ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi doğrultusunda yönetmek istediği ve önemli oranda da başarılı olduğu Arap İsyanlarını birçok kez halkın demokratik devrim özleminin çalınması olarak tanımlamıştık.
Demokratik devrim özleminin; on yıllardır yönetildikleri diktatörlüklere yönelik öfkenin bir tezahürü olan isyanlar, emperyalizm elinde pasifize edilmiş ve parçalanmıştır.
2011’deki Arap İsyanlarının yarattığı şartlar; Libya, Irak ve Suriye’nin fiilen parçalanmasına neden olurken; bu parçalanma artık Yemen’de yakın, Mısır’da ise potansiyel bir ihtimal olarak gündemdedir.
Ancak önemle bahsedilmesi gereken nokta, buradaki parçalanmadan Suriye’de Rojava pratiğini ayırmak gerektiğidir. Her ne kadar ABD’nin BOP kapsamında Bölgesel Kürt Yönetimi olsa da ipler tamamen emperyalizmin elinde değildir; emperyalizme rağmen gelişen bir içeriğe sahiptir.
Rojava’nın ilanı ve devamında Kürt Ulusal Hareketi’nin bölgesel ilerleyişi bölge gericiliğinin gelişimini engellemiş ve emperyalizmin bölgesel planının önüne set olmuştur. Çünkü tablo her ne kadar hakim sınıflar nezdinde bir bölünme olsa da esas olan dört parçada bir birleşme hamlesi olarak emperyalizme karşı bir içeriğe sahiptir.
Suriye ekseninde çeşitli evrelerle süregelen savaş bugün artık bir düzenlemeyi işaret etmektedir. Savaşın 2011 yılında olduğu gibi devam ettiği söylenemez. Ancak savaşın geldiği evre artık daha fazla bölünme ve parçalanmayı da ön görmemektedir. Durumun gösterdiği tablo bu saatten sonra mevcut parçalanmaların bölge devletleri ve hakim sınıfları nezdinde kabul görülmesi ve sindirilmesinden ibaret olmaktadır. TC açısından ise bu tablo yıllara varan tahammülsüzlüğün devam ettiği şeklinde kendini Suriye sınırlarına dönük yapılan askeri yığınaklar gösterdi.
Sınır güvenliği değil, Rojava’nın boğulması!
Kobanê direnişi ve bölgeye giren Peşmerge güçleri ile birlikte ABD’nin Rojava üzerindeki planları az da olsa belli olmaya başladı. DAİŞ’e karşı verilen direniş ile YPG dünya nezdinde meşruluğunu bir manifesto ilan etti. Ortadoğu devletlerinin çaresiz kaldığı DAİŞ karşısında zaferi ile KUH, bugün kolay geçilebilecek bir köprü olmadığını göstermiş oldu. Öyle ki başta TC olmak üzere birçok bölgesel taşeronun KUH’a karşı herhangi bir tasarrufu ciddi bir krizin tetikleyicisi niteliğindedir. Bu açıdan bölge devletlerinin KUH karşısındaki çaresizlikleri gün gibi ortadadır.
Özellikle Kobanê direnişi ile birlikte mevcut sınırlarda bugün yeni bir dönem yaşanmaktadır. Kürt halkı sınırları aşmanın yanısıra bu sınırlarda tarihsel olarak da zapt-u rapt edilmiş bir gerçeği özgürleştiriyor. “Sınır krizi” karşısında bu zamana kadar çeşitli biçimlerde saldırılar gerçekleştiren, örgütlediği illegal tekfirci teröristlerce katliamlar gerçekleştiren TC, bu güne kadar elde edemediğini, sınırlara yaptığı askeri sevkiyatla gerçekleştirmek istiyor. Her ne kadar bunun adına sınır güvenliği veya güvenlik sahası denilse de bunun Rojava’nın boğulma amacı taşıdığı ve TC’nin tarihsel misyonunun bir tezahürü olduğu açıktır.
Bölge “bataklığı”ndan en az zararla çıkmanın çırpınışı
TC’nin iç politikada erken seçim için sınırlara askeri sevkiyat yaptığına dair açıklamalar bir yana bu askeri sevkiyatın bu içerikte olmadığı ya da salt bu içerikle okunmayacağı ortadadır. Suriye üzerine çeşitli biçimlerde dile getirdiği talepleri ile Türkiye, bugün gelinen aşamada güvenlik bölgesini dillendirmekte ve ısrar etmektedir. Esad’ın devrilmesi ve tekfircilerin örgütlenmesi için istenilen güvenlik bölgesi, şimdilerde Rojava’nın oluşumu ve Esad’ın askeri ve siyasal olarak gücünü tesis etmesi ile kendi güvenliği için istenir oldu.
Hiç kuşkusuz ABD, Suriye politikasından bir kârın yanısıra bölgede rol alan taşeronlarının istikrarı ile de çıkmak istemektedir. Bu konuda ABD’nin Suriye’den sorumlu yetkilisi emekli general John Allen ve Pentagon Savunma Müsteşarı Wormuth, Türkiye’de bir gizli bir toplantı gerçekleştirdi. Bu toplantıda masaya yatırılan konuların “sınır güvenliği ve Kürt bölgeleri” olması çeşitli ipuçlarını ortaya koymaktadır.
TC’nin sınır güvenliği tartışmaları ekseninde oluşturmak istediği güvenli bölge, ABD tarafından reddedildiği şeklinle tarif edilse de ABD bunu henüz vakti gelmemiş bir proje olarak ifadelendirmektedir. Burada açık biçimde belirtmek gerekir ki bu güvenlik bölgesi en başından bu yana askeri konumlanışı ile ABD tarafından sağlanmaktaydı. Mesele ise bu istihbaratın TC tarafına bırakılmasıdır.
Suriye politikasında ise ABD’de Michael E. O’Hanlon imzasıyla ortaya konan politika, ciddi tartışmalar yaratmaktadır. Önerilerde, bölgede bir konfederal yönetim kurulması tartışılmaktadır. “Dekonstürüksiyon” olarak ortaya konan bu proje Suriye’de kurulacak konfederal sistemde bir merkezi hükümet olmakla birlikte otonom özelliği oldukça yüksek özerk bölgeleri de öngörmektedir. Bu öngörü içinde ise hayata geçirilecek birçok proje bulunmaktadır. Ancak bu projede en temel olan bölgede merkezi hükümetin dışında kalan otonom bölgelerin ABD, Suudi Arabistan, Türkiye, İngiltere ve Ürdün tarafından denetim altına alınacak olmasıdır.
Bu ise esas olarak Suriye’de hayata geçirilecek bir yapı söküm projesi iken aynı zamanda PYD kantonlarının denetim altına alınması, sömürgeleştirilmesi kapsamını da içine alıyor. Ancak bu proje uluslararası engellerin hesaba katılmaması ile oluşturulan bir projedir.
Amaç emperyalizmin pazar ihtiyacı
ABD emperyalizmi bölgesel çıkarları doğrultusunda uzun bir süredir bir dizayn sürecine girmiş bulunmaktadır. Bu çabanın ürünü olarak özerk bölgelerin denetimi, buraların pazarını kendine göre şekillendirmekten ibarettir. Oluşan bölgelerin Esad’ın tahakkümünden korunması şekliyle ifade edilen bu proje aynı zamanda TC’nin istediği bir projedir.
Ancak ne var ki Rusya, Çin ve İran devletlerinin olmadığı varsayımı üzerine kurulu bu stratejinin geleceği ne kadar garanti bilinmez.
Zira 2011 kapsamında silahlı grupların Humus’un Baba Amr bölgesini “kurtarılmış bölge” haline getirmesi, tıpkı Libya’da olduğu gibi “sivilleri koruma” gerekçesiyle güvenli bölge oluşturulması hedefine yönelikti. Ancak o dönemde “insani yardım koridoru” oluşturma adıyla BM’ye getirilen karar tasarısı 4 Şubat 2012’de Rusya ve Çin tarafından veto edilmiş; böylece ABD de “güvenli bölge” önündeki uluslararası engelin büyüklüğünü görmüştü. Bu açıdan istenilenlerin bu zamana kadar nasıl bir engeli bulunuyorsa bundan sonra da bulunacaktır. Bu açıdan emperyalistler arası pazar dalaşında gelinen evre ile bu süreç bir netlik kazanacaktır.
TC için savaşın sonucu şimdiden belli!
En başından bu konuya “TC için savaşın sonucu şimdiden belli!” kanaatiyle başlamak yanlış olmaz. Açık biçimde TC’nin Suriye’ye saldırı hesabı stratejik yenilgisini derinleştirir. Bu, aynı zamanda iç politikada da bir krizin temellerini oluşturur. Suriye’deki politik gelişmelerin bir tarafı olan ve bütün tekfirci örgütleri aktif olarak destekleyen Türkiye’nin belirlemiş olduğu strateji bütünüyle çökmüştür. Bu bakımdan DAİŞ ve El Nusra merkezli Fetih Ordusu’nun alacağı herhangi bir askeri yenilgi, Türkiye’nin politik yenilgisiyle eş değerdedir.
Esad ve Hizbullah’ın Suriye merkezinde başlattığı büyük saldırı ve YPG’nin bölgede sürdürdüğü temizlik operasyonu, TC’nin çıkmazını derinleştirmiştir. TC’nin Suriye içindeki imtiyazları için istediği güvenlik bölgesini şimdi ise demografik yapısı için istemektedir. Bu hevesle sınıra yaptığı askeri sevkiyat aynı zamanda bir korkunun tezahürü olmakla birlikte dış politikada yenilginin resmidir. Rojava’nın sınır bölgeleri DAİŞ ve El Nusra’nın elindeyken, Türkiye için herhangi bir güvenlik sorunundan bahsetmeyen, aksine tekfirciler için güvenlikten bahseden TC, PYD’nin kritik sınır bölgeleri üzerinde hakimiyet sağlaması ile kendi telaşını gizleyemez olmuştur. Rojava’daki bu gelişmeler her ne kadar telaş ve kriz ortamı yaratsa da halk kitleleri için bir zafer ve manifestodur.