GüncelMakaleler

Tutsak Partizan | Acı Sevinç Med-Cezir Yaşanır Dört Duvar Arasında

"Birinci gün, ikinci gün, üçüncü gün… Yalvaran insanlar “Duyuyorum seslerini yaşıyorlar” feryatlarıyla seslerini duyurmak için, kendilerini paralıyorlardı…"

“Boğazım düğüm düğüm, hıçkırıklar…” dizelerini ülkece yaşadığımız günler içerisindeyiz…

6 Şubat 2023… Sabah 06.30 gibi yine güne başlamak için kalkıp, önce banyoya gidip el yüz yıkamam ile sonra su ısıtıcısına su koyup açtım. Kahvaltı arabası koridora girdiğinde su ısınmış, çayı demlemiştim. TV’yi açtım, sabahın haberlerini dinlemek için. Yatağı toplayıp, üstümü değiştirdikten sonra, kahvaltı hazırladım.

Çay demlenmişti ve bardağa çayı doldurup sandalyeye oturduğumda… Sabaha karşı 04.20 sularında, Maraş merkezli 10 ili kapsayan deprem haberini gördüğüm anda… Zaman durdu, mekân sessizliğe gömüldü, aydınlık beklerken karardı dünya… Bardakta çay, masada kahvaltı öyle dururken, ben saat 8.00’a kadar kaç sigara içtiğimi bilmeden, aynı havalandırmayı paylaştığım yan hücrelerde kalan arkadaşlarımın günaydın sesleriyle kendime geldiğimde, gün yeni yeni ağırıyordu.  Kahvaltıyı topladım, soğumuş çay, yine de sıcakmış gibi içtim, soğukta kalan insanları izlerken. Sayım geldi –gittiğinde ben hala ekran başındayım. Saatler ilerledikçe, yıkımın da daha belirginleştiği afet, daha bir anlaşılır oluyordu…

Feryat edenler, yardım isteyenler… Yaralılar, ayakkabısız-montsuz pijamalarla yalın ayak ağlayan çocuklar, anneler-babalar, kardeşler… Göçük altından çıkanlar, kalanlar için, kalanlar çıkanlara seslerini duyurmak için çırpınan insanlar ikiye ayrılmış bir yaşam, hayatın orta yerinde…

Çaresizlik İçinde Çare Aramak; Yasak!

Birinci gün, ikinci gün, üçüncü gün… Yalvaran insanlar “Duyuyorum seslerini yaşıyorlar” feryatlarıyla seslerini duyurmak için, kendilerini paralıyorlardı…

Ankara’dan duyulmadı, görülmedi… Ankara uzakta mıydı yoksa! Aslında Ankara o kadar uzak değildi fakat halkında uzakta uzaklaşmıştı. Ankara’da saraylar, saltanatlar içerisinde kalan beyler, göçük altından gelen sesi duyabilir mi? Göçüğün üstünde feryat edenleri görmeyenler, göçüğün altını duyamaz da zaten. Bir damla su, ısınmak için bir battaniye, üşüyen çocukların derdinde insanlar; çaresizliğin girdabında kalmak…

Ankara sessiz ama hiçbir şey yapmadı değil. Ankara en iyi bildiği ve uyguladığı şeyi vakit geçirmeden hayata geçirdi sosyal medyayı engelleyerek! YASAK! Neyin yasak olduğuna karar kanunlarla değil, siyasi partiler ve hükümetin selametinin ve ruh halinin verdiği ülkede, yasaklamalarla “düzen” sağlayan devlet ile yüzleşti önce 10 ilde kalan afete yakalanan ve onların yaşadıklarına şahit olan 84 milyon insan… Dünya izledi bu gerçekliğimizi. Ve sorumlu elbet vardı ve onlar da alelacele derdest edilip tıkıldı mapushanelere. Herşey kontrol altında, devlet bölgede, hükümet çalışıyor böylece… Ankara yine görev ve sorumluluğunu layıkıyla yerine getirdi, tıpkı Soma, tıpkı hızlı tren veya Van depremi gibi yaşanan her yaşanmışlıkta olduğu gibi… Ve elbet yine “helallik isteyenlerin koro halinde timsah gözyaşlarıyla insanlara gidip, bir tarafında tehdit, şantaj ve baskı ile sinkaflı sözleri sıralamadan asla geri durmadılar. Acaba kimler kandırıyor yine bu muktedir beyleri?!

Bir de işin içine “Dış Mihrak” oyunu diye “HAARP” adıyla yaşanan afeti izah etmeleri yok mu? Gel de deli olma bu işe! Bir yandan “Allah’tan” diye izah edip, “Kadere”, indirgenen aczin faturası, diğer yandan “Dış Mihrakların” saldırısı oluyor. O vakit bu HAARP oyunu varsa gerçekte, Allah gibi mi bir şey var karşımızda?!! Sormak lazım bu ucube akıl danelerine…

Öfkem kabına sığmıyor. Duygularım med-cezir, düşüncelerim dejavu yaşıyor! Bir ülkede yaşayan milyonlar, kendi yurtlarında, iç güveysi gibi yaşamaya zorlanırken, öfkelenmemek kalpsizliktir! Battaniye, pantolon, mont, kazak, ayakkabı… birçok eşyamı yıkım olan bölgeye göndermek için, fakat bir insana ulaşmamız- bir tutsak olarak, YASAK’tı her şeyin bize YASAK olduğu gibi. Bir de gönderebilseydik ne olurdu ki… Giden yardımlar depremzedelere ulaşmadı ki! Ortalığa atılan eşyalar, satılan gıda-çadır vb. ihtiyaç malzemeleri… Devlet bir organizasyondur, bir örgütlenmedir denilir yaa… Bir afette organize olamadı bir devlet… Ne göçüğe/altında kalana, ne göçüğün üstünde karda-kışta kalan insanlara yardım etti, onu organize edemedi…. “SİHA’lar ilk günden deprem bölgesindeydi” diye övünen garip kişiliklerin açıklamaları ise, yaşanan afetle ve onun yaşayanlarla dalga geçercesine dile geliyordu. On gün görünmeyen sağlık bakanı çıkıyor bir yerlerden ve yine elbet sorumlu olmadığının üstüne basa basa aymazca destek istiyor. Tüm hükümet, devlet yetkilileri gibi. Hani “Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça” diye dizeler var ya, onu yaşatmaya ısrarla devam ettiler-ediyorlar…

