TC devletini sarıp sarmalayan ekonomik-siyasal krizin işaretleri Haziran seçimlerinde kendini göstermişti.
“Fırtınalı havada çatı onarılmaz” diyen Cumhurbaşkanı Yardımcısı Mehmet Şimşek gelecek olan krizi işaret ettiği gibi iktidarın kendini üretmesi ve toplumsal olarak gelişen ve gelişebilecek durumlara karşı önlem olması çağrısı yapmıştı.
Zaten AKP’nin ömür uzatma politikası olarak piyasaya sürülen 24 Haziran seçimleri birçok fırsatı açığa çıkarmasına rağmen bunun imkan ve koşulları toplumsal muhalefet tarafından kullanılamadı. Zira devlet tüm aygıtları ile toplumsal muhalefeti çevreleyerek siyasal baskısını en açık biçimde göstermiş, bunu da ilan etmekten geri kalmamıştır. 24 Haziran seçimleri, bu açıdan AKP cenahında bir varlık-yokluk meselesine dönüşmüştür.
Bugüne geldiğimizde ise TC’yi sarıp sarmalayan kriz, seçimler öncesi fırtınalı havanın vizyondaki halidir. Açıktan ilan edilen kriz, an itibariyle vizyona girmiştir. Tüm dünyanın yoğun bir ilgi ile izlediği bu kriz medyada her ne kadar Rahip Brunson konulu ABD-TC arasında süregelen diplomatik sorun merkezli tartılşısa da, meselenin özü bu değildir. ABD’li yetkililerin de bahsettiği gibi mesele TC’nin ekonomik sorunudur.
Brunson bu noktada siyasal meselenin piyasaya sadece bir yansımasıdır. Daha önce konuya ilişkin gazetemizde de birkaç yazı yayınlandı ve bu yazılarda krizin konjonktürel olduğu kadar esas itibariyle TC’nin yapısal sorunu olduğuna dikkat çekildi. Bugünde bunu yenilemek ve ısrarla belirtmek gerekiyor.
Bir döviz krizi olarak adlandırılsa da sosyo-ekonomik karakterli bu kriz, aynı zamanda tarihin bir tekerrürü ve yapısal bir durumdur. Berat Albayrak’ın, kuraklık yaşayan zihin dünyasından gelen bir dizi vahiy ile dile getirdiği “Neymiş bu yapısal reformlar” hutbesi aslında bir gerçeğe işaret olup, siyasal iktidarın neyden kaçtığını gösteriyor.
Yazımızda TC’yi sarıp sarmalayan krizin, tarihsel ve güncel detaylarına bir dizi yolculukla bakmaya çalışacağız.
Bir kısır döngünün anatomisi
24 Haziran seçimlerinin öncesine kadar AKP’nin ekonomideki bütün adımları deneme- yanılma politikası eksenli ilerlemiştir. AKP, esas olarak büyüme rakamlarına sarılırken, kalkınmanın esamesi dahi okunmadı. Ki zaten okunamadı da. En başından beri planlanan ekonominin merkezileştirilmesi çabası sadece mevcut bakanlıkların taşınması ve değiştirilmesinden ibaret oldu.
Bu şekilde göle maya çalan AKP iktidarı, nafile bir çabayla hem kendini hem de kitleleri kandırmanın araçlarına ağırlık verdi. Zira, mevcut hedef ve çabalar küresel ekonomik konjonktür gibi çevresel faktörlerin dışında ilerlemiştir. 2001 krizi sonrasında ki AKP iktidarının sürdürülmesinde tıkanıklıklar ortaya çıktığında, küresel ekonomi politikalarına bağlı kalma sözünü vermişti.
Dolayısıyla 24 Haziran sonrası AKP’nin hedefinde yeni bir ekonomik program değil krizin sarsıntılarını beklemek olur. AKP, “istikrar programı” denilen aldatmacasının krizi derinleştireceği aşikardır. 2001 krizi sonrası TC ekonomisi enflasyon karşıtı bir istikrar programına ağırlık vermiş, 2001-2008 arasında IMF programı ve bununla beraber övgülere mazhar olan bir sürdürülebilir ekonomi politikası değil, sadece bir kısır döngüden ibaret bir ekonomi modeli çıkmıştır.
