Son yazımı bizim insanımıza yakın bulduğum İtalyan halkının aydınlarındaki kafa karışıklığı ve onların toplu halde faşizme teslim olmalarına ayırdım. Ama cevaplamak için zaman bulamadığım soruları bir giriş ve sonuç bölümüyle birlikte sizlerle paylaşmak istedim.
Tarihten meşruluk çıkarmak
Geçen haftaki yazıda demokratik taleplerin meşruiyetini mutlaka tarihin derinliklerinden bulup çıkarmak gerekli midir sorusunu sormuştuk. Herhangi bir topluluğun, grubun, sınıfın, halkın vb. hak ve özgürlük taleplerinin yerine gelmesi için onların illaki binlerce yıllık bir geçmişe sahip olmaları şart mıdır? Günümüz günlük siyasetinde sanki böyle bir şart varmış gibi algılanmakta. Mesela son yıllarda her renkten sol/sosyalist grup sürekli olarak emekçilerin, sınıf mücadelesinin, toplumsal ayaklanmaların tarihsel derinliklerine dalmakta ve kendisine bu alandan, arkeoloji ve eskiçağlardan meşruluk zemini çıkarmaya çalışmakta. Bu tür yayınlarda Spartacuslardan, Mazdeklerden, Bedreddinlerden vb geçilmiyor. Aktarılan bilgilerin ne kadarı doğru, ne kadarı hayali bunları önemseyen de yok.
Neden bu figürlerin bu denli önemli hale geldiği de sorgulanmıyor. İnsanlığın -bana göre- dünyayı yok olmaktan kurtaracak gerçekten adil, eşitlikçi bir sosyo-ekonomik sistem inşa etme projesinin haklılığını ve zaruriyetini göstermek için bu hedefin mutlaka binlerce yıldır savunulması mı gerekli diye sorabiliriz. Sosyalizmin doğduğu dönemde sosyalizmin ‘eski’ değil ‘yeni’ bir düşünce olmasıyla övünç duyulmaktaydı. Sosyalizm ‘yeni’ bir emekçi tipi olan işçi sınıfının yine ‘yeni’ bir ideolojisiydi. İnsanlığın nihayet kurtuluşunun alt yapısının oluştuğu yeni bir çağın ‘genç’ düşüncesiydi. Sosyalizmin ‘kurucu babaları’ o günlerde geçmişin kültürel kalıpları ya da zanaat ustalarının değil, sanayi işçisinin dünyasına odaklanmışlardı. Şimdi yaşasalardı muhtemelen bilişim sektörü çalışanlarına ya da pizza dağıtan kuryelere odaklanırlardı. Bir Amerikan filminde ‘İsa bugün yaşasaydı hepimizin boynunda elektrikli sandalye figürü olurdu’ denmekteydi. ‘Kurucu sakallı babalar’ da şimdi yaşalardı kızıl bayrakta herhalde bir bilgisayar ekranı ile mouse yer alırdı. Gerçi genç büro çalışanları artık onu da kullanmıyor ya neyse. Bu vesileyle bu konudaki hayalime en çok yaklaşan, gençlerin artık bilmediği Doğu Almanya bayrağını anımsatayım. Bu bayraktaki pergel bana her zaman mazi hayranı sola karşı geleceğe güven duyan bir alternatifin simgesi gibi gelmiştir.
O vakitlerde binlerce yıllık tarihle övünmek sağın, aristokratların, dinsel ideolojilerin ve ırkçıların işiydi. Nasıl oldu da sağın bu tavrı sol tarafından benimsendi ve neden benimsendi? Sosyalizmin doğruluğunu, haklılığını, meşruluğunu kanıtlamak için onun mutlaka kökenleri binlerce yıl geriye uzanan bir ideoloji olduğunu gösterme ihtiyacı nereden ve neden zuhur etti? Bin yıllık tarihleriyle övünen –aslında bunu da güncel başarısızlıkları nedeniyle alışkanlık haline getirmiş- sağcı, millyetçi, dinci vb gruplara karşı sol, ‘bizim de Bedreddinlerimiz var Spartacuslarımız var’ demek zorunda mı? Neyi yarıştırıyoruz? Bir düşünce ve ekonomik-sosyal formasyonun bin yıllık olması onun denenmiş, doğru, yanılmaz veya kalıcı olduğunu mu kanıtlar? Bu ancak onun geçerli olduğu uzun çağlarda yaşamın kendine has yavaşlığını kanıtlar.
