herhangi bir topluluğun/toplumun varoluş dinamiklerini yani sosyal dokularını da zehirlediğinden dolayı, her topluluğun/toplumun kendi içerisindeki birliği ve kolektivizmini de zehirler.
Dinsel nefretin politik arenadaki domino etkisi yaratarak sınıfsal çıkarlar veya güç dengelerinin sınırlarının dışına çıkabilen eylemliliklere yol açtığını Filistin tarihini yüzeysel şekilde de olsa inceleyen herkes görebilir.
Ocak ayında İsrail Devleti’nin Müslümanlarca kutsal sayılan bir ibadethanesine yaptığı saldırıyı izleyen intikam saldırılarının sonunun gelip gelmeyeceği belli değil. Bu saldırıların İsrail Devleti ile Hamas arasındaki güç dengeleri ve ilişki ağlarının ekseninde başladığını söyleyebilsek de her iki taraf açısından da saldırıların ve boyutlarının bu güç dengeleri ile ilişki ağlarının sınırları içerisinde kalıp kalamayacağını söyleyemiyoruz. İntikam saldırılarından birisini Filistinli bir ergen çocuğun gerçekleştirmiş olması ve bu saldırının Yahudilerin ibadethanesi olan Sinagog’a yapılırken, burada ibadet eden insanların sırf Yahudi olduğu için düşmanlaştırılması sonucu bu tür nefret saldırılarının nerede duracağı belli olmuyor.
Politik arenada bütün Müslümanları düşman görmediğini ifade eden ve Müslüman çoğunluklu devletlerle politik ilişkiler geliştiren İsrail Devleti, bu tür nefret saldırılarında hedefinin sadece Müslüman olması Filistinli Müslümanlar da dinsel nefret ile etnik nefreti kurumsallaştırmış durumdadır. Bu kesimler içerisinde nefrete karşı mücadele edenler daima bulunsa da, her yeni nesile aktarılan bu dinsel ve etnik nefret, henüz dilin öğretilmesi süreciyle birlikte çocuklara aşılandığı için politik arena, daimi olarak –dolaylı veya dolaysız- bu nefretten etkilenebiliyor.
Her politik arena ve politik ilişki ağı, sosyal alanlarda yeniden üretildiği ve temellendiği için sosyal alan kurumsallaşmaları ile politik alan kurumsallaşmaları arasında daima bağlılaşıklık ilişkisi bulunur. Her iki alan birbirini biçimlendirir, yapılaştırır. Bu döngü dinsel ve etnik nefretle örülü olduğu sürece de hakikat paradigmaları, anlam evrenleri, duygu-inanç dünyaları bu kurumsallaşmalar gibi nefretle dolarak biçimlenir.
Nefret, düşün, duygu ve anlamlandırma tarzlarını doğrudan etkileyebildiği ve öfkenin aksine biyolojik ve kısa süreli değil, sosyal-politik kökenli ve uzun süreli olduğu için, bütün toplumsal yaşamda derin etkiler, ilişki ağları ve kurumsallaşmalar yaratabiliyor.
Bu açıdan dinsel nefrete ve etnik nefrete karşı mücadele, sınıfsız-sömürüsüz bir dünya ideali olan her toplumsal hareket için merkezi görevler arasında yer alır; almalı.
Nasıl bir işkenceye karşı çıkmak, insanlık onuruna sahip çıkmak anlamına gelirse, işkenceye karşı mücadelenin meşruiyeti işkenceci bir insana bile işkence yapmayı meşru kılmazsa; kurumsal nefrete karşı mücadele etmek de nefrete dayalı eylemlilikleri hiçbir şekilde meşrulaştıramaz; meşrulaştırmamalıdır.
Nasıl ki ırkçılığa karşı çözümün adresi karşıt-ırkçılık olamazsa, kurumsal nefretin çözümü de intikamcı-karşıt nefret olamaz.
Politik birlik daima sosyal alan ve ekonomik üretimle temellenir. Dolayısıyla ortak üretim kadar ortak yaşama koşullarını yani toplumsallığın varoluş dinamiklerini savunmak, geliştirmek, inşa etmek her toplumsal değişim hareketinin esas mücadele biçimlerinin merkezinde yer almalıdır.
Sosyal bağların gücü ekonomik ve politik bağların gücünü de belirleyebildiğini hesaba katınca, kurumsallaşmış nefretin zayıflattığı bu bağların kanla ve sömürüyle beslenen iktidar odaklarının hareket alanlarını daha fazla genişlettiği söylenebilir.
Nefret, ortak yaşamın olanaklarını, sosyal dokuları/bağları ve insanın insana güvenini sürekli zayıflattığından dolayı yeni toplumun inşasında daima engelleyici işleve sahip olmaktadır. Dolayısıyla kurumsallaştırılan nefrete karşı mücadele, toplumsal değişimi hedefleyen bir hareketin görevleri arasında yer almalıdır.