Enflasyonu kontrol altına almak amacıyla yüksek tutulan faizler, sermaye girişlerini canlandırmış ve bu evrede TL’nin değeri artmıştır. Bu en başta tablonun güzel bir görüntüsünden ibaretken aslında şişen bir balonu ifade etmiştir. Zira, mevcut tablo açık bir biçimde kalıtsal değil suni bir biçimdedir.
Bu tablo ekseninde ithalat kolaylaşmış ve buna bağlı olarak üretim maliyetleri de aşağılara düşmüştür. Böylelikle yüksek ancak enflasyondaki gerilemeye paralel olarak gerileyen reel faizler ve süren yabancı para girişi sayesinde kredi gerilemesi ile canlı bir ekonomi yakalanmıştır.
AKP, bu durumu propaganda olarak kendisinden önceki iktidarlara yöneltmiş bunu kendi rotasını üretecek bir araca dönüştürmüştür. Bu salt AKP’nin politikası olmayıp kendine özgü bir süreci de değildir. Zira enflasyon temelli olan bu modelin yapısı konjonktürle de ilgilidir.
Örneğin, yükselen piyasa ekonomileri için pozitif tabloların oluştuğu dönemlerde enflasyon karşıtı programlar genellikle uygulanır. Zira bu süreçte enflasyonu düşürmek daha kolaydır. Dolayısıyla 2001-2007 yılları arası iktidarda kim olsaydı bu politikaların nimetini yiyecekti.
2008-2009 arasında TCMB politika faizinin 7’den 4,5’e düşürerek rahatlamaya girmiş, bu süreçte ekonomik büyüme ve buna paralel inşaat sektörü patlama yapmıştır. Özellikle inşaat politikasını destekleyen AKP, TCMB’nin de faiz düşürme politikasını destekleyerek elde edeceği karı, palazlandıracağı yolsuzluğu düşünmüş ve kurun yükselmesini sağlamıştır. Zira faizlerin düşürülmesi çabası kabul edildiği üzere döviz kurunu etkileyecektir.
İthalata bağımlı olan TC, bu tabloda yavaş yavaş kriz uçurumuna yol almıştur. Mevcut parasal bollaşma sürecine baktığımızda faizlerin düşürülmesi genel bir politikadır. Dolayısıyla 2008 krizinin teğet geçtiği aslında jenerikten ibaret, gerçek olan filmin tamamındaydı.
Döviz ve faiz kıskacı içinde TC, 2013 yılında, kriz daha derinden hissedilmiştir. Zira bu dönemde hem kur hem faiz artış göstermiştir. TCMB’nin politika faizine baktığımızda 2014-2016 yılları arasında ekonomi yönetiminin 2010-2013 arasında hayata geçirilen düşük faiz, ucuz döviz politikası görmekteyiz.
Bunun ise sert faiz artışı ile sonuçlandığını 2016 yılındaki bir dizi politika ile bu durum durdurulmak istense de 2018 yılına devredilen bir kriz karşımıza çıkmıştır.
Yani ekonomik politika Mehmet Şimşek’in deyimi ile “fırtınalı havayı” müjdelemiştir. Bu dönemde hem TC ölçekli orta burjuvaziyi hem de döviz ölçekli borçlanan ancak birikimi TL olan orta burjuvaziyi etkilemiştir. Geliri döviz ölçekli olan ihracatçı kesimler yani komprador burjuvazi bu süreçten en az etkilenen kesim olmuştur.
AKP’nin politikaları ve döviz karşısında TL’nin değerlenmesi kapsamında artan faiz, sıcak para girişine ve TL yerine döviz borçlanma gibi bir tabloyu açığa çıkarmıştır.
Bunun sonucunda ise sektörel açıdan bir döviz borcu açığa çıkmıştır. Dolayısıyla ülke içinde TL’nin dışında dövizin ulusal ekonomisinde kullanılmasını görünür kılmıştır. Bu durum aslında yapısaldır ve bir durumun ilanıdır; O da, ülkenin bağımlılığı ve yarı-sömürge statüsüdür.