Böyle bir matıkla, sosyalizm düşü bu denli eski bir düşünce ve eylem rehberiyse insana ‘o halde bu kadar bin yıl bu düşünce/eylem neden başarılı olmadı’ diye sormazlar mı? Ben mesela yazılarımda İslamcılara hep bu soruyu soruyorum. İslam eğer bir eşitlik, adalet, özgürlük diniyse neden 1500 yıldır hiç bir Müslüman ülkede eşitlik sağlanamadı? İslam köleliği kaldırmayı amaçlamışsa neden köleliğin kaldırılması Arap coğrafyasında 1970’leri buldu ve ancak Batılıların baskısı sonucu gerçekleşti? Bunlar ilginç sorular ama hem deneme tarzını bozmak istemediğimden hemde artık zaman ve yerim olmadığından her birini cevapsız bırakıyorum.
İtalyan aydınlarının kafa karışıklığı üzerine
Tarihsel meşruluk meselesi İtalyan aydınlarının kafa karışıklığı ile de yakından ilgili… ‘Hakiki modern Avrupa’nın’ periferisinde kalan İtalya 19. yüzyıl sonunda karışık ideolojilerin ülkesiydi ki Faşizm’in kendine bu denli yer bulabilmesinde bu kafa karışıklıkları başat rol oynamış gibidir. Ortak tarih ve kültür algısı İtalyan aydınlarının (siz bunu Türk aydınları olarak da okuyabilirsiniz) soldan sağa sonra tekrar sağdan sola (ve de tersi) savrulup durmalarının temel sebeplerinden biriydi. Burada İdris Küçükömer’in hatalı teorisini tekrar etmeyeceğim. Yani Türkiye’de ‘sağ soldur, sol da sağdır’ denilemez. Doğrusu Türkiye’de ‘sağ sağdır, sol da sağdır’.
İtalya’da faşizminin bütün ‘kurucu babalarının’, fikir önderlerinin, teorisyen ve örgütçülerinin eski solcular olduğu az çok bilinir. Mussolini mesela öyle sıradan bir solcu değil, İtalyan Sosyalist Partisi’nin (PSI) yayın organı olan Avanti’nin yazı işleri müdürüydü. Bu kadarla kalmıyor elbette… Mesela Enrico Ferri (1856-1929) uzun yıllar milletvekilliği yapmış eski bir sosyalist ve Avanti editörüydü. 1922’de Faşistlere katılmıştı. 1929’da senatör oldu. Arturo Labriola (1875-1959) gençliğinde Sorel etkisindeki devrimci bir sendikacıydı. 1913’te bağımsız milletvekili olarak parlamentoya girdi. Faşizmle uzlaşacak kadar ileri gitmediyse de 1911’de Libya Savaşını desteklemişti. Savaş yanlısı olduğundan 1915’te Giolitti hükümetinde Çalışma Bakanı olmuştu. Enrico Corradini (1865-1931) ise soldan sağa transferlerin teorisini yapmıştı. Corradini’ye göre İtalya’da bir sınıf ayrımı yoktu. Bütün İtalyanlar, bir ulus olarak proleterdiler. Fransız ve İngilizler tüm İtalyanları sömürmekteydiler. ‘Proleter ulus’ teorisini geliştiren ünlü şair Giovanni Pascoli (1855-1912) devrimci eylemleri nedeniyle hapis yatmış eski bir sosyalistti. 1911’de tüm İtalyan halkının proleter olduğunu ilan ederek proleter ulus teorisinin destekçisi haline geldi. Maurizio Maraviglia (1878-1955) gençliğinde sosyalistti ama sonradan Corradini’nin etkisinde kalarak milliyetçilere katıldı ve 1923’te Faşist Konseye seçildi vb.
