Giriş:
Tarihe düşülen her not bizim ilgi alanımıza girer. Bu yüzden tarihi izlemesini, görmesini ve anlamasını iyi bilmeliyiz. Bizim için hepsi deneyim, hepsi ders… Özellikle parçası olduğumuz Ortadoğu tarihinin özel olarak incelenmesi ve özümsenmesi gerekmektedir. Ülkemiz ve bölgemiz devrimci mücadelenin bu derslere ihtiyacı vardır.
Ortadoğu tarihi, halk ayaklanmaları tarihidir desek yeridir. Bilindiği üzere Ortadoğu coğrafyasında halk ayaklanmaları daha çok dini içeriklidir. Bu sebepledir ki, çoğu zaman bu tarihi deneyimlere mesafeli durmak ya da şekilsel olarak “ilericilik” atfetmek gibi hatalı veya hakkını vermeyen değerlendirmelerimiz olmuştur. Dine, din olgusuna sosyal-sınıfsal-toplumsal-antropolojik vs. vs. her alandan bakmak gerekirken ne yazık ki çoğu zaman yüzeysellikten dahi kopuk “Din halkın afyonudur” diyecek kadar bakıyoruz. Ötesiz… Berisiz!
Halbuki sahipleneceğimiz bir dünya dolusu tavır vardır. Dönemin iktidarlarına karşı… Dönemin ilerlemeye ket vurmuş halkına karşı… Dönemin keşfedilmemiş hakikatlerine karşı… Marks da, Hegel’in Hukuk Felsefesine Eleştirisi’nde dinle ilgili şunları söylemiştir: “Din bu dünyanın genel teorisi, onun ansiklopedik özeti, manevi onuru, coşkunluğu ahlaki bakımdan onaylanması, gösterişli bütünleyicisi, evrensel avunması ve haklılığıdır… Dinsel sıkıntı, bir yandan gerçek sıkıntıya karşı protestosudur. Din, aklın içinden atıldığı toplumsal koşulların ruhu olduğu gibi ezilmiş yaratığın iç çelişkisidir; taş yürekli bir dünyanın ruhudur da…”
Ortadoğu’da en etkili din şüphesiz İslam olmuştur. Sayısız ayaklanmalar hep İslam’ı özüne döndürmeyi amaçlamıştır. Çok kereler bozulan, yozlaşan iktidarlara karşı İslam’a yeni yeni yorumlar getirilmiştir. Yeni yeni mezhepler ortaya çıkmıştır. Sayısız Mehdiler1 çıkmış, sayısız örgütler kurulmuştur. Birçoğunu kişi ve kişilik bazında sahipleniriz çoğu zaman. Baba İshak’ı, Pir Sultan Abdal’ı, Şeyh Bedrettin’i, Hallac-ı Mansur’u… Bu isimlerin mücadeleleri unutulmamalıdır ki, din mücadelesidir. Haktır, haklıdır, meşrudur. Sahiplenilmesi gereken de mücadele azmi ve ödedikleri bedelden ziyade; içeriğidir, felsefesidir, ideolojik-politik tavırlarıdır.
Biz bu tavırları sahiplenmez, ders çıkartmazsak bu tavırlar tarih sayfalarında güçsüz kalır. Bu güçsüzlük bizi de güçsüz bırakır. Çünkü düşmanlarımız her dönem aynı tarafta yer almıştır. Ve biz güçsüz kaldıkça onlar güç olmaya, etken olmaya devam edecektir. “İslam, sömürücü sınıfların başlıca manipülasyon aracı iken, halkların da temel isyan motifi olmuştur. Bu ikili yaklaşımın sınıfsal temelini kavrayamamak tek yanlılığa sebep olmaktadır” (Partizan sayı 67, sayfa: 72). Bu tek yanlılık tarihe acı çektirmekten başka bir işe yaramaz. Tarih en çok da onu anlamadığımız zaman acı çekiyor. Bizler tarihimize acı çektirmektense kendimize acı çektirmeyi yeğlemeliyiz. Bu sebeple tarihine acı çektirmemek için, kendisine acı çektiren tarihi kişilikleri yakından incelemeliyiz. Bu tarihi şahsiyetlerden özel olarak iki ismi inceleyeceğiz bu yazımızda. Ebu Müslim Horasani ve Hallac-ı Mansur… Aslında her iki isim hakkında da elimizde pek bir bilgi yok. Ama dönemin siyasi atmosferi göz önüne alındığında, yaptıkları eylemlerin amacını, ideolojik nedenlerini anlayabilmek pekte zor değildir. Olayların kurgu olması veya gerçeğin bir benzeri olması bu anlamıyla pekte önemli değildir. Önemli olan yarına bırakmak istedikleridir. Direniş geleneğidir, direniş kılavuzudur…
A: Ebu Müslim Horasani
Beni bir dağda buldular
Kolum kanadım yoldular
Dolaba layık gördüler
Derdim vardır inilerim
Dağdan kestiler hezenim
Bozuldu türlü düzenim
Ben bir usanmaz ozanım
Derdim vardır inilerim…
Yunus Emre
I. Ebu Müslim Horasani Kimdir?
Ebu Müslim hakkında net bir bilgi olmamakla birlikte daha çok 718-719 yılları arasında, Kürt Rawandi aşiretinin yerleşim alanlarından biri olan Azerbaycan tarafında kalan Mawit köyünde dünyaya geldiği tahmin ediliyor. Gerçek adı İbrahim’dir.
Bölge yöneticilerinden Ristaq Fayıq’ın oğulları İdris ve İsa’nın yanında askeri eğitim aldığı, Zerdüşti bir aileye mensup olduğu ve eski İrani kültürle yetiştiği rivayet edilir. Ebu Müslim’in doğduğu yıllarda İslam devletini Emeviler yönetiyordu. O dönem başta Horasan olmak üzere Azerbaycan, Kürdistan, Taberistan ve Maveraünnehir, Arap tahakkümüne karşı içten içe kaynıyordu. Bölgeye yerleştirilmiş Arap kabileleri arasında ikilik çıkmış, eyalet valileri birbiriyle çatışma noktasına gelmişti. Oldum olası Emevi tahakkümüne karşı çıkan Benû İcl kabilesi bir akın sırasında Ebu Müslim’i esir alıyor veyahut başka biri esir alıp, köle pazarında satarken Benû İcl milisleri Ebu Müslim’i satın alıyor. Böylece Ebu Müslim, Benû İcl kabilesinin sığıntısı olarak kendisini Kûfe’de buluyor.
Ebu Müslim, Kûfe’de saraçlık2 mesleğini öğrenmiş, eyer ve semer yapmış, zaman zaman da bunları satmak için İran Ishafan’ına Kürtlerin yoğun yaşadığı El Cibel bölgesine, Nusaybin ve Amed şehirlerine yolculuk yapmıştır.
II. Müslüman olmuş Ama Mümin Olamamış
Ebu Müslim Horasani
İbrahim yapmış olduğu saraçlık mesleği sayesinde Kûfe dışına çıkabiliyor ve soydaşları, eski dindaşları, hemşerileriyle hasret giderebiliyordu. Bu sayede anılarını taze tutuyordu. İslam’ı, kendinden de bir şeyler katarak yaşıyordu. İşte Anadolu Aleviliğine bu somut durum yön veriyor. İslami öğretiyi kabul ediyor, doğruluğuna inanıyor ama Mazdek inancının, Zerdüşt dininin, Mani öğretisinin vs. toprağına-taşına, dağına-ovasına sinen kültürel birikimlerini yüreklerinin-bilinçlerinin bir yerlerinde saklıyor ve fırsatına buldukça bir anlayış olarak harmanlayıp, yeni bir kültür haline getiriyordu. Alevilerin, İslam inancına kendinden bir şeyler katması onları hem sorgulamacı hem de dinamik bir toplum haline getirmiştir. Bu kadınsı bir özelliktir. Bu anlamıyla bir kadın toplumundan bahsediyoruz. Sahiden de kadınlık bağrında dönüştürücülüğü, yapıcı bir yıkıcılığı ve geleceği taşır. Bu ezilenlerle kadınlık arasında doğrudan bir ilişki kurmak -kurmaktan ziyade ilişkinin varlığından bahsetmek- anlamına gelir. İşte Ebu Müslim’e sirayet eden anlayış da budur. Bu anlayış kendisini Anadolu Aleviliği’nde de sıkı sıkıya sarılan Ehlibeyt3 davasına yöneltmektedir.