Burası dört duvar ve dikenli tellerle çevrili her şeyin YASAK’landığı mahpushanelerden sadece biri. “Türkiye Tek Yürek” diye anlatılıp duruyor ya, biz tutsaklar bu yüreğe dahil edilmiyoruz, engelleniyoruz, yasaklanıyoruz… Oysa biz de kendi kavlimizce maddi olanağımız ile bir ses, bir nefes olmak isterdik insanlarımıza. Fakat bu istemimiz duvarlara çarpan gerçekliğimizi ve insan olmanın “lanetli” halini yansıtıyor. Biz insana değil, insanlığa el uzatmak, sevmek, kucaklamak isteğiyle yanıp tutuşurken, bu da yasaktır bizim için.

Son  Kızılay’a (07 Şubat …) Kan bağışı yapmak isteğimle bir başvuru yaptım diğer arkadaşlarımla… fakat bu insani istemimiz de kabul görmedi. Sağlık Bakanlığı bizlerin kanını istemiyormuş. Belki bir canın yaşama devam edeceği o kan, istenmedi… Hoş istenseydi, verseydik de kanın satıldığını öğrenince “her şerde bir hayır” olduğu düşüncesiyle açıkçası mutlu da oldum. Tabi afet nedeniyle arkadaşlarla ne yapabiliriz diye düşünüp, 3 günlük iaşemizin parasını depremzedelere bağışlanması fikrinde mutabık kaldık. Adalet Bakanlığı ve hapishane idaresi dilekçelerle, 3 günlük iaşe almak istemediğimizi, iaşe parasının depremzedelere gönderilmesini belirten talepte bulunduk. Üç gün iaşe almadık. Kantinden temin ettiğimiz birkaç adet hazır çorba ve bisküvi ile üç günü tamamladık. Zaten yemek-içmek hali mi kalmıştı bizde…*

Biz de memleketteki her insan gibi, Ankara’nın dehlizlerinde planlanan herşeyin faturasını ödeyen ezilen-sömürülen insanların yaşadıklarını izlerken; dejavu halinde bir adeta kısır döngü hali içerisindeyiz.

Hayatımda unutamayacağım anlardan bir kaçı kazındı hafızama. Acı ve sevinç… Her iki duygu yoğunluğu anında gözyaşı dökmek, aynı anda bu duyguları yaşamak… Kırkaltı yıllık ömrü hayatımda, bu kadar gözyaşı hiç dökmemiştim. Aslında ağlamayı bile beceremem. Yok öyle “erkekler ağlamaz” gibi ucube düşünceden dolayı değil ağlayamamam, olaylara bakış açısından gelir nedeni.

Çok defa zorlamışlığım vardı şöyle salya sümük ağlamak isteğim ama olmazdı. Ve bugün 22. Günündeyiz depremin ve halen artçılar da sürerken, yıkılan evler altında kalanları izlerken; gözlerimin pınarı bir nehir gibi süzülüp yanaklarımdan akıp gidiyor. Bu durum beni hem mutlu eden hem öfkemi bileyen-tazeleyen, hem de umudumu yeşerten, büyüten ruh haliyle bir damla gözyaşına resmetmekteyim. “Su damlasına yazılmış” Hayatların gözyaşıma resmi.

Nasıl olmasın mutlu ben… nasıl umut dolmasın yüreğim… Her canlı çıkan insan ile; hele o bebeğin bakışı… dünyayı incelerken neler düşünür bilinmez ama o bakış umut, o bakış korkusuzluk, o bakış sağlık ev mutluluk oldu bende. Bir de bir itfaiye erinin enkaz altında kalan o gözlüklü kızı çektiği an. O beton bloklar arasında, sımsıcak gülümsemesiyle her şeye inat umut her daim var, her dem taze olduğunun göstergesidir. Nasıl unutulur o bakışlar… unutursam kalbim kurusun… hem o bakışları, hem o bakışları o hale getirenleri. Asla unutmadan ileriye her dem ileriye, hep birlikte el ele, omuz omuza…

Mahpus olmak; mahpus insanının sevinmesi, üzülmesi YASAK oluyor yaşamış… Bunu yaşayacaksa, sessizliğin altında yaşamalı dört duvarın arasında ve bu dayanılmaz hislerle yalnız yaşamaya tutsak…. Tektir bizim payımıza düşen…

Bir damla kan umut olsun istersin, YASAK! Ve bir de satılır…

Bir beden ısınsın istersin, kıyafet yollamak YASAK!

Maddi destek olmak istersin, gönderemezsin YASAK!

Senin üzülmen, sevinmen, konuşman, yazman YASAK!

Sen yastasın dört duvar arasında, ama dört duvar arasına sığmayan sen, siz-biz olur hayatın orta yerinde, buluşursun bir şekilde. Umut ile direnirken, öfkeni bileyerek sevmenin güzelliğini yaşatır, özlemlerin tohumlarını ekersin yüreklerde. Bundandır devrimci tutsak teslim alınamaz. (Edirne)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu