– Merhaba, diğer sorularımıza geçmeden önce biraz geçmişinizden söz eder misiniz?
S.M.H: 1954 yılında Iğdır’da doğdum. Liseyi bitirdikten sonra üniversite eğitimi için İstanbul’a geldim. Geldikten hemen sonra hem üniversiteye başladım hem de Sosyal Sigortalar Kurumu’nda işe başladım. Burada memur olarak çalışırken devrimci arkadaşlarla tanıştım.
Lisedeyken MHP’ye sempati duydum, ben Azeri idim. Özgür olmayan Türkleri savunuyor diye. İstanbul’a ilk geldiğimde ise Ecevit’e sempati duydum, işçi emekçileri savunduğu için. Çok kısa zaman sonra da devrimci arkadaşla tanıştım; emekçileri, adaleti yani devrim ve sosyalizmi savunuyor diye, bu durum düşünceme ve duyguma iyi geliyordu. 1975’te Kaypakkaya düşüncesi ile tanıştım ve örgütlü mücadeleye katılmaya karar verdim.
– Faaliyete nerede başladınız?
– İlk faaliyetime kamu çalışanı olduğum için orada başladım. Mem-Der’in kuruluşunda görev aldım. Ama gelişmeler çok hızlı olduğu için işçilerle, semt örgütlemelerinde ve gecekondu çalışmalarında yer aldım.
’74 affından sonra toplumsal hareketlilik hız kazanmıştı. Toplumun her kesiminde örgütlülük fışkırıyordu. İşçiler birçok fabrikada grevler yapıyor ve bu grevler başarıyla sonuçlanıyordu. Öğrenciler ayaktaydı, polisler bile Pol-Der çatısı altında örgütleniyordu. İktidar bu hızlı gelişmelere set çekmek ve darbenin yolunu açmak için katliamlar yaptı. Çorum, 1 Mayıs ve Maraş katliamları bu yıllarda yapıldı. Sağ-sol çatışması var deyip toplumu maniple ettiler; 24 Ocak kararlarını uygulamak için zemin hazırladılar. Ve 12 Eylül Cuntası emperyalistlerin desteğiyle bu koşullarda geldi.
– Cuntanın gelişi tahmin edilebildi mi?
– Cuntanın ayak sesleri geliyor diye tespitler yapıldığı halde nasıl tedbir alacağız, ne yapacağız diye yeterince perspektif sunulduğunu söyleyemem, örgütlülüğünü daraltma kararı dışında bir şeyden söz edilmedi ve biz aynı tarza devam ettik.
12 Eylül cuntacıları buldozer gibi toplumsal muhalefetin üzerinden geçti ve onların öncüleri olan devrimcileri öldürdüler, işkenceden geçirdiler, zindanlara doldular, hızla idamlara giriştiler. Demokratik kurumların tamamının kapısına kilit taktılar, yasakladılar. Ve cunta ile birlikte toplumsal gelişmenin rotasını geriye çevirmeye başladılar.
O zaman TİSK başkanı Halit Narin “Şimdiye kadar işçiler güldü, gülme sırası bizde” dedi. Cunta lideri Kenan Evren “Yaptığımız harekatın meyvesini 20-25 yıl sonra göreceğiz” dedi. Böylece sosyal, ekonomik, kültürel gerilemelerin önünü açtılar ve bugünkü AKP iktidarı ile Nirvana’ya vardırdılar.
“En az beş kişi vereceksin!”
– Sizinle gözaltı sürecinizi ve o dönemki uygulamaları da konuşmak istiyoruz. Dönemin işkenceli sorgularından geçen kadınlardan birisiniz. Gözaltının ilk anlarıyla başlayabilir misiniz?
– 30 Ekim 1980 tarihinde otobüsle Elazığ’a giderken yolda gözaltına alındım. Otobüsü durduran jandarmaydı ve direk benim oturduğum koltuğuna yöneldi. Aşağıya indirdiler. Aşağıda beklerken polise haber verdiler, “şüpheli şahsı indirdik, gelip alın” dediler.