Bu türden örnekler çok. İtalya, Marksizmi ülke şartlarına göre yeni baştan yorumladığını sanan sivri zekalılar ülkesiydi. Gramsci bu aydınlar için şunları yazmış: “Bu Marksizm’in İtalya’daki talihidir (yani talihsizliğidir). Marksizm İtalya’da en aymaz kalem maceracılarının (kalemşör de diyebiliriz) satışa çıkarmak için yarıştığı hazmedilemez soslardaki maydonoz olarak iş görmüştür. Enrico Ferri, Achille Loria, Benito Mussolini bu tip Marksistlerdir”.(1)
Achille Loria (1857-1943) Gramsci’nin deyimiyle ‘ahmakça yazılar’ kaleme alan biriydi. Gramsci neden bu kadar ağır konuşmuş diye şaşırabiliriz; ama Loria’nın yazıları okunduğunda Gramsci’ye hak vermemek elde değil. Mesela Loria’ya göre insanların ahlak seviyesi deniz seviyesinden yüksekliğe bağlı olarak azalıp artmaktaydı. Yükseklerde yaşayan insanlar ahlaken de yüksek seviyede insanlardı. Buna karşı deniz kıyısındakiler ahlaken düşük ve fiziken de zayıftılar. Suçlular için sürekli havada kalan uçan hapishaneler inşa edilmeliydi (herhalde yüksek rakım onları ahlaken de eğitecekti!).(2) Gramsci’nin gözünde Loria vakası ‘teratolojik bireysel bir vaka değildi. Tam aksine o, belirli bir dönemin aydın katmanının mükemmel bir örneğiydi. Gramsci “Lorianizm ülkemizde edebi ve bilimsel üretimin belli bir türünü temsil eder”demekteydi. Loria’nın metinleri okunduğunda Gramsci ve kuşağının yaşadığı zorlukları daha iyi anlıyoruz. Loria havacılık sektörünün yoksulluk ve sömürüyü sona erdireceğini ileri sürmekteydi. Buna göre sömürülen fabrika işçileri bir gün uçaklara binerek kaderlerini değiştirecekler ve kuş sürülerini avlayarak ücretsiz besin kaynaklarına erişecekler böylece kapitalistlerin sömürüsünden de kurtulacaklardı.(3) Aslında mesele Loria’nın dönemin İtalya’sında en seçkin akademik pozisyonlarda bulunabilmesiydi (1881’de Siena Üniversitesi’nde ekonomi politik profesörü olmuş; Padua Üniversitesi’nde ve Torino Üniversitesi’nde benzer bir görevde bulunmuştu, 1901’de Accademia dei Licei’ye seçilmiş 1919’da İtalyan Senatosu’na atanmıştı).
Kafa karışıklığının şiddet boyutu: Flanjist şiddet veya sağın şiddet kültürünün özgünlüğü üzerine
Kafakarışıklığının şiddet boyutu ile ne söylenebilir? On sene boyunca bir kamu üniversitesinde Türkiye Siyasal Tarihi dersi verdim. Bu dersi verirken kendi görüşlerimi mümkün mertebe geride tutarak sağdan sola her hareket ve düşüncenin ders içinde serbestçe tartışılması için gayret ettim. Bu ders esnasında en zorlandığım konulardan biri “80 öncesi sağ-sol çatışması” olarak bilinen olaylar yığınına dair olanlardı. Şimdi bu konuyu objektif bir tarih hocası olarak ‘sağcıların ve solcuların birbirlerini vurup durdukları yıllar” olarak anlatmam gerekiyordu. Ancak bunu başaramadığımı ve şiddetler arasında belirgin nüanslar olduğunu vurgulamak zorunda kaldığımı söyleyeyim.