III. Kûfe’de ki Atmosfer ve Ebu Müslim’e Kattıkları
Kûfe her soydan insanın bulunduğu, sokaklarında birçok siyasi akımın konuşlandığı, birçok dini inanış ve mezhepten insanların yer aldığı, tam anlamıyla kozmopolit bir yerdir. Birçok ticaret kervanının uğrak yeri olması Kûfe’yi dünyada olup bitenden haberdar kılmış ve böylece siyasetin merkezi haline getirmiştir. Ebu Müslim böylesi bir ortamda saraçlık mesleğini yapıyor ve ister istemez siyasete kulak kabartıyordu. Sığıntısı olduğu Benû İcl kabilesinin hikayesini dinlemiş ve kendinden bir şeyler bulmuştur.
Benû İcl, Yemenli bir kabiledir. Muhammed döneminde İslamiyet’i kabul etmişlerdir. Fakat Ebu Bekir halife olduğu dönem Hicaz Araplarıyla çatışma içerisine girmişler. Bu sebeple Müslümanlığı bırakıp eski inançlarına dönmüşlerdir. Halife Ebu Bekir ölünce yerine geçen Ömer, Benû İcl kabilesiyle uzlaştı. Böylece tekrar İslamiyet’e dönmüş oldular. Halife Ömer de ölüp yerine Osman geçince, yeniden “Araplara imtiyaz uygulanıyor” diyerekten Yemen’den Kûfe’ye göç etmişlerdir. Osman döneminde Şam gözde şehir olmuş, Kûfe’ye adeta ambargo uygulanmaya başlanmıştır. Kûfe halkı Osman’a baş kaldırınca Şam’da etkinlik sağlayan Emevi oğulları, Kûfelilere düşmanlık beslemiştir. Kûfe de siyaseten ve ekonomik olarak etkinlik sağlayan Benû İcl kabilesi ancak Osman’ın ölümüyle halifelik makamına geçecek olan Ali döneminde rahat yüzü görmeye başlamıştı. Hatta Ali, başşehir statüsünü Şam’dan alıp Kûfe’ye vermişti. Bu durum elbette Kûfeliler’in gururunu okşamıştı. Tabi Ali’ye daha farklı bir yakınlık duymalarının nedeni sadece bu gibi ekonomik çıkarlardan ötürü değildi; Ali kişiliğinin ta kendisiydi. Kûfe’ye gelen Yemenli kabileleri Ali’nin bizzat kendisi Müslümanlığa katmıştı. Kûfeliler için Ali, gerçekliğin ve doğruluğun ölçüsüydü. Ali’nin girmiş olduğu iç çatışmalarda (Muaviye-Ayşe) hep Ali’nin yanında tavır sergilemişlerdir. Halifelik Muaviye’ye geçince Şam yine başşehir ilan edilmiş ve eski günleri mumla aratacak Emevi oğullarıyla zulüm cenderesi Kûfe’yi sarmış olacaktı.
Ali, Kûfe’yi ve Kûfeliler’i özgürleştirmişti. Özgürlüğü tatmış olmalarından kaynaklı Ali’den sonra değişen koşullar Kûfeliler’i tarifi zor bir bunalıma sokmuştur. Güzeli Ali’de buldular, ona biat ettiler. Aslında onun şahsında İslamiyet’e samimiyetle bağlandılar. Sonra Emevilere geçen halifelikle gördüler ki, biat edecek güzellik ortadan kaybolmuştu.
Kûfe bir aynadır. Çok renkli olduğu için Emevi tek tipleştirilmesinin sırıttığı, ayyuka çıktığı bir yerdir. Bu, Kûfe’den daha çok Emevileri rahatsız ediyor; Kûfe’nin isyanlara gebe olma durumu Emevileri çileden çıkartıyor; Emeviler Kûfe’de, bir canavarın aynada kendisini görüp, ne kadar güzel olduğunu kendisini ikna etme çabası gibi debeleniyordu.
Kûfe’de Emevileri yıkmak her kuşağın hayaliydi. İntikam alma arzusu hiç törpülenmedi Kûfeliler’de. Ama bir özellikleri daha vardı ki, bu hiçbir zaman belleklerinden silinmeyecek Kerbela olayına sebebiyet verdi. Bu özellik en yalın anlamıyla korkak olmalarıydı. Kûfeliler, Ali’nin ikinci oğlu Hüseyin’e bir mektup yazarak, “Halkın başına geçtiğin takdirde sana halife ve İslam devleti başkanı olarak biat edeceğiz” dediler. Lakin Emeviler’in baskı ve şerrinden korkan Kûfeliler Hüseyin’i karşılamaya gitmedi. Durumu yarı yolda öğrenen Hüseyin, yolundan dönmek yerine, bile bile ölüme, şehitliğe gitmiştir.
Hüseyin’in katledilişi herkesi yasa-mateme boğmuştu. Kûfeliler’in oynadıkları rolün sonucunda duydukları pişmanlık, duygusal travma yaratmış ve beraberinde sorgulamaları, bölünmeleri getirmişti. Bu bölünmeler ve sorgulamalar devrimci bir anlayışın doğmasına neden olmuştu. Hüseyin’in de, bile bile ölüme gitmesinin nedeni buydu. İslam aleminde maddiyatçı yönelimler baş gösteriyordu. Hüseyin burada, olan ve olması gereken arasında köprü görevi görüp maneviyata dair bir dönüşümün ilk tohumunu atmış oldu. Bu zamana kadar ekonomik ve politik hesaplardan ötürü Ali ve Ehlibeyt yanlısı olan Kûfeliler, Kerbela olayından sonra ideolojik olarak Ali ve Ehlibeyt taraftarı oldular. Emeviler ile birlikte İslam inancındaki sarsılma, yerini İslam’ı özüne döndürecek olan ehlibeyt davasına bıraktı.
Ebu Müslim oldum olası Emevioğulları ile çatışma içerisinde olan ve siyasetin merkezi Kûfe’de, sığıntı olduğu Benû İcl kabilesinin öğretilerini dinliyor ve derinlerde bir yerlerde Emevi saltanatının yıkılacağı günü görüyordu.
IV. Kûfe’deki Kalkışmalar
Kûfe’de Emevi zulmüne karşı irili-ufaklı birçok ayaklanma olmuştur. Bunların bazıları ya bir kabile ile sınırlı kalmış ya da farklı dini inanç, mezhep ve ya ırklarla… Önemli denebilecek ve birbirini mayalayan ayaklanmalar da vardı. Örneğin ilk önemli ayaklanma İbn Zübeyr ayaklanmasıydı. İbn Zübeyir aslen Kûfeli değil, Mekkeliydi. Ehlibeyt yanlısı da değildi. Hatta Cemel savaşında Ali’ye kılıç bile sallamıştı. Ama Emevilere duyduğu kin daha ağır basıyordu. Kerbela olayını da fırsat bilip Ehlibeyt davası görünümünde siyaset yapmaya kalktı. Maksadı Ehlibeyt taraftarı Kûfeliler’in desteğini almaktı. Bir kısım Kûfeli’yi yanına çekmeyi de başardı. Ama daha sonra gerçek niyetinin iktidar, kendisi için iktidar olduğu anlaşıldığında, hakim olmaya başladığı Basra’da ve Kûfe’de baskı ve zulme başlamıştı bile.