Bu duruma literatürde “dolarizasyon” denilmektedir. Dolarizasyonun yüksek olduğu bir ekonomide yüksek faizin döviz fiyatını düşürebilmesi, uluslararası alanda borçlanmayı artırdığı için krizi tetiklemektedir. Bu durumda yüksek faizler yurtdışında borçlanabilme olanağı olan firmalar için TL değerli kaldığı sürece dövizle borçlanma daha karlı olduğu için bu yönelime girerken TL ile iş yapan şirketler bu süreçten faydalanamıyor.
Yani komprador burjuvazi emperyalistlerle olan ilişkisinden beslenirken, milli burjuvazi sorunla boğuşuyor.
Bugün adına “istikrar” denilen “IMF’siz IMF programı” 2001 krizi sonrası oluşan kısır döngüye dönüşü ve AKP’yi AKP yapan koşullara gelerek AKP’nin kendini yeniden canlandırmaya çalıştığı bir tablo karşımıza çıkıyor.
“Üretimin ithalata bağımlılığı ve yüksek dolarizasyon seviyesinin bir sonucu olarak yoğunlaşan yapısal kriz, kur şokları nedeniyle dövizin pahalı kalmasını, yüksek faize rağmen enflasyonun kontrol altına alınmasını engellemesiyle derinleşebilir. Bu bağlamda Merkez Bankası ve faiz kararı üzerine yapılan tartışmaların önemi bir kere daha açığa çıkıyor. Merkez Bankasını’nın bağımsızlığı ya da bankanın faiz kararı, teknik olduğu kadar aynı zamanda siyasidir” (Ü. Akçay, Kriz Notları)
Tüm bu tablo bize TC devletinin onu bir krizin cenderesine boğuştuğunu gösteriyor. Dolayısıyla ötelenen kriz aslında bir anlık bir rahatlamayı hedeflese de ortaya çıkacak bir yıkımı işaret ediyor. Yama yaparak eskiye dönüş politikasının bir kısır döngüden ibaret olduğu görülmektedir. Bunun adına ise uzatmalı ölüm diyebiliriz.
2008 krizinin etkileri sürüyor
Tüm yaşananların sadece TC ile sınırlı olmadığını, bunun konjonktürel olduğunu belirttik. Emperyalist-kapitalist sistem 10 yıldır bir krizin içinde bulunmaktadır. Bu krizin ilk aşaması ABD’de ki finansal çöküş, ikinci aşaması Avrupa’ya etkisi ile kendini göstermiştir. Bu krizin sonraki yani üçüncü aşaması ise yükselen piyasa ekonomilerini vurmuştur ki bu da aralarında TC gibi yarı-sömürge ülkelerini kapsamıştır.
Bu süreçte büyüme temposu düşen ülkeler, krizi belli etmenlerle atmanın derdine düşmüştür. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi para politikası ve bollaşma serüveni krizin teğet geçmesine neden olmuş ancak bir ötelemeden başka bir şeye dönüşmemiştir.
2000’lerden bu yana uygulanan politika emekçi sınıfların siyaset sahnesine dahil olma kanallarının kaldırılmasına ve iktidar içindeki çatışmalara sahne olmuştur. Bu uzatmalı kriz politikasında AKP’nin, sosyal nüfuzu da dikkate değerdir.
Mevcut kriz derinleşirken adına 15 Temmuz denilen gündemlerle olgular karartılmaktadır. Bu aslında kitleler nezdinde oluşacak krizi ötelemenin ve iktidarın bekasını korumanın çabasıdır.
Öyle ki kriz derinleşirken esas politika “öteleme ve çözümsüzlük” tür. Gramsci’nin ifadesi ile bu bir “ara rejim” dönemidir. Yani AKP’yi iktidara getiren kriz AKP’yi götürecek ancak mevcut iktidar krizi bu boşluğu dolduracak nüvelerden yoksun.