Yani evet, solcular sanırım 1971-1980 arası 2000-3000 kadar siyasi cinayet işlemişler. Bir bu kadar sağcı cinayeti var. O zaman fark nerede? Fark cinayetlere katılan sadizmin ve Freud dedenin ilgi alanına giren bir takım bastırılmış bilinçaltı fiillerde. Örneğin solcu cinayetleri kaba cezalandırmalar şeklinde işleniyor. Hedef kişinin silahla taranması gibi… Görünürde pek de Freudien bir durum yok. Varsa da fiil bunların ortaya çıkması için yetecek zamanı içermiyor. Sağcı cinayetlerinde ise işin içine sadizm, işkence, ölüm süresini uzatma gibi Freud dedenin ilgi alanına giren bir takım nitelikler var. Yedi TİP’li öğrencinin boğularak katli (Bahçelievler 1978), Demokrat Gazetesi muhabiri Recai Ünal’ın iple boğulması ya da Çorum, Maraş, Sivas olaylarında üzerine benzin dökülerek ateşe verilenler, kadınlara dönük cinsel şiddet gibi ayrıntılar var. Benzer şekilde Hizbullah cinayetlerindeki spesifik vahşet ya da IŞİD ve türevlerinin şiddeti kullanma biçimleri, politik şiddet terimi ile tam manasıyla karşılayamayacağımız farklı bir halet-i ruhiyyeye işaret etmekte. Burada sanki bastırılmış duygular, kin ve cinsel dürtüler/hazlar hep birlikte harekete geçiyor gibi. Hatta bazı arkadaşlar bana kızdılar ama Hamas adlı teşkilatın eylem biçimlerinde de cinsel göndermelere, deşarja bolca rastlıyoruz.
Bu konuda dünya bayağı kafa yormuş durumda. Faşist şiddetin ruhsal ‘çok yönlülüğü’ bilinçaltıyla olan ilişkisi örneğin Pasolini’nin izlemesi pek kolay olmayan Salo filmine konu olmuş ve büyük tartışma yaratmıştı. Yine faşist şiddetin bilinçaltıyla olan ilişkisi W. Reich gibi psikanalistlere malzeme olmuştu. Bu tarzın neden sol versiyonu yok? Burada bir malzeme kıtlığı mı var? İlk bakışta malzeme kıtlığı yok gibi görünüyor. Neticede Sovyetlerde de idamlar, toplama kampları, kurşuna dizmeler bolca vardı ne fark var ki? Diye sorulabilir, soruluyor da… Galiba şu fark var, Sovyet şiddeti sosyolojinin en fazla da siyaset biliminin araştırma nesnesi gibi. Yani devlete karşı gelen, geldiği düşünenlerin imhasından ibaret.(4) Faşist şiddet ise daha ziyade psikanlizmin alanına giriyor gibi. Burada doğrudan devlete karşı gelmenize de gerek yok, yeteri kadar mükemmel olmamanız (mesela renk açısından, cinsiyet açısından, beden eksiksizliği açısından vb) yeterli olabiliyor.
Mesela İspanya İç Savaşı hakkında objektifliğini koruyarak yazmaya çalıştığı belli olan Antony Beevor kitabına hem sağın hem de solun şiddetini yeren bölümler koyarak metni dengelemeye çalışmış.(5) Solun işkence ettiği din adamlarına, toplu infazlarına ve zaman zaman falanjist sivil bölgelerin bombalanmasına değinmiş. Ancak solun bu türden savaş yasaları dışında kalan cinayet sayısının falanjistlerinkinin onda birine eriştiğine dair bir alt metni de kabul etmiş. Yine sağın cinayetlerdeki niceliksel üstünlüğünün yanı sıra nitelikse farklılıklara da değinmiş. Mesela cumhuriyetçi kadın esirlere sürekli tekrar eden toplu tecavüzlerin mukabele edildiğine dair bir kanıt yok. Cumhuriyetçilerin sağcı bir kadını taciz ettiği tek bir iddiadan söz edilmekte. Oysa karşı tarafın cinsel suçları ayrı bir kitap konusu. Toplu tecavüz vakalarının çokluğu yakın zamanda okuduğum Endonezya’da 1 milyon insanın sağcı ve İslamcı militanlar tarafından palalarla doğrandığı 1965 olaylarında da karşımıza çıkıyor. Yine öldürme biçiminde IŞİD ve türevlerinden de tandığımız, kanlı ölüme, organ kesmeye dönük ilgi de faşist/teokratik şiddetin olmazsa olmazı gibi. Bu konunun tarihsel kaynakları da var elbette. Sürekli ortaçağ güzellemesi yapan Avrupa faşizmi ile radikal İslamcılık öldürme modellerinde de ortaçağ kalıplarını kullanmaya önem veriyor ya da bunu daha normal görüyor diyelim. Bu da ‘geleneğe saygı’ olarak görülebilir.
