Türkiye, stratejik derinlik diyerek propaganda ettiği dış politika ekseninde gerçekleştirdiği provokasyonlar ile gündemden neredeyse hiç düşmedi. Öte yandan “One minute” çıkışı ile özellikle İslam toplumları üzerinde siyasal otoritesini pekiştiren Erdoğan’ın, Müslüman Kardeşler ile olan organik bağı Arap Baharı ile ortaya çıktı. Hasan El Benna’nın ardından kendini Müslüman Kardeşler’in genel sekreteri olarak ilan eden Erdoğan’ın bölgesel tahayyülü halifelik olarak öne çıktı. Erdoğan bir yana, tüm bu gelişmeler Türkiye’nin dış politikasını da gösterir türdendir. Özellikle Suriye politikası kapsamında açığa çıkan provokasyonları, bugün dünya kamuoyunda inkar edilemeyecek bir gerçek. Dünyanın hiçbir yerinde artık itibar görmeyen bir siyasal figür olarak Erdoğan, bugün çeşitli çıkışlarla “normalleşme” sürecini başlattı. Dünya konjonktüründe ortaya çıkan konu, stratejik dengelerin sürekli değişim gösterdiği ve TC’nin de emperyalist efendilerinin politikalarına ayak uyduramadığı gerçeğidir.
2011 yılından bu yana uyguladığı sefer politikası ile TC’nin, bölgesel olarak ters düşmediği hemen hiç kimse kalmadı. Suriye için tehditler savuran, Rus uçağını düşüren, Avrupa’yı mültecileri kullanarak tehdit eden TC, son süreçte elinde kullanılacak argümanı kalmayınca bu kez de “normalleşme” politikası izlemeye başladı. Ancak Ortadoğu’da süren DAİŞ terörü karşısındaki konumlanışıyla DAİŞ’in kovanı olan Türkiye’nin uzun bir süre bölgesel olarak ilişkileri düzelmeyecek gibi görünüyor. Bu girişimlerin arkasında yatan temel sebep, bölgesel dönüşüm sürecinden Türkiye’nin bir fonksiyonunun olmadığı ve dikkate alınmadığıdır. İşte tam da böylesi bir ortamda ortaya çıkan “normalleşme” politikası bir rezaletten başka bir şey değildir. Dibe vurmuşluğun en yalın örneğini gördüğümüz bu günlerde “dünya liderliği” sloganının yerini “dünyanın rezaleti, yüz karası” sloganının aldığı ortadadır. Özellikle bölgedeki derin güvensizlik sarmalı içinde olan TC, artık yalnızlığına serenat yapmakta ve kendi stratejik planları kendisini vurmaktadır. Bu noktada havalimanı saldırısı da her şeyden önce DAİŞ’in TC’nin “normalleşme” politikasına yönelmesinden başka bir anlam taşımıyor.
Çıkmazdaki arayış ve tutunacak dal bulamamak
Suriye’yi iç politikasına dönüştüren ve buradan kendine büyük misyon biçen birçok ülke aynı sıkıntıyı yaşamaktadır. Rusya’nın Suriye’deki savaşa katılımı ve neticede ABD ile Rusya’nın Cenevre’de anlaşmaya varması bölgede, TC gibi birçok ülkeyi korkular diyarına sürükledi. Aynı durum İsrail için de geçerlidir. İsrail de Suriye’deki savaştan elde ettiği mevzileri (başta Golan Tepesi) bırakmak istemiyor. Bu noktada Rusya ile bir dizi görüşme gerçekleştirdiyse de istediğine ulaşamadı.
Türkiye ile Rusya arasında Kasım 2015 tarihinden beri devam eden gerginlik Erdoğan’ın dilemeyeceğim dediği özrü dilemesi ile “son buldu”. Ancak Rusya “Özür geçmişte yapılanların unutulacağı anlamına gelmemeli” şeklinde bir açıklamayla Türkiye’yle bu konu üzerinden daha çok uğraşacağının sinyalini vermiş oldu. Türkiye’nin sadece Rusya ile değil, İsrail’le de anlaşması aynı kaygının örneğidir. Aynı şekilde Türkiye’nin beş kez Suriye ile görüşme gerçekleştirmesi vb.