Diğer önemli ayaklanmalardan bir tanesi ise Hucr bin Adiyy ayaklanmasıydı. Yemenli Kinde kabilesinin bir ayaklanmasıydı. Ama kısa sürede başka kabileleri de yanına çekmeyi başardı. Bu ayaklanma, Kûfe’deki zengin-yoksul, eşref-ayak takımı ayrımını belirginleştirmesi açısından önemlidir. Zenginler tarafsız, yoksullar -özellikle de genç yoksullar- isyan taraftarıydı. Ama bu ayrımdan epeyce istifade eden Emeviler birkaç kabile ile sınırlı kalan bu hareketi bastırmayı başarmıştı.
Bir diğer önemli ayaklanma ise Muhtar-ül Sakafi ayaklanmasıydı. Bu ayaklanma Kûfe halkını, yani Arap, Acem, Kürt, Nabati, Süryani… vs. adına ne kadar mazlum, yoksul, köle, uşak, kabile reisi, tüccar, esnaf varsa hepsini içine alan bir ayaklanmaydı. Ayaklanmanın lideri Muhtar, “Müslümanlar arasında zengin-yoksul, efendi-köle ayrımı yapmayalım. Halkça bir düzen kuralım. Eşitlikse herkese eşitlik! Arap imtiyazlarına son verelim” diyordu. Muhtar, ehlibeyt temsilcilerine mektup yazarak destek ve izin istemiş, Ali’nin Fatma’dan olmayan oğlu İbn-ül Hanefiye’nin desteğini ve iznini almıştı. İlk iş olarak da Kerbela’da katliam yapan tüm askerleri yakalayıp öldürmüştü. Böylece ehlibeyt yanlısı Kûfeliler harekete tam destek vermeye başlamıştı. Öyle ki, Muhtar’a Mehdi sıfatı verildi halk tarafından. Lakin Muhtar’ın en iyi komutanlarından Keysan’ın fikriyle Ehlibeyt temsilcisi İbn-ül Hanefiye Mehdi ilan edildi.
Her ne kadar geniş kesimlere hitap edip, örgütlülük oluşturmuşsa da Muhtar-ül Sakafi hareketi de, Emeviler’in hışmına uğradı. Başarısız bir ayaklanma gibi görünse de, sonuca çok yaklaştığı ve tüm kesimleri bir araya getirdiği için yeni yeni isyanlara güven kaynağı olacaktı bu ayaklanma.
Ehlibeyt temsilcisi İbn-ül Hanefiye’ye isyana önderlik yaptığı gerekçesiyle İbn Zübeyr tarafından zemzem kuyusuna hapsedilmiş. Rivayet edilir ki, komutan Keysan eli sopalı askeriyle İbn-ül Hanefiye’yi kurtarmış ve dağda saklamıştır. Siyasetin merkezi Kûfe’de de bu hikayeye inananlar “eli sopalılar” anlamına gelen “Hasebbiye” fırkasını kurup örgütlendiler. Bu hikayeye inanmayıp İbn-ül Hanefiye’nin öldüğüne inanan taraftarları ise “Kerbiyye” fırkasını kurdular. Ve tabi ki, Muhtariye ve Keysaniye fırkaları da kuruldu. Benû İcl kabilesi daha çok Keysaniye fırkası ile ilişki kurdu. Öğretilerini bu fırka ile birleştirip yeni yeni isyan önderleri yetiştirdi.
Muhtar-ül Sakafi ayaklanması birçok açıdan diğer ayaklanmalardan farklıydı. Kerbela’dan sonra oluşturulan duygusal ve ideolojik ortamın kendini gösterdiği ilk ayaklanmaydı. Dipten gelip yüzeye çıkan, tüm kesimleri bir çatı altında birleştiren, bir çıkar-menfaat gözetmeksizin, hakkın temsili için ehlibeyti adres gösteren bağrında yeni yeni fikir akımlarını doğuran bir ayaklanmaydı.
Benû İcl kabilesine mensup olan Said bin Muğire, Keysaniye fırkasıyla uzun zaman hareket etmişti. Muhtar-ül Sakafi ayaklanması onu çok etkilemişti. Özellikle halkın hareket önderlerine Mehdi sıfatı vermesi onu bambaşka düşüncelere itmişti. “Madem kitleler bu yolla seferber edilebiliyordu, o zaman ben Mehdi’yim. Hatta Cebrail’den vahiy alan bir peygamberim” diyerek bir ayaklanma başlattı. Muğire, “yoksul garibanların kurtuluşu için söylenecek beyaz yalanların zararı yoktur” diye düşünüyordu ilk zamanlarda. Sonra ise gerçek Mehdi’nin kendisi olduğunu düşünmeye başladı. Bu düşünsel değişim sadece Muğire’de değil, sonradan Muğire’nin başlatacağı ayaklanmaya katılan Ebu Müslim Horasani’de ve Ebu Mansur’da da vardı.
Said bin Muğire peygamberliğini ilan ederek dönemin Irak yöneticilerine baş kaldırdı. Hatırı sayılır yandaş toplamıştı kendisine. Muğirriye adında bir fırka kurdu. Bu fırka etrafında örgütlenme çalışmaları yaptı. Fakat 737-738 yılları arasında yakalanıp idam edildi. Muğirriye fırkası varlığını sürdürdü. Emevilere karşı Kûfe ve Horasan’da muhalefet odağı oldu. Keysaniye fırkası ile aktif mücadeleye katılım sağlayan Benû İcl kabilesi, Muğirriye fırkasıyla ilişkilerini sürdürmeye devam etti. Benû İcl kabilesinin sığıntısı Ebu Müslim’de Muğire başkaldırısında aktif rol aldı. Hareket daha sonra yenilince, Ebu Müslim’de zindana atıldı.
Muğire ayaklanması yenilince hemen peşi sıra Ebu Mansur bir ayaklanma başlattı. Ebu Mansur daha çok El Cezire bölgesinde yoğunlaştı. Ama bu ayaklanma da Muğire ayaklanmasında olduğu gibi başta Benû İcl kabilesi olmak üzere Araplar, Acemler, Kürtler, Asuriler, Nabatiler vs. birçok kesimden insanlar yoğun katılım sağlamışlardır.
Ebu Mansur: “Cennet ile Cehennem birer insandır. Ve günün birinde yok olup gideceklerdir. Muhammed ve Ali sema, yandaşları da yeryüzüdür” diyerek peygamberliğini ilan etmiştir. Fakat o da Muğire gibi yakalanıp idama mahkum olmuş ve ardında Mansurriye adlı bir fırka bırakmıştır. Mansurriye fırkası mensupları; “Liderimiz ölmedi. Ruhu bir başkasına göçüp yeniden dirilecektir. Günün birinde gelip insanlığı kurtaracaktır” propagandası yaparak faaliyetlerini bir süre daha sürdürmüştür.
Kerbela’da Hüseyin’in ektiği maneviyat tohumu önce Muhtar-ül Sakafi ayaklanmasında, daha sonra ise Muğire ve Ebu Mansur ayaklanmasında filiz göstermişti. Şüphesiz Hüseyin’den alınan bu miras ona da babası Ali’den geçmişti. Hüseyin’in Kerbela’da takındığı tavır Ali’nin halifelik meselesinde takındığı tavırla aynı özü paylaşmaktadır. Ali’nin gerçek amacı Muhammed ile başlayan süreci koruyabilmekti. Onun amacı sadece kendisi için iktidarı alma meselesi olsaydı, 25 yıllık bir suskunluk süreci geçirmeyip iktidar mücadelesi yürütürdü. Ve muhtemelen halifelik makamına çok önce çıkmış olurdu. Ama o doğruyu, olması gerekeni kendi kişiliğinde yaşattı. Toplumdaki ve yönetimdeki bozulmaya karşı aktif mücadele yürüttü. Ömrü bu mücadelede geçmiş demek yanlış olmaz. Bu mücadele geleneği Hüseyin’i, Muğire’yi, Ebu Mansur’u, Ebu Müslim Horasani’yi doğurmuştur.