Bu meseleye daha önceki bir yazımda değinmiştim. Hatta bu konuya ilgimi çeken Vincente Aranda’nın Libertarias adlı filmini anmıştım. Filmde anarşist kadın savaşçılar Franco’nun paralı Faslı birliklerince bıçaklarla öldürülüp tecavüze uğruyorlardı. Bu filme bir yorum yazan Tuna Erdem vakti zamanında şöyle demiş “Özgürlük ve eşitlik idealini vurgulayan filmin Müslüman Üçüncü Dünyalıları, koyun boğazlayan vahşiler konumuna yerleştirmesi, tarihi gerçekler ne olursa olsun kendi kendisiyle çelişiyor”. Ne yani, böyle bir vahşeti üçüncü dünyalının yapmaya hakkı mı var? İnsanlar ‘üçüncü dünyalı olursa’ her şey onlara mubah mı oluyor? Aranda falanjist şiddeti yerecek, solun şiddetini de eleştirecek ama Faslılara söz söylemeyecek! Hem de tarihi gerçekler ne olursa olsun. İspanya’da iç savaş sırasında bu tecavüzler o denli yaygındı ki Madrid düştüğünde tüm kadınların ödül olarak sunulacağı vaadinde bulunulmuş ve duvarlara kadınlarını faşist çocuklar doğuracak yazılmıştı.(6) Şimdi ben de bir tarihçi olarak üstelik kendimi de pekala bir üçüncü dünyalı olarak görmeme rağmen bu gerçeklere göz mü yummalıyım?
Kadınlara dönük faşist ve dinci şiddeti sömürgecilik tarihine yaslanarak aklamaya çalışan tavrın bizi şark-i vustada nerelere kadar götürmekte olduğunu görmekteyiz. Bu aklama/paklama çabaları yerine bu türden şiddetin çözümlemesini yapmak zorundayız. Mesela Beevor, sağcıların İspanya’da çok daha kan döktüklerini kabul ederken bile bu çözümlemeyi yapmaktan kaçınmış gibi. “Bu tür savaşlarda kazanan taraf doğal olarak daha çok kan döker” demekte. Aslında bu formülasyonun tersi doğru. Falanjistler kazandıkları için çok daha fazla kan dökmediler, çok daha fazla kan döktükleri için kazandılar. Falanjstler bir kasabayı ele geçirdiklerinde muhalif kimlikle tanınan herkesi ve apolitik de olsa ‘makbul olmayan vatandaşları’ (fahişeler, eşcinseller vb) hemen kurşuna diziyorladı. Orta büyüklükteki yerleşimlerde bile 4 bin, 5 bin, 7 bin kişi bir gecede kurşuna dizilebilmekteydi. Karşı tarafta ise Cumhurbaşkanı Azaña sabah akşam sağcıların idamını engellemeye çalışmaktaydı. Cumhuriyetçi hava kuvvetlerinin falanjist kasabaları bombalamaları, yani bir Guernica yaratmaları engellenmekteydi. Belki onlar da kendi Guernicalarını yaratsalardı savaşı kazanabilirlerdi kim bilir? Savaş, kitle kırımı ile kazanılacaksa kazanmamayı yeğlediler diyebiliriz. Falanjistler için ise böyle bir sorun yoktu. Savaşı kazandıktan sonra bile 200.000 kişiyi idam ettikleri tahmin ediliyor ki bu öldürmekten hoşlandıklarının kanıtlarından biri. Onlarınki planlı bir soykırımdı. Viva la muerte! Bu adamların en sevdiği slogandı. Üstelik falanjist ölüm listeleri sadece politik düşmanları içermiyordu. İspanya’nın ‘milli kimliğine’ uymayan her şeye düşmandılar. Cinayetlerine her zaman cinsel dürtülerin, hazların ve fantazilerin eklendiği görülebilmekteydi. Mesela büyük şair Lorca’yı öldüren Juan Luis Trescastro sonradan şunları söylemiş “Federico Garcia Lorca’yı biz öldürdük. Homoseksüel olduğu için kıçına iki kurşun sıktım”(7)