Sonra da polisin gelmesini bekledik. Baktım işler ciddiye biniyor, üzerimde küçük bir not vardı, “polis gelmeden onu yok etmek gerekir” diyerek hızla yutmaya çalıştım. O sırada askerin biri gördü, “komutanım bir şeyler yutuyor” deyince üzerime çullandılar ve ağzımdan almaya çalıştılar.
O arada bir kısmını yutmuş bir kısmını parçalanmıştım. Ardından polis geldi ve beni onlara teslim ettiler.
– Ardından sizi nereye götürdüler, neler yaşadınız?
– Ben “nereden gelip nereye gidiyorsun?” diye sorgulama yapmayı beklerken götürdükleri karakolda işkenceye direk başladılar. “En az 5 silah, 5 insan vereceksin” deyip duruyorlardı. Sonra beni 1800 Evler denilen tabelasında Trafik Bölge Müdürlüğü yazılan yere götürdüler. Yukarıda MİT aşağıda da Jandarma vardı.
Önce tek kişilik hücreye koydular sonra da işkenceye götürdüler. Daha ne olduğunu anlamadan don sütyenle askıda buldum kendimi. Çevremdeki polisler bağırıyor, copluyorlar ve ayak parmak uçlarıma elektrik bağlıyorlar…
O kargaşa içinde birden “lütfen beni indirir misiniz?” dedim. Sanki onlardan insani bir şey bekler gibiydim, nasıl bir cehenneme girdiğimi henüz bilmiyordum. Tabi polislerin kahkahalarıyla kendime geldim ve susmaya karar verdim. O günden itibaren 1800 Evler’deki işkenceli ve suskun günlerim başlamış oldu. Orada 7/24 işkenceyi soludum.
– Sizden başkaları da var mıydı? Onları da duyuyor muydunuz?
– Evet, beni işkenceye almadıklarında yanıbaşımızdaki kocaman salon işkenceyle çığlık çığlığaydı. Bunları duyuyorduk.
Ben ilk zamanlar duvarlara çentik attım, “kaç gün oldu buradayım” diye, 25 gün sonra vazgeçtim.
– O dönem gözaltılar 90 güne kadar uzatılabiliyordu sanırız?
– Evet, gözaltı süresi 90 gündü ama ben istedikleri ifadeyi vermediğim için artık çıkamayacağımı düşünüyordum.
– Neler yaşadınız gözaltında?
– Neredeyse her gün işkenceye götürdüler. O dönemin işkenceleri; askı, falaka, elektrik, meydan dayağı, tuvalete götürüp hortumla ıslatmak, ıslak betonda elektrik bağlama ve copla nereye gelirse dayak atmaktı. Falakadan ayaklarım artık tutmaz olmuştu, geceleri bazen gardiyan gelir tuzlu suda yürütürdü beni “kangren olacaksın” deyip. Tuzla suda yürürken sanki ciğerlerim sökülüyordu, falakan daha beterdi.
Son günlerde bir polis gelip benimle konuştu. “Bir iki şey söyle yoksa seni yaşatmazlar” dedi. Ben de “o kadar vicdanlıysan kurşunla bitir işimi” dedim, gitti. O gece yarısı hücreme polisler geldi, komiserleri sarhoştu ve çığlık çığlığa bağırıyordu; “Ya bugün konuşursun ya da ölürsün” diyordu. Sonra göz bağlarımı hırsla açtı ve “senden korkmuyoruz, neler yaptığımız gör bakalım” dedi.
Bir yandan gözü açık olmasının şaşkınlığı içindeydim bir yandan da gurur duymuştum, çünkü “korkuttuğu ben değildim, inancımdı, yoldaşlarımdı”.
O gün ölesiye işkence ettiler, polisin biri eline kocaman bir değnek aldı ve vurmaya başladı. Ben de refleks olarak kolumu kaldırıp kafamı korumaya çalıştım. O arada çat diye bir ses duydum; sağ kolum kırılmıştı. Daha önce de ilk askıda sol kolum işlevsiz kalmıştı. Ben de öfkeyle “iki kolumu da işlevsiz bırakıp şimdi de benden yazacağınız şeyleri imzalamamı bekliyorsunuz” deyip hırslanmıştım.