V. Ehlibeyt Temsilcileri Nerede?
Ali’nin ölümünden sonra bir süre halifelik görevini oğlu Hasan sürdürmüş olsa da, Muaviye’nin baskı ve tehditlerinden kaynaklı halifeliği Emevioğulları’na teslim etmiştir. Sonrasında gelişen Emevi zulmü ve karşılığında yaratılan direnişler büyümüştür. Gerçekleşen ayaklanmalarda Ehlibeyt temsilcileri daha çok sessiz kalmayı yeğlemişlerdir. Tabi Hüseyin’i bundan ayrı tutmak gerekir. O yıkma-yapma felsefesini ölüm eylemiyle gerçekleştirdi. Sonrasından gelen Hasaniler ve Hüseyniler olarak adlandırılan oğul ve torunlar, gelişen toplumsal ayaklanmalara hep mesafeli yaklaşmışlardır. Ehlibeyt kutsal aile olduğu için her gelişen ayaklanmalarda Ehlibeyt ailelerinin desteği ve Ehlibeyt temsilcisinin harekete liderlik yapması istenmiştir. Ama başta Hüseynilerden Cafer-ül Sadık ve Muhammed Bakır olmak üzere Ehlibeyt ailesi harekete önderlik ve halifelik tekliflerini sürekli reddediyorlardı.
Ehlibeyt evlatları bozulan İslam değerlerinin, maddiyat çukuruna girmiş insan topluluklarının farkındaydı. Bu durumdan kendilerini uzak tutmaya çalışarak züht yolunu tercih ediyorlardı. Toplumun bilinci maddiyat çukurundayken bilinçaltlarında maneviyatın yön verdiği, koşulsuz biat edebilecekleri bir ideoloji ve temsilci arayışı vardı. Onları kurtaracak kimsenin de bir ayağının maneviyatta (hakikatte), diğer ayağının ise maddiyatta (dünyada) olması gerekiyordu. Ama Ehlibeyt evlatları bu dünyadan uzak kalarak Budacı4 bir yol izlemeyi tercih ediyorlardı. Lakin toplumun bilinçaltındaki bu arayış zamanla kendi önderlerini yaratacaktı.
Ali’nin Fatma’dan olmayan oğlu İbn-ül Hanefiye daha farklı bir düşünce içerisindeydi. Bu yüzden Ehlibeyt davasını eline almış ve ilk olarak Muhtar-ül Sakafi ayaklanmasını desteklemişti. Kûfe’deki isyan önderleriyle sürekli iletişim halinde olmuş ama daha çok gizli destek sunmayı tercih etmiştir. Çünkü Emevi halifesi durumun farkına varırsa, nefret ettiği Ali sülalesini katletmek için bahane bulmuş olacaktı.
İbn-ül Hanefiye, İbn Zübeyr tarafından öldürüldükten sonra düşünceleri ve ehlibeyt davasının temsili oğlu Ebu Haşim’e geçmiş oldu. Ebu Haşim’de babasının izinden gitti. Kûfe’deki isyan taraftarları ve fırkalarla ilişki kurdu. Bizzat kendisinin önderlik ettiği bir ayaklanma faaliyeti başlattı. Gizli gizli yürüttüğü çalışmalar sonucu Kûfe’de, Medine’de ve Horasan’da gizli gizli örgütlenme çalışmaları yapan birimler oluşturmuştu.
Bir gün Emevi halifesi Süleyman ile siyasi taleplerini iletmek amacıyla bir görüşme yaptı. Halife Süleyman ile Ebu Haşim’in görüşmesi görünüşte iyi geçmişti. Haşimoğulları’nın temsilcisi ile Emevioğulları’nın temsilcisi tarihi küskünlüğe son verip uzlaşmışlardı. Süleyman, Haşimoğulları kafilesini görkemli bir biçimde Hicaz’a uğurladı. Fakat Süleyman Ebu Haşim’in yemeğine zehir katmıştı. Ebu Haşim yolda zehirlendiğini anlayınca, Şam yakınındaki El Humeyme’de bulunan amcazadesi Abbasoğlu Muhammed’in yanına gitti. Ebu Haşim öldükten sonra Ehlibeyt davasını sürdürecek bir soyu yoktu.
Bu sebeple Ehlibeyt temsili olan “İmam” ünvanını ve bir sır gibi saklanan Sarı Mushaf’ı, davasını devam ettireceğinin sözünü aldıktan sonra, amcazadesi Muhammed’e bıraktığını açıklayıp orada can verdi.
Sarı Mushaf rivayet edilir ki, Ali tarafından yazılmış Ebu Haşim’e babası İbn-ül Hanefiye’den, ona da kardeşi Hüseyin’den, Hüseyin’e de babası Ali’nin bizzat kendisinden kalmış. Şimdi ise Abbasoğlulları’ndan Muhammed’in eline geçmiş oldu. Sarı Mushaf’ta gelecekten haberlerin yer aldığı söyleniyor. Anlaşılan o ki, Sarı Mushaf kimin eline geçtiyse o kişi (Ali, Hüseyin, İbn-ül Hanefiye, Ebu Haşim) kurtuluşun adresini gösteren bilgileri yazarak bir diğerine bırakmış.
Abbasoğlu Muhammed zaten Emevilerin mezarını kazmak için kolları sıvamıştı. Şimdi ise; İmam ünvanı Sarı Mushaf ve Musafın içinde yazan, Ebu Haşim’in yarattığı örgütlülük ağının bilgileri vardı elinde. Ebu Haşim’in yarattığı örgütlülüğü de kendisine katarak büyüyecektir. Ve böylece artık Ehlibeyt davasının sürdürücüsü Abbasoğulları’ndaydı.
VI. Abbasoğulları Devrede
Abbasoğulları’nın atası Şeyh Abbas, İslam önderi Muhammed’in amcasıdır. Haşimoğlu kabilesinin en hatırı sayılır kişisi ve zenginiydi. Kabilesine ve kabilesinin çıkarlarına çok düşkün birisiydi. Öyle ki, ilk zamanlarda İslamiyet’i kabul etmiyor, hatta Bedir Savaşı’nda Muhammed’e ve ümmetine kılıç sallıyor ve esir düşüyor. Peygamber olan yeğenine yüklü bir fidye vermek suretiyle esaretten kurtuluyor; sonrasında ise meseleye Emevi-Haşimi çekişmesi olarak bakıyor ve Muhammed’e, Mekke’de ki çekişmeler, müşriklerin durumu-faaliyetleri ile ilgili raporlar sunuyordu. Ünlü akabe biatında ise tamamen Müslüman oluyor. Şeyh Abbas, maddi dünyanın çıkarları içerisinde hapsolmuş bir insan. Ardında bir dava bırakacak birisi değil… Şeyh Abbas öldükten sonra soyunun devamı oğlu Abdullah tarafından sürdürüldü. Muhammed, onun içim “Kur’an’ın Tercümanı” demiş. İlim sallarında iyiymiş. Menkıbe, şiir, masallar bilirmiş. Her gün ayrı bir bilim dalı veya konu için toplantı günleri belirlemiş. İnsanlar en küçük bir sorunda bile onun bilgisine başvurmuş. Ali’nin yanında yer almış ilk zamanlarda. Hariciler ve Ayşe ile müzakereleri o yürütmüş. Buraya kadar her şey güzel yürümüşken karşımıza insan ve bilgi ilişkisi çıkıyor. Bu kadar bilgili, birikimli olan biri daha sonra Muaviye’nin sarayından çıkmıyor. Hüseyin’i “aman bir delilik yapma” diye uyarmış. Gerçekten bilgiyi hazmedebilen bir kişi Ehlibeyt davasına Ali öldükten sonra sırtını dönmezdi. Burada eğitim-öğretim anlayışı ortaya çıkıyor. Bu gibi insanlar davasını gerçekten içselleştirmediği için yoldan sapmıştır. Günümüz yığınla bilgi ile “donanıp” hayat karşısında tutarsız olan insan topluluğunun ruh haline benziyor. Bilginin faşizme dönüştüğü, kendini unuttuğu ruh hali. Bilgiye iktidar kurulmaz! Aksine bilgi biat edilecek bir şey. “Bilge” Abdullah sınav tarihimizde sınıfta kalıyor. Son sözlü notuna ise, Kerbela Katliamı’ndan kaynaklı Yezid’i sadece eleştirmekle yetindiği için geçersiz veriyoruz.