Kafa karışıklığının bir diğer yüzü: İslamofobi
Yazıyı bitirmeden önce en sevdiğim konulardan biri olan İslamofobiye değinmeden olmaz. Son zamanlarda psikolojiyle de –nihayet- ilgilenmeye başlayan İslamcı aydınlarımız İslamofobi’yi –ama elbette sadece onu- piskoloji biliminin penceresinden çözümlemeye merak sardılar. Böylece tek dişi kalmış medeniyet adlı canavarın buluşlarını onlara karşı kullanabiliyoruz ne güzel! Örneğin İlahiyatçı din psikoloğu (kendisini böyle andlandırıyor) Prof. Dr. Asım Yapıcı, din kaynaklı çatışmaların kaynağını ön yargılarla açıklayan bir teori inaş etmekte. Ama sadece karşı tarafın ön yargılarına odaklanrak ‘yerli ve milli’ bir psikoloji biliminin de temellerini atmakta. Buna göre “Hindistan ve Bangladeş’te Hindularla Müslümanlar, Balkanlarda ve Endonezya’da Hıristiyanlar ve Müslümanlar, Filistin’de Yahudiler ve Müslümanlar, Arakan’da Budistlerle Müslümanlar arasındaki önyargılar” çatışmaların asıl sebebiymiş.(8) Daha doğrusu gayr-i Müslimlerin önyargıları. Asım Yapıcı şöye diyor: “Hıristiyanlar, Yahudiler ve Budistlerin sterotipler ve ön yargılarla mahkum ettikleri Müslümanları kendilerine göre değersiz ve aşağı bir sosyal kategoriye yerleştirdiklerini, kendi sosyal kimliklerini ise evrensel değerleri oluşturan ve taşıyan bir statüye yerleştirerek yücelttiklerini görmekteyiz”.(9)
Mesele halloldu. Hakkında hiç bir bilgim olmadığı ‘din psikolojisi’ branşı böyle bir şey demek ki. Bütün çatışma örneklerinde karşı tarafın önyargılarına odaklanıyoruz. Yani başka dinleri küçümseyip kendi inancını en üste koyan kişilere Müslümanlar arasında rastlanmıyor. Asım Yapıcı bir din psikoloğu olarak verdiği örneğin tuhaflığının farkında mı bilemiyorum. Listesindeki her çatışma örneğinin bir tarafında mutlaka Müslümanlar var. Neden böyle? Neden dünyada Budistler ve Hıristiyanlar çatışmıyor? Yahudilerle Hindular? Yahudilerle Hristiyanlar? Tüm bu dinlere tabi olanlar diğer herkese karşı hoş görülü de bir tek Müslümanlar mı bu hoş görüden pay alamıyor? Merak ediyorum. Buradaki mevzu dünya çapında bir konu değil de bir sınıftaki öğrenciler olsaydı ne olurdu? Sınıfta Solomon, Heinrich, Nguyen Cunh, Kişore ve bir de Ahmed adlı bir öğrenci var. Solomon, Heinrich, Nguyen Cunh, Kişore dörtlüsü kendi aralarında kavga etmiyorlar. Ama hepsi Ahmed’le kavgalı. Solomon, Heinrich, Nguyen Cunh, Kişore dörtlüsü birbirlerine karşı gayet anlayışlılar ama Ahmed’e karşı önyargılılar. Bir psikolog olarak Asım Yapıcı böyle bir sınıfın danışmanı olsa ne yapardı? Sorunu nasıl çözerdi? “Hocam bunların hepsi bana taktı” diyen Ahmed’i her konuda haklı diğerlerini de her konuda suçlu mu bulurdu?