Bu görüşmelerin esas emaresi bahsini ettiğimiz üzere stratejik dengelerden bağımsız bir Türkiye’nin denge arayışıdır. Zira İran’ın Suriye’de edindiği pozisyon Türkiye’nin görmeyi ummadığı bir süreçti. İran’ın nükleer anlaşması neticesinde İsrail karşısındaki gücünü pekiştirmesi ve Velayet-i Fakih ordusu olarak Hizbullah’ın birçok bölgede örgütlenme yaratması DAİŞ’e destek veren ülkeler açısından ciddi tehdit anlamına gelmektedir. Gergin ilişkilerin yaşandığı diğer ülkelerden farklı olarak Rusya’nın Türkiye’ye dönük aldığı cezalandırıcı önlemler, ekonomik açıdan Türkiye’yi önemli bir bedeli göze almak zorunda bıraktı.
Bu krizin içeride geniş kesimler üzerinde yaptığı etki, mevcut gerginliklere siyasal perspektiften ziyade ekonomik rasyonalite ve sermaye çıkarları perspektifinden bakma yönündeki iradeyi güçlendirdi. Bu durum iç politikada Türk komprador burjuva kesimler tarafından “normalleşmeyi” dayatan bir etki yarattı. AKP’nin ekonomi ve iç politikadaki çıkmazına etki olarak böylesi bir tabloda sermaye kesimine rest çekmesi krizi derinleştirecektir. Bu açıdan AKP’nin hiç de yolunda gitmeyen ekonomisi ve iç politikası bu süreci şart koşan bir nedendir. Oysa krizi kriz ile çözme ve buradan siyasal olarak bekasını besleme çabası AKP’nin sorunları sadece ötelemesine neden olacaktır. Öyle ki Rusya veya İran gibi ülkelerle yaşadığı sorunlarda daha çok Batı’yı ve özellikle de ABD’yi bir manivela olarak kullanmaya çalışsa da iç ve dış politikada başarısızlığı ve dizginlenemeyen hırsı ile amacına ulaşamamaktadır.
Stratejik derinlikten stratejik zorunluluğa
Sonuç olarak TC, bu gelişmeler neticesinde şimdi kendine manevra alanı yaratmaya çalışıyor. Stratejik derinlikle başlattığı katliam politikaları ve Ortadoğu hamiliği TC’nin özürleri ve “normalleşme” politikası ile tuzla buz oldu.
Hal böyle olunca reel politika açısından AKP’nin en başa dönerek iç politikada da ılımlı söylemler tutturmaya çalışması gerekir, ancak bunu yapabilecek güç ve konumda olmadığından daha da sertleşmeye sürüklenmektedir. Zira İsrail ile olan ilişkiler özellikle muhafazakâr kesimde etki yaratmış durumdadır. ABD’nin Ortadoğu’da istediğini elde edemeyişi ve Suriye politikasına katılım gösteren devletlerin de bu evrede bir kâr elde edemeyişi ciddi bir krizdir. Mülteci olgusu ve bunun istismarı kapsamında yayılım gösteren DAİŞ terörü de kapitalist-emperyalist devletlerde krizi katlamaktadır. ABD’nin düşen prestiji karşısında Brexit ile AB’den ayrılan İngiltere bugün küresel olarak emperyalist gücünü yaygınlaştırmanın fırsatını yakalamış durumdadır.
Emperyalist devletlerin kendi aralarında patlak veren süreç özellikle batı siyasetinde de bir krizi ifade ediyor. Bu tablo ekseninde TC’nin kendine manevra alanı yaratacağı bir mevki kalmıyor. Bu durum onu ters düştüğü ülkelerde ılımlı bir politikaya dönüşe zorluyor. Ancak bu durum aynı zamanda ciddi bir krize sürüklemektedir. Zira TC’nin dış politikada ılımlılaşması iç politikada da PKK ile tekrar müzakereye zorlayacaktır. Zira burnundan kıl aldırmayacak şekilde dile getirdiği Rojava gerçekliği bugün dünyada diplomatik olarak kabul görmüş durumdadır. Bu durum onun kırmızı çizgisi olsa da bu çizgiyi er ya da geç kendisi de çiğnemek zorunda kalacaktır.