Abdullah öldükten sonra ise soyunun devamı Ali üzerinden ilerliyor. Ali, bir gelenek başlatıyor ve kendinden önceki yaratılan sessiz kalma, gölge adam olma anlayışını yıkarak uzlaşmacı değil ama politik hamlelerle dolu bir yaşamı var ediyor. Kafasında bir amaç, bir dava var. O da Emeviler’i yıkmak! Davasının sınırları çok büyük olmayabilir ama hareketin tohumlarını ilk Ali atmıştır. Emevi halifesi Mervan, Ali isminden rahatsız olduğu için Ali’den ismini değiştirmesini istiyor. İş burada artık hafıza mücadelesine dönüşüyor. Emperyalizmde işgal ettiği bir yerde kültürel hafızaya saldırır. Tabi bunun içim o simgenin emperyalizmi gerçekten rahatsız etmesi gerekir. Yoksa elbette emperyalizm onu kullanmasını iyi bilir, palazlayabilir. Ali künyesini değiştirerek Ebu Muhammed ismini kullanmaya başlıyor… Ali bu öneriyi kabul ederek kendine oynayabilecek bir yer açmış oldu. Ali daha sonra siyasi faaliyetlerinden kaynaklı, kışkırtılan Emevi halifesi tarafından sürgüne gönderildi. Kıraç bir toprak olan El Humeyme’ye yerleşti. Normalde Hicaz ve ya Filistin’e gitmek istiyordu ama halife Velid onu göz önünde tutmak için El Humeyme’ye yerleştirdi. Ali oraya yerleştikten sonra El Humeyme farklı bir yer olmaya başlamıştı. İllegal örgütlenmeye burada başlamıştı. “Düşmanın aramayacağı yer kendi yanıdır” politikasını andıran tarzda, hareketini örmeye başlıyordu. El Humeyme’ye aşıladığı bu değiştirme-dönüştürme olgusu öldükten sonra yerine geçen oğlu Muhammed tarafından farklı bir boyuta çekildi. Muhammed siyasete aşırı önem veren biriydi. Eli açık tam bir cengâverdi. Emevi hanedanının mezarını iyice derinleştirdi. Ebu Haşim, Sarı Mushafı Muhammed’e bıraktıktan sonra, Muhammed tam bir örgüt yapısı oluşturuyordu. Dava bilincinin ete-kemiğe bürünmesi açısından önemli bir rol oynayan Muhammed, Ali’nin başlattığı geleneği daha da sağlam temeller üzerine oturtmuştur. Meraklı hafiyeler hep onu izlediler ama Muhammed bunu anlayacak kadar zekiydi. Ailesini siyasetten uzak tuttu. El Humeyme’ye babasının mantığıyla yaklaştı, kurak-çöl El Humeyme artık bir ticaret yeri olmaya başlamıştı. Takas bırakılmış para devreye sokulmuştu. Para mevzusu önemli! Muhammed para materyaliyle aslında halkla arasındaki bağı bir simgeye de dönüştürmüş oluyor. Değişimin en somut kanıtlarından biri bu. Sadece ekonomik bağ değil elbette, manevi bağ da kuruluyor. Kurak yerde inşa ettiği evler, Ali döneminden bu yana bir devletleştirme prototipi gibiydi. Abbasoğulları burada sadece yıkma değil yapma mantığıyla da hareket etmiştir. Ticaret demek o çorak yer için hem maddi kazanç hem de bilgi anlamında “su”dan farksızdı. Yaşadığı bölgede ki tecrit halinde olan topluma bu anlamıyla özgürlüğü de tattırıyordu. Bu arada örgüt ağında geliştirilip, genişletiliyordu. Ebu Haşim’den alınan Sarı Mushaf, sahaflığını gösteriyor, olaylar bir sahaf titizliğiyle okunmaya başlanıyordu.
Muhammed, Horasan ve Küfe’deki dailerle toplantı yaparken onlara özerk çalışma, yerelin sorunlarına eğilme emrini veriyor. Monolitik yaklaşmıyor. Karşı olduğu Emeviler gibi tek tipleştirmeye gitmiyor. Kendine güvenin de bir işareti olarak ele alınabilir bu durum. Toplumsal değişimi iyi okuyabilen Muhammed, bir süre kendi adı için biat istemedi. Kendisine karşı çok sert muhalefet de oldu ama soğukkanlı davrandı. Çünkü o asıl yere odaklanmıştı ve sorunları bu temel nokta etrafında çözüyordu. Muhammed’e en sağlam muhalefet Hidaş’tan gelmişti. Hidaş bir sentez hareketiydi. Dailerin gönlünü çalmıştı ve onları Muhammed’e karşı örgütlemişti. Fakat Muhammed unvan tartışmasına girmeyerek rakiplerine oynayacak yer bırakmamıştı. Dailerden hiç kimseyi tasfiye etmedi. Bir kalkışma sürecekti nasıl olsa… Şimdi hiç sırası değildi. Muhammed işini sessizce halletti. Hidaş’ı öldürttü ve yoluna rakipsiz devam etti. Muhammed’e kalan Sarı Mushafta isyanının Küfe’den başlaması gerektiği yazıyordu. Fakat Muhammed somut şartları da göz önünde bulundurarak örgütlemeyi Horasan’dan başlattı.
Muhammed yaşlanmıştı ve bu yüzden oluşturduğu birimlerin sorumlularıyla yaptığı ilk toplantısında oğlu İbrahim’i vasisi olarak gösterdi. Hareketlenme başlamıştı. Toplumda da bunu paralel Mehdi’lik anlayışı farklı temellerde oturuyordu. “Mehdilik illa Ehlibeyt soyundan gelecek diye bir kıstas yok” düşüncesi toplumda yavaş yavaş egemen olmaya başlamıştı. Hareket; Haricileri, Alevileri, Tura bileri de kendilerine çekmeye başlamıştı. Ki bu sırada Horasan valisi tüm Abbasileri yakaladı. Ellerinde kanıt yoktu, sadece korku vardı. Tüm Abbas oğulları işkenceden geçirildi ama ser verip sır vermediler. Davaları manevi harcını çoktan almıştı çünkü Emevi halifesi Hişam, Abbas oğullarının sindiğini zannederek rahatladı ve daha sonra hepsini serbest bıraktı.
Muhammed Mekke’de yapılacak olan Dailer toplantısına, Dailer’in hapishane sırasında tanıştığı Ebu Müslim’in de gelmesini istedi. Böylece Ebu Müslim’in Abbasoğulları ile ilk teması gerçekleşmiş oldu. Abbasilerle, Ebu Müslim’in ilk manevi ilişkisi bir isim üzerinden başlıyor. Burada Muhammed yine politik bir tavır içerisine giriyor. İnanışından, geçmişinden dolayı cefa çeken birinin isim verip onu onurlandırması bir davaya manevi bir bağ ile düğüm olmasını sağlıyor ve Muhammed oğlu ile aynı isimde olan Saraç İbrahim’e; “Bundan sonra senin adın, Ebu Müslim Horasan” diyor.