Hatta şöyle de bir örnek verelim. Bilindiği üzere dünyadaki tüm dinsel çatışmaların bir tarafı mutlaka Müslüman ama aslında çoğunun iki tarafı da Müslüman. Suriye, Irak, Pakistan, Libya, Yemen vb.Bu ülkelerde de Müslümanlar mezhep, kabile, şu-bu ayrımı yüzünden sürekli birbirlerini öldürmekteler. Bizim sorunlu sürekli Ahmed’den dayak yiyen Solomon, Heinrich, Nguyen Cunh, Kişore okulu bırakıyorlar onların yerine sınıfa Vahhab, İsmail, Ali, Yunus adlı öğrenciler geliyor. Şimdi sınıf daha da gürültülü. Vahhab ve Ahmed önce İsmail ile Ali’yi dövüyorlar. Yunus onlara engel olmaya çalışıyor. Vahhab ardından ‘ayıptır kavga etmeyelim’ diyen Yunus’u da dövüyor. Ahmed’in kafası iyice karışıyor. Sonunda Vahhab, Ahmed’i de dövüyor. Artık sınıfta tek başına Vahhab var, böylece kafakarışıklığı sona eriyor ve huzura eriyoruz.
Dediğim gibi ‘din psikolojisi’ nedir bilemem ama Asım Yapıcı soruna cevap ararken benim alanım olan tarihe el atmaya başlayınca ve bu önyargıların kaynağının tarihsel olduğunu savunmaya yönelince mevzu değişiyor. Buna göre Ortaçağ’dan kalan İslam düşmanlığı, Haçlı Seferleri, sömürgecilik Batı’da İslamofobinin kaynağıymış.(10) Peki; bu sav doğruysa Yahudi-Hıristiyan karşıtlığına ne oldu? Nasıl oldu da Avrupa’da kökenleri antik çağlara kadar inen anti-semitizm yerini Yahudilerin Batı dünyasıyla uyumlu bir yaşam kurabildiği yeni bir döneme bıraktı? Tarih her türlü çatışmanın kaynağıysa Batı ‘Yahudi sorununu’ nasıl çözdü? Ortaçağda vebayı yaymakla suçlanan Yahudiler topluca yakılırdı. ‘İsa katilleri’ olarak anılan Yahudilerin Hıristiyan çocukları kaçırıp kanlarını içtikleri iddia edilirdi. Hangi köyde bir çocuk kaybolsa Yahudilere dönük cadı avları başlardı. Avrupa’da o günlerden bu günlere nasıl gelindi?
Asım Yapıcı Avrupalıların dünya genelinde yaptıkları zulümleri bilinç dışına ittiklerini, II. Dünya Savaşı’nın yarattığı travmalarla yüzleşmediklerini iddia ediyor. Hem de sinemadan edebiyata Yahudi soykırımı meselesinin bu denli güçlü işlendiği bir ortamda! Asım Yapıcı’ya göre Hıristiyanlar sömürgecilik ve dünya savaşları dahil insanlığa yaşattıkları vahşetleri önce inkar etme mekanizmasıyla yok saymışlar sonra yansıtma ile kendi suçluluklarını Müslümanların üzerine atmışlar.(11) İşte Batı, kendi silahı olan psikoloji ve psikanalizmle böyle yere serilir. Tebrik ediyorum sizi hocam.
Evet akademi bu durumda. Önce tarihsel gerçekleri alt-üst ediyorsunuz sonra da benim bile liseden hatırladığım bir iki psikoloji terimiyle bunları kaynaştırıp yeni bir tez üretmiş oluyorsunuz. Bir kere dünya savaşlarının Hıristiyanlıkla ne ilgisi var? Dünya savaşlarına yön verenler ulusçuluk, ırkçılık, nasyonal-sosyalizm gibi modern ideolojilerdi. Avrupa’da 1648’den beri dinsel bahanelerle çıkarılmış bir savaş yok. Bu tür çalışmalarda hep karşımıza çıkan toptancı bir anlayışla Haçlı Seferleri dünya savaşları gibi birbiriyle ilgisiz olayları yan yana dizerek değişmez tarihsiz bir Hıristiyan-Batı imgesi yaratılmaya çalışılmakta. Bu ‘occideantalist’ bakış Batı kaynaklı bütün yayılmacı hareketleri tek bir tarihsel olgunun türevleri gibi göstermekte. İronik olarak Batıyı Müslüman dünyayı sterotipleştirmekle suçlayan hemen her entelektüel aynısını Batıya karşı yapmakta. Ayrıca Dünya Savaşına Osmanlı’nın katılımına ve bu ‘suça’ ortak olmasına ne diyeceğiz? Savaşı dinselleştirmek için Türk-Alman ortak projesi olan Cihad-ı Ekber’i nereye koyacağız? Osmanlılar hakkında Arap ve Ermeni iddialarına ne diyeceğiz? Asım Yapıcı cihan harbine Osmanlıların da katıldığını ve savaş sırasında yaşananlarla ilgili tartışmaların vahametini bile bile neden böyle bir örnek verme gereği duyuyor kavramak zor.