AKP’nin neo-liberal politikası, konjonktürel krizin üçüncü aşaması ile birleşince kaçınılmaz biçimde sorunlarda artmaktadır. Belirtildiği gibi ithalata dayalı yapı, mevcut bağımlılığı perçinlediğinden kriz TC açısından daima kalıtsaldır. AKP’nin politikalarının maddi zemininin ortadan kalmış olması, konjonktürel durumla ilgilidir.
Örneğin, ABD’deki 1999 resesyonu ve “11 Eylül İkiz Kule Saldırısı” ekonomiye etki etmiş, bu etkileri azaltmak için ise faizler hızla düşürülmüştür. Bu dönemde TC, 2001-2008 arası yüksek faiz ile ucuz döviz elde etmiştir. Bu aynı zamanda Türkiye’de 2001 krizi sonrası IMF’nin enflasyonu düşürme politikası ile uyum içindeydi.
2008-2013 yıllarında ise ekonomik-siyasal kriz, TC içinde neo-liberal politikanın etkisizleşmesine ve aynı zamanda klik dalaşlarına sahne olmuştur. 2013 yılında ise ABD ve AB, 2008 parasal genişleme politikasından vazgeçmiş ve daralma dönemine gireceğini belirtmiştir.
Buna ek olarak faiz artışına gideceğini ilan etmiştir. Sonuç olarak 2002-2013 yıllarını kapsayan ve AKP’yi güçlü kılan ekonomik tablo ve maddi zemin ortadan kalmıştır. Dolayısıyla 2008 krizi ötelenerek 2013 yılına gelinmiş ve tıkanıklık yapısal krizin ne kadar büyüdüğünü göstermiştir. Bu noktada çözüm tartışmalarında TÜSİAD’ın IMF politikalarına dönüşü göze çarpıyor.
AKP ise bu programın kendi bekasını tehlikeye sokacağını bildiği için direnç gösteriyor. Bu direnç ise AKP döneminde palazlanan neo-liberal İslamcı, komprador burjuva kesimlerden gelmektedir. Bu kesim ise olası bir istikrar programının daha yüksek faiz anlamına geleceğinin, yüksek faiz ise borçlanma olanaklarını sınırlı olan kendileri için tasfiye anlamına geleceğini belirtiyorlar.
Erdoğan’ın MB’nin faiz artışına karşı çıkması ise esasta bu nedenledir. Zira bu kesimler net olarak TÜSİAD gibi köklü olamadıklarından borçlanma oranları azdır. Dolayısıyla AKP palazlandırıp büyüttüğü kesimi karşısına almak zorundadır ki bu onun bekasını sarsar. Kemalist komprador kesimin politikalarına sığınmak zorunda kalır. Bu da onun siyasal krizini perçinler.
Krizlerini ölümcül kılmak
Medya üzerinde görüldüğü üzere kriz genel olarak Rahip Brunson’a indirgenmiştir. Belirttiğimiz gibi mevcut kriz yapısaldır ve ötelenen bir ekonomik krizin artık kaldırılamayacağını gösteriyor.
Dolayısıyla meselelerde siyasal sorunlar olduğu kadar bunun konjonktürel yanı da bulunuyor. AKP iktidarı boyunca katliam-imha-inkâr-sömürü-yağma-talan eksenli politikalarını ustalıkla sürdürdü. Tüm bunlar esas olarak onun ekonomik sıtmasının bir sonucudur. Saldırganlık, bekasını koruma güdüsünün bir sonucu olarak ortaya çıkarken, ülke içinde yarattığı OHAL çemberi ile dünyayla uyumsuzluğunu ilan etti. Kendisini var eden etmenleri sürdürememesi ve yeni duruma ayak uyduramaması krizin ölümcül seviyeye geldiğini gösteriyor.
Gevşemeyi reddeden bir iktidar tablosunda kırılganlık kazanım geme? İse kazanılan haklar anlamına geliyor. Bu noktada ise kitle muhalefetinin önemi bir kez daha önem arz ediyor.(Bir Özgür Gelecek okuru)