Ebu Müslim ilerleyen sohbette, içinde Manicilik ve Zerdüştlüğün de olduğu Hürremilik akımı hakkında Muhammed’e sorular sordu. Hıdaş’ın başlattığı Hidasiye ile Hürremilik akımına karşı sempati duyduğunu söyledi. Hatta uzakta, yani Horasan’da olmasalardı onlara katılabileceğini söyledi. Bunun üzerine Muhammed, Hürremiliği kötüleyen bir konuşma yaptı. Muhammed’in Hürremilik’ten korkması anlaşılırdır.
Tüm emek bir çırpıda yok olabilirdi. Burada isyana önderlik etme kaygısı var tabi. Yani Muhammed burada rotayı biraz iktidar savaşına doğru kırıyor. Hareket geliştikçe belki de Muhammed’de bir mülk algısı oluşturmuştu. İslam’dan önceki inançların yok olmadığının, derinlerde bir yerlerde onları hissettiklerinin kanıtı, Hürremlik akımının erkenden taraftar bulmasıydı. Hürremlik eski inançlarla, İslam’ın bir sentezi durumundaydı. Böylece baskın olan Emevi İslamcılığı’na karşı olan bütün kesimleri bir araya getirebilirdi. Bu kesimler Muhammed’in de hedef kitlesi olduğu için Hürremlikten hoşlanmaması doğal olandır. Ebu Müslim Muhammed’in dediklerine tam olarak ikna olmasa da sessiz kalmayı tercih etmiştir. Bu sessizlik ilerde ihtilal önderi olup, bütün kabileleri saflara katmak için kullanacağı söylemlerle sona erecekti. Bu söylemler Hürremlik akımının ta kendisi olacaktı…
Kısa süre sonra yaşlı Muhammed hayata veda edip, davayı oğlu İbrahim’de babasını aratmayacak bir siyasetçiydi. Artık açıktan propaganda yapılmaya başlanmıştı. Savaşçılarına özellikle “Muhammed sülalesinden söz edecek ve biati Muhammed sülalesi adına alacaksınız” emrini vermişti. Böylece hem Ali evlatlarına münhasır Ehlibeyti hem de Abbas oğullarını kapsayan bir isyan izlenimini verecekti.
İbrahim müthiş bir sloganla halka gidiyor; “Ya Muhammed, Ya Mansur!” Bunu anlık, politik dengeler için yapsa da özel olarak irdelenmesi gerekiyor. Kitleleri kendi sorunları etrafında harekete geçirecek sloganlar, can evlerinden- duygu dünyalarından yakalayacak sloganlar önemlidir. Bu sloganlar toplumun tarihsel gelişimini de bize anlatması yönünde imalar barındırıyor. “Geçmiş“ öyle hemen geçmiyor. İnsan unutmaya yatkın ama belli dönemler toplumsal hafızadan silinmiyor işte. Yüz yıllar öncesi olan bir dava, insanları etrafında toplayabiliyor. Elbette ki egemenlerin görevi bunu unutturmaya çalışmaktır. Sanki kendinden önce herhangi bir olay yaşanmamış gibi görünürde her şeyi sıfırdan başlatmaya çalışır. Özellikle bu yolla erk sahipleri toplumla aralarında ki suni bağı güçlendirir. Bir toplumu ekonomik, siyasal anlamda işgal etmek elbette önemlidir. Lakin kültürel işgal denen şey belki de bu parçaların en önemlisidir. Günümüz “modern” dünyasında da asgari, ekonomik işgaller devam ediyor ama asıl işgal edileni bitiren, kültürel işgal durumudur. Kültür toplumun hafızasıdır. Geçmişteki maddi-manevi tüm üretimdir. Yani uçurumdan aşağı düştüğümüzde son bir hamleyle tutulan, köklü derinliklerde olan küçük bir ot parçasıdır. Onu bırakmayana kadar ne düşmüşsündür ne de umudunu bitirmişsindir. Hafızaya dair mücadelesi, toplumun kadın yönüne olan bir müdahalesidir aynı zamanda. Yani bir erkek-kadın çelişkisidir! Kadın unutmaz hatırlatır ve bu özellik toplumun kadın yanıdır. Unutmayan toplum hafızdır. Yani söyleyecek çok şeyi olandır ve bunlar bir uyum içerisindedir. Korkulan, ölümüne üstüne gidilen de budur zaten. Kendi tarihine yabancılaştırılan toplum meselenin esas noktasından değil, tali kısmında, yani okyanusun kıyısında yüzer, boğulur. Bu boğuşma hali bir gelenek yaratmaz. Verilmesi gereken cevap şudur; “Ey toplum mühendisleri! Sizin karşınızda betondan inşaatlar yok. Ot gibi küçük görünse de, canlı-kanlı, kökü derinlerde sağlam bir kültür birikintisi varlıklar var.” Şimdi bu anlamıyla görüyoruz ki “Ya Muhammed, Ya Mansur” sloganı ne kadar da önemli. Sloganın “Ya Muhammed” kısmı, toplumun nereden geldiğini nereye biat etmesi gerektiğini ifade etmesi bakımından önemlidir. “Nereden geldik?” soru toplumun hafızasına sorulmuş güzel bir sorudur. “Ya Muhammed” tek başına, unutulmayı doğru giden Ehlibeyti tek başına unutulmaya doğru giden Ehlibeyt’i, hakkı-adaleti, bir toplumun doğuşunu hatırlatır.
“Ya Muhammed” bir ölçüdür. Toplumun ve toplumu örgütlemeye çalışan hareketin orayı referans alarak hareket edip kendini dinamik tutmasına yarayacak bir ölçüt. Aynı zamanda kalplere, gönüllere dönük manevi bir sorgulama halidir. Tüm kaos zamanlarında, harekete geçme zamanında doldurulması gereken sevgi-bağlılık noktası kendi tarihin nereden başladığının ve gitmesi gereken yere cevap ararken ölçüt alınacak yer… “Ya Muhammed” hafıza mücadelesi verilirken tutunulacak ve asla kopmayacak olan o küçük ot parçasıdır.
“Ya Mansur” ise toplumun politik tavrı değişimidir. Ebu Mansur, Irak valisine karşı başlatılan halk hareketinin önderiydi. Temel felsefesi; “Muhammed ve Ali sema yandaşları ise yeryüzü.” Bu cümle, ölçüt olarak Muhammed ve Ali’nin alınması, toplumun nereden geldiğini ve nereye doğru hareket etmesi gerektiğini ve de neye biat etmeleri gerektiğini göstermektedir. Ebu Mansur aynı zamanda bu felsefe ile halkın kendi öz gücüne güvenerek çeşitli mezheplerden, inançlardan, milletlerden insanların zalimlere karşı harekete geçirmiştir. Kendini peygamber ilan etmiştir… Ama bu bir sonuçtur. Yani Mansur bir değişimi, toplumsal bir gelişimi-dönüşümü ifade ediyor. Fakat bunu yaparken sema ve yeryüzü ayrıştırmasıyla geçmişi, hafızasına dönük bir belirtme ile topluma gidiyor. Mansur’un bu temel felsefesi onun aynı zamanda bir denge arayışında olduğunun da göstergesidir. Muhammed ve Ali’ye ulaşamayacak olarak gösterip, onların yolları olarak mücadele etme mantığının altını çizmek, bu da yaklaşımı eleştirmek ve onlardan uzak durmak anlamına geliyor. Toplumsal olarak Budalaşma isteyeceğimiz bir şey değil elbette. Mansur’un bunun altını çizerek toplumu öznelleştirmesi ve kalkışmaya götürmesi son derece önemlidir. Gökyüzü ve yeryüzü arasındaki dengeyi kurup topluma bu dengenin önemli aktörü olduğunu can bedeli bir pratikle hatırlatmış, anlatmıştır. Yani işin sadece sema kısmında kalmamış onların yanlıların yeryüzünde üstüne düşenleri yapması gerektiğini ve gökyüzü olmak için değil, gökyüzüne layık olabilme mantığıyla biatı örgütlesiği için, Mansur toplumun derin hafızalarından biridir.