Neyse madem bir ‘din piskoloğu’ tarih alanına dalıp bu denli iddialı tezler üretmekte ben de bir tarihçi olarak ‘din psikologlarına’ çalışmalarına kolaylık olsun diye kendi alternatif tezimi üreteyim. Bence her dinin bir yaşı var o dini kabul eden insanlar kaç yaşında olurlarsa olsunlar Mahzar Alanson’un şarkısındaki gibi hep o yaşta kalıyorlar. Mesela Hıristiyanlığın yaşı 30, ne genç ne yaşlı. Hala genç aktif ama biraz da olgunlaşmış. Dünyadan hemen öyle vazgeçmeye hazır değil. Yaşı gereği pek dindar da değil, ölüm korkusundan da ve çocukluk masumluğundan aynı mesafede uzakta. Yahudinin yaşı 40, daha olgun, kurnaz, gelecek planı yapabiliyor, yarını çok sonrasını düşünüyor, çünkü yaşadığı kadar yaşamayacak biri gibi hissedip, sürekli geleceğe yatırım yapıyor. Budist’in yaşı 70, bu dünyadan beklentisi kalmamış, duyarsız, hırsları sönmüş, gölge etmeyin derdinde. Konfüçyüs’ün yaşı ise 90, bilgeliğin doruğunda ama mecalsiz. Hindunun yaşı 7, eğlenceli bir çocuk, hoplayıp zıplayacak, şarkı söyleyip dans edecek, ara sıra tanrıların gazabından öcü gibi korkup kendine çeki düzen verecek, ardından gene bildiğini okuyacak. Müslümanın yaşı 14, yeni ergen. Heyecanlı, çevik, enerjik, her şeyin doğrusunu o biliyor. Eleştiriye tahammülü yok bir de libido yüksekte, duyarlılıklar dış etkilere sonuna kadar açık. Alıngan, hep haksızılığa uğradığına inanıyor (hoca ona takık). Her an patlamaya hazır bir volkan gibi. Asım Hocam beğenir mi bilemiyorum. Ama din piskolojisi açısından bu çözümlemeler işe yarar diye düşünmekteyim.
Neyse hanımefendiler ve beyefendiler bir yıl boyunca sizlere misafir oldum. Sürç-ü lisan ettikse affola. Benim için öğretici bir deneyim oldu. Her yazı için ortalama iki-üç gün okuyup hazırlık yaptığımı söyleyebilirim. Bazı meseleler yarım kaldı ama onlar artık başka bahara. Şimdilik arrivederci.
Notlar:
(1) Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri Cilt 1, çev. Ekrem Ekici, Kalkedon Yayınları, İstanbul, 2015, s.537.
(2) Gramsci, a.g.e. s.145.
(3) Gramsci,a.g.e.s.452.
(4) II. Dünya Savaşı sonunda Alman kadınlara dönük cinsel saldırılar müstesna, bu da solun yüzleşmesi gereken bir durum.
(5) Antony Beevor, İspanya İç Savaşı 1936-1939, çev. Onur İşçi, Alfa, İstanbul, 2022, özellikle Kızıl Terör ve Beyaz Terör bölümleri.
(6) Bevoor, a.g.e.s.160.
(7) Bevoor, a.g.e.s.161.
(8) Asım Yapıcı-Feyza Yapıcı, “Ön Yargı ve Ayrımcılık Bağlamında İslamofobi, Dini Sosyal Kimlikler Arası İlişkilerde Değişim ve Süreklilik” İlahiyat Akademi, İslamofobi Dosyası, Sayı 6, 2017, s.9.
(9) Yapıcı, a.g.e.s.10.
(10) Yapıcı, a.g.e.s.13-15.
(11) Yapıcı, a.g.e.s.15.
(Duvar Gazetesi – 10 Aralık 2023)