O gece bildikleri bütün işkenceleri yaptılar. Artık bayılmak üzereyken polisin biri “yeter, ölecek” deyip elbiselerimi giydirip beni aşağıya götürdü. Kendime geldiğimde yanımdaki kadınların ağladığın gördüm; “Bunu hastaneye götürün, burada ölecek” diye sesleniyorlardı. O haldeyken hiçbir şey yapmadan öylece bıraktılar beni. Sonraki gün bir devrimciyi işkencede öldürdüklerinden olsa gerek beni askeri hastaneye kaldırdılar.
Doktor, “en az bir ay burada kalması gerekir” demişti, vücudum simsiyah olmuştu, iki kolum da tutmuyordu, yemeği bile kadın polisler yediriyordu. Her gün bir polis yanımda kalıyordu, bazıları iyi davranıyordu, hatta biri bana iç çamaşırı aldığı için yetkiler tarafından cezalandırmıştı. Ama bazıları da hakaret ederek, kaşığı ağzıma ayarsız iteleyip yemeği üzerime dökerek veriyordu. Onların nöbetinde yemek yemeği reddediyordum. Daha sonra doktorların 1.5 ay iş göremezlik raporu verdiğini öğrendim. (Bu belge, Erbil Tuşalp’ın “Bin Tanık” adlı kitabında da yer alıyor.)
Hapishane süreci…
– Oradan ne zaman ayrıldınız? Nereye götürdüler sizi?
– 15 gün sonra polisler geldi, “tedavi için Ankara’ya götürüyoruz” deyip aldılar, ifade vermediğim için beni yeniden 1800 Evler’e götüreceklerini düşünüyordum ama polis ekipleriyle şehirlerarası yola çıkmıştık. Beni gerçekten Ankara’ya getirmiş, emniyette siyasi davalara bakan DAL adı verilen şubedeki polislere teslim etmişlerdi. Teslim ederken de “sakın burada çözülme” deyip gitmişlerdi. “Bizim yapamadığımızı buradakiler de yapamasın” diyorlardı.
Beni 1 ay da DAL’da sorguladılar; Elazığ’da kimseyle örgütsel bağımı kuramamışlar, Ankara’da kurmak için buraya getirmişlerdi. Kolum alçıda olduğu için aksıya alamadılar, 3-4 gün “yemek-su-uyku yok” yazılı kağıdı sırtıma iliştirip ayakta tuttular; her gelen ekip işi devralıyor, uyumamam için copla vuruyordu.
Sonradan da Müteferrika denilen odaya götürdüler. Orada siyası-adli bir yığın kadın vardı. Her gün işkenceye gidip gelen kadınlarla ilgileniyorduk.
– İstanbul’a ne zaman getirildiniz?
– Burada da kimseyle bağ kuramayınca İstanbul 1. Şube’ye götürdüler. Gayrettepe Emniyet Siyasi Şube’de 1.5 ay tutuldum.
– Burada nelerle karşılaştınız?
– Küçük bir hücrede 10 kişi kalıyorduk. Sırayla yarımız otururken diğer yarımız ayakta duruyordu. Küçücük mazgaldan sırayla nefes alıyorduk. Tepeden tırnağa bitlenmiştik, kaşınmak işkencenin başka bir adıydı. Hücrede hamile bir kadın vardı ona “arkadaşlarının ismini söyle, seni bırakalım” diyorlardı. Biz kadına “onlara inanma, yapma” diyorduk ama 15 gün direndikten sonra “çocuğum sakat doğacak” deyip çözülmüştü.
Yine de bırakmadılar onu, kadın başını duvarlara vurup bağırıyordu sürekli. Bunu hiç unutamam…
– Ardından tutuklandınız…
– Evet, toplam 3.5 ay şubelerde tutulduktan sonra beni tekrar Ankara’ya getirdiler ve orada mahkeme beni tek başıma tutukladı. 141/5 maddesinden 4 yıl 2 ay ceza verdiler, 1982 yılının sonunda tahliye oldum.