Bu slogan, topluma böylece nereden geldik ve nereye gideceğiz ile Muhammed’i ideolojik, Mansur’u da politik olarak hatırlatıyor, hafızasını diri tutup erk sahibinin kadınlığa müdahalesine karşı teyakkuz halini öğütlüyor. Bu slogan, manevi anlamda toplumu canlandırıp aslında kendi tarihselliklerinin onları özne haline getireceğini ve düşmanı yeneceğini anlatıyor.
Abbasoğlu İbrahim sadece “Ya Muhammed, Ya Mansur” sloganıyla değil, yine babasının emri olan siyah bayraklarla da hareket ediyordu. Çelişkilerinin patlama noktası olan yerlere; Cürcan, Horasan ve Maveraünnehir’e üç siyah bayrak gönderiyor. Bu siyah bayraklar isyan alemeti olacaktı. Bunlar Allah’ın elçisinin kutsal işaretiydi.
Yine Abbasoğlu İbrahim, Yemenli kabileleri yanına çekmek içim politik argümanlar kullanıyordu. Zerdüştilere, Budistlere, Batıni ve Harici fırkalara; “Gerçek İslam bu değil, sizlere din hürriyetini vermiyor. Bizimle hareket ederseniz Emevi İslamı’ndan kurtulup tümüyle özgür olacaksınız” diyerek cepheyi giderek genişletiyordu.
İhtilal artık tam anlamıyla başlıyordu. Ayaklanmanın genel komutanı olarak Ebu Müslim Horasami’yi seçen Abbasoğlu İbrahim, Ebu Müslim’in bir aşirete mensup olmamasını avantaj olarak görüyordu. Böylece kabilelenin gönlü daha kolay razı olurdu ihtilale katılmaları için.
Abbasoğlu İbrahim genel komutanlık görevini Ebu Müslim’e verince birkac nasihatta bulundu, Ebu Müslim ihtilal boyunca bu nasihatları harfiyen uyguladı. Nasihatlar şöyleydi; “Horasan’ı haraca bağlayan Vali Nasibin Seyyar ile Mütekkebir kabilesi Mudar beylerinden uzak dur… Ne yapıp, ne et Yemenli kabileleri kazanmaya çalış, ilk yerleşimci araplara dokunma ve onlara iyi davran. Fakat ikinci dalga arap yerleşimcileriyle, Mudar kabile mensuplarından karşına kim çıkarsa acımadan öldür. Liderlik ve imamlık davası güden her adamı öldür ve sırtını Horasanlılara daya...”
İhtilal önderi ve imamı İbrahim’in ismi gizli tutularak Ebu Müslim komutanlığında devam ediyordu. Lakin Emevi halifesi 2. Mervan’ın kulağına İbrahim’in önder olduğu haberi hafiyeleri tarafından gitmişti. Hiç bir delil olmamasına rağmen İbrahim’i zindana attırdı. Sonrasında ise zehirleterek öldürdü. Daha sonra İbrahim’in kardeşi Ebu’l Abbas ihtilale önderlik ve imamlık görevini üstlenmişti. Kûfe’deki sorumlu Turşucu Süleyman Ebu’l Abbas’ı epey uğraştırdı. Turşucu Süleyman, koyu bir Ehlibeyt taraftarıydı. Ebu Haşim’den sonra dava Abbasoğulları’na geçince de zorluk çıkarmış ve Abbasoğullarına biat etmemişti. Şimdi ise Ebu’l Abbas’ı oyalayarak Ehlibeyt’ten Hasani ve Hüseyni kollarına önderlik yapmaları için ikna turları düzenliyordu. Durumu anlayan Ebu’l Abbas, Turşucu Süleyman’ı Ebu Müslim’e şikayet ettim Ebu Müslim ise; Abbasoğlu İbrahim’in hiç bir zaman aklından çıkarmaması gereken nasihatları gereği, Turşucu Süleyman’ı öldürmüştü.
İhtilalin Gerçek Savaşçı Önderi Ebu Müslim Horasani
Her ne kadar ihtilal Abbasoğulları’nın önderliğinde gibi görünse de adeta devrimi dişiyle-tırnağıyla kazıyan Ebu Müslim, toplumum gerçek savaşçı önderiydi. Toplumun bütün kesimlerini bir araya getirebildi. Kendisi gibi ötekileştirilen, hor görülenleri bir anlayış doğrultusunda bir araya getirdi. Kendi fikri doğrultusunda; propaganda komitesi, kabileler komitesi, bağış komitesi, savaş komitesi, mevali komitesi, fıkralar komitesi ve köleler komitesi kurdu. Kısa zamanda hem ekonomik olarak hem de askeri olarak iyi bir noktaya gelindi. Özellikle Araplar’ın dışındaki Acem, Kürt, Harzemli, Türk, Sağdlu… vs. ne kadar Horasanlı varsa savaşa katıldı. İhtilal başladığında Horasan’da yüz bin kişilik bir kuvvet söz konusuydu ve bu kuvvetler başta Horasan olmak üzere; Şam, Küfe ve Maveraünnehir’I dört bir koldan kuşatıp şehirleri teslim aldı. Emeviler yıkıldı!
Ebu Müslim Horasani, harf yolunda bir hafıza cengavidir. Harf, bizim içim tarihi ifade ediyor, hakikati ifade ediyor. Ebu Müslim bu harf yolculuğunda hafızayla hareket etmiştir. Hafıza denilen şey, kadına ait olan ve asla kaybedilmemesi gereken ve tabiki de bizim kazanmamız gereken onursal özellikteki bir silahtır. Hafızamız sağlam olursa söyleyecek sözümüz olur, hafız oluruz. Ebu Müslim işte tam da bunu yapmıştır. Unutturulmaya çalışılanı hatırlatmıştır. Tarih serüveni, harf serüveni içinde Ebu Müslim’i bir şahıs, tekil bir karakter olarak ele alamayız. Çünkü o bir sentezdir. Şöyle ki; toplumun İslam öncesi inançları olan Zerdüştilik, Manicilik, Mazdek inancı vs, inançları yok sayan bir bakış açısıyla hareket etmemiştir. Aksine kendisi de İslam’ı kabul etmeden önce Zerdüşti’dir. Oraya dair derin bir özlem duyar. Fakat bu özlemin sebebi İslam’ı red etmesini gerektiemiyor. Önceden tüm bu inançları kapsayan bir anlayış olan İslam’ın, Araplaştırılıp, tektipleştirilmesiyle, bu inançlara saldırının adresi haline getirilmesi, Ebu Müslim’de bir özlem ve öfke yaratıyor. Unutulmaya yüz tutan İslam’ın bu derinliğini hatırlatmaya girişmesinin sebebi budur.Ali’nin “bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” dediği, uğruna köle olunacak tavır işte tam da budur… Vicdan tarihsel, psikolojik, toplumsal, kültürel bilinçtir. Vicdan sahibi insan yüzlerce yıl önceki olaylara dair acı, sevinç, öfke yani kısacası sorumluluk duyar. Bu sorumluluğun tutarlılığıyla hareket eder. Ebu Müslim hafıza olarak hareket ederken, yani zaten alanı hareketlendirmeye çalışırken kanaatkardır. Kanaatkar olmak sadece yetinmeci olmak değil, ispat-kanıt sahibi olmaktır. Zaten halkta olan o geçmişi onlara tekrardan hatırlatmak, İslam’ın geçmişini, zaten asıl var olanı hatırlatarak, bu özelliğini harekete geçiriyor. Kendine iç yolculuk yapmadan bunu yapması, insanları etrafında toplaması imkansızdır. Ebu Müslim’den önce de savaşlar, kalkışmalar, halkın öfkesi vardı ama o kanıt sahibi olarak, zaten onlarda olana