Daha sonra 1984 yılında yeniden gözaltına alınıp 1 ay işkencede kaldım, bu kez 168/1 maddesinden 20 yıl ceza verdiler, çeşitli hapishanelerde tutsak kaldım. 1991’de tahliye oldum. Daha sonra 1993’te yeniden gözaltına alındım; polis tarafından basılıp kurşunlanan bir evin ikinci katından atlayarak kaçmak isterken elimin üzerine düştüğüm için iki el bileğim de kırılmıştı. O haldeyken 15 gün işkencede kaldım. Çıkarıldığım mahkemede takipsizlik kararı verdiler.
1 Mayıs 1998’de mitinge katıldığımda da gözaltına aldılar ve 2 ay hapishanede kaldım. Peşinden daha önce İzmir’de bir gecede tutuklular için yaptığım konuşmadan 6 ay ceza vermişlerdi, onu da yatıp çıktım.
– Metris hapishanesindeyken örgütlenen büyük bir firar çalışması var, siz bunu nasıl öğrendiniz?
– Ben de dahil hemen hiç kimse Metris’ten tünel kazılabileceğine inanmıyordu, idare “buradan asla kaçılmaz” rahatlığındaydı. Firar sonrası soruşturmaya uğrayan cezaevi komutanı, kendisine buranın altında beton bloklar bulunduğu bilgisi verildiğini savunmuştu.
Arkadaşlar tesadüfen zeminin toprak olduğunu fark edince havalandırmadaki (asker nöbetçilerin görüş açısından uzak) rögardan tünel kazılarak kaçılabileceğini keşfettiler, hızla çalışmaya başladılar. Kadınlar Koğuşu’ndan sadece ben bilecektim, sanırım bir hafta öncesiydi, bana firar kararlarını anlatmaya geldiklerinde önce inanamadım. Sonra 30 kişi ile kaçma planından kaygılandım; “bir aksilik olursa katliam yaşanır” dedim.
Yoldaşlar firar çalışması yaptıklarına, bunun meşhur cezaevi oyunlarından (şaka ile, acemi bir arkadaşı nöbetçi askerden testere almaya yollamak, “tahliye” haberi vererek oyun kurmak vb. gibi) birisi olmadığına ikna etmekte zorlanacaklarını anlayınca “İbrahim’in başına yemin ediyoruz” dediler, ben de böyle bir yemini boşuna etmezler deyip inandım.
– Hangi tarihte tahliye oldunuz?
– Çanakkale Hapishanesi’nden 1991 yılında ceza sürem dolduğu için tahliye oldum, 3 ay sonra eşim Memik de Şartlı Tahliye Yasası’dan dolayı çıkınca, Özgür Gelecek Gazetesi’nde çalışmaya başladık; 2001 yılına kadar devam ettik.
Bu arada 1992’de gözaltına alındım, 15 gün işkenceye tabi tutulduktan sonra mahkemede salıverdiler. Daha sonra 1996’da bir konuşmamdan dolayı 6 aylık ceza verdiler. 1 Mayıs 1998 mitingi sonrasında polisin saldırısıyla karşılaştık ve yeniden tutuklandım, 2 ay mahpus kaldım. Memik, 2001’de yeniden tutuklandıktan sonda Tutuklu Aileleri Yardımlaşma Birliği’nde, İnsan Hakları Derneği ve Wernicke Korsakoff ve Eski Mahpuslarla Dayanışma Derneği’nde aktivist olarak çalıştım. 2017 yılında sağlık sorunu yaşadığımdan dolayı Didim’e taşındık.
– Son olarak neler söylemek istersiniz?
– Bir söz vardır; “damlanın gücü büyüklüğünde değil devamlılığındadır”. Doğrudur, mücadelede kararlılık önemli bir meziyettir, bununla birlikte; yaşanan süreçlerden öğrenmek, yaptığın ya da yapamadıklarını gözden geçirerek dersler çıkartmak, değişime ve gelişmeye açık olarak mücadeleyi başarıya taşımak daha da önemlidir.
Teşekkürler ve başarılar.