değinmiştir. Topluma, kendi özgücüne dayanarak karşı koyma özelliğini göstermiştir. Ki bu bahsi edilen şey sebatkar olmaktır. Dirayetli toplum, öz güvenli toplum olmaktır. İnsanlar kendi geçmişlerini çıkın yapmış, harekete katılmışlardı. Bu onları dirayetli kılmıştır. Böylece bir toplum sarsılır ama yıkılmaz. Yabancılaştırılmaya çalışılan bu toplum Ebu Müslim şahsında kendi köklerine tutunarak bir mücadele vermiştir. Ebu Müslim’in bu dirayetli, sebatkar yaklaşımı kendi özgücüne yaslanma ve geçmişini sahiplenerek savaşma, sadece ve esas olarak fiziksel değil manevidir. Bu sebatkarlık topluma bir harmanlama özelliğini, özne olma, kendinden bir şeyler katma özelliğini kazandırmıştır. Anadolu Aleviliği’nde, Ebu Müslim’in izlerini böyle de okuyabiliriz… İslam kabul ediliyor fakat kendi eski Pagan inancı ve ritüelleri de ekleniyor. Aslında sabatkar toplum böyle açığa çıkıyor. Tarihte Alevilerin bu kadar saldırıya rağmen potansiyel güç olma ve hala direnmeleri, görece kapalılıkları buradan geliyor. Bu durum aynı zamanda Alevilere yaratıcı ve sanatçı olma özelliği kazandırıyor. Sanat bireyi-toplumu en yoksul anında yakalan bir şey. Hayatın kalabalıksa yani yoksul-fakir değilsen doğuramazsın. Bu yüzden yaratıcılık-sanatçılık ezilenlere ait bir şey diyebiliriz. Ebu Müzlim burada bizim öğütlediğimiz fakirliğe sahiptir. Yaşamında sahip olduğu, biat ettiği tek şey, Ehlibeytle somutlaşan davasıdır. Diğerleri iktidara gelince zaten olmayan şeylerini de kaybediyorlar. Ama Ebu Müslim’de böyle olmuyor. Onun biatı farklıdır. Çünkü o sorgulayıcıdır. Günümüz algısında çok zıt gelen bu iki kavram Ebu Müslim’in elinde bir silaha dönüşmüştür. Muhammed ve Ehlibeyt soyunu ölçüt alarak onlara biat ettiği için tüm sorgulamalarını buraya dair yapıyor. Yani işi bir kişi biatından, bağnazlıktan çıkarıyor. Sorguladığı yeri ölçüt karşısında bir yere koyarak yapıyor bunu…
“Ya Muhammed, Ya Mansur” sloganının kendisidir. Ebu Müslim Horasani… Diğer tüm zenginliklere karşı bu fakir gerçeği ölçüt alandır. Ebu Müslim böyle bir sentez ve ölçüte sahip olduğu içindir ki, düşmanları bile onun için herhangi bir yere yakıştırma yapamıyor. Hangi ırktan, mezhepten olduğu nereden geldiği, kim olduğu konusunda herkesin farklı bir şeyler söylemesi onun bir kalabalığa değil güzel bir fakirliğe sahip olmasından kaynaklıdır.
7. Abbasilerle Ara Bozuluyor
Ebu Müslim Horasani’nin şanı-şöhreti almış başını gidiyordu. Halk onu tanrı kral yerine koymuştu. Zerdüştler; “tanrının ruhu olan değiştirmiş, Ebu Müslim’in kılığında ete-kemiğe büründürmüştür “rivayetlerini dilden dile dolaştırıyordu. Sadece Zerdüştler değil elbet. Birçok insan Mehdi, peygamber gözüyle bakıyordu. Bu durum çiçeği burnunda Halife Ebu’l Abbas’ı gölgede bırakıyordu. Malum bir kında iki kılıç olmaz! Ebu’l Abbas’tan sonra halifelik makamına geçecek olan veliaht prens Ebu Cafer; “Ebu Müslim hayatta olduğu sürece tam olarak halife sayılamazsın” diyerek sürekli kışkırtıyordu kardeşini. Ebu’l Abbas önce Ebu Müslim’i ortadan kaldırmayı düşündü. Fakat sonra gücünü ve şöhretini hatırladı ve ardından gerçekleşmesi muhtemel kalkışmaları hayal etti. Sonuç olarak bu kararından vazgeçti.
Bu düşüncelerden Abbasi sarayındaki casusları vasıtasıyla Ebu Müslim’in haberi oldu. Horasan Teberdarı Ebu Müslim Horasani arkasındaki halk desteğinin de vermiş olduğu öz güvenle Abbasi sarayına saldırmayı ve halifelik makamına geçmeyi düşündü. Ne var ki Ebu’l Abbas’ın ölüm haberi geldi. Ve böylece yerine sinsi kardeşi Ebu Cafer halifelik makamına geçmiş oldu. Ebu Müslim hemen bir baş sağlığı mektubu yazdı. Lakin mektupta Ebu Cafer’in halifeliğine ilişkin bir şey yazmamıştı. Bu da Ebu Cafer’e biat etmeyeceği anlamına geliyordu.
Elbette Ebu Müslim’de iktidarı istiyordu. Bu sebeple politik hamleler yaparak Ebu Cafer’i düşürmek istedi. Cafer’in yeğeni İsa bin Musa’nın aklına girmeye, onun, iktidarın sahibi olması gerektiğinin propagandasını yapmaya başladı. Ebu Müslim’de saray entrikalarından epeyi ders çıkarmıştı. Artık gizli düşmanlık gün yüzüne çıktı ve savaş başladı. Mektuplaşmalar üzerinden ilk kıvılcımlar çakıldı. Ebu Müslim bu mektuplaşmalardan biriktirdiği, sorguladığı her şeyi açıkça yazdı. Özellikle Ebu’l Abbas’ın mehdi değil, bir sapık olduğunu söyledi. Abassoğulları’nın gözünü nasıl da iktidar hırsının bürüdüğünü anlattı.
Mektuplaşmalar yoluyla gerçekleşen meydan okumalar sonucunda Ebu Cafer siyasi tecrübesini konuşturdu. Ebu Müslim’i sevip-tutan Ehlibeyt ağacının gövdesi Haşimiler’e başvurdu. Onlardan kutsal sülale adına Ebu Müslim’e bir mektup yazmalarını istedi. Haşimi uluları toplandılar ve mektup yazmaya karar verdiler. Ebu Müslim’e başkaldırının davaya vereceği zararın kendisine de dokunacağını ima ettiler. Ebu Müslim ise hazır Haşimiler ara buluculuk rolü oynamışken, fırsat bu fırsat diterek, halifelik iddiasını dile getirip destek istedi. Şöyle bir çözüm yolu buldular. Araplar Horasan Teberdarını kendi evlatlarıymış gibi gösterebilmek için şöyle bir söylence icat ettiler. “Ebu Müslim, arap kökenlidir, ninesi Abbasoğlu Abdullah’ın cariyesi olarak hamile kalmış ve Said adında bir çocuk doğurmuştur. İşte Ebu Müslim bu Said’in dölüdür. Dolayısıyla soyu Abbasiler üzerinden kutsal aile Haşimilere kadar uzanır” söylencesi üzerinden Ebu Müslim’in halifelik iddiası halk nezdinde de meşrulaştı.
Ebu Cafer, Ebu Müslim’e haber göndermişti. Veliaht olma hakkına saygı duyduğunu ve aileden biri olarak gördüğünü açıklamıştı. Ebu Müslim’i sarayına davet etti. Ebu Müslim bu daveti kabul etti. Bu bir tuzaktı elbette. Bu Müslim huzura çıkarıldı, kılıçları elinden alındı ve orada katledildi.
B: Hallac-ı Mansur
I. Hallac-ı Mnasur Kimdir?
Çocukluğundan beri Kur’an-ı Kerim tefsirleri yapan, kendisini insan ruhu isteyen bir zanatkaar olarak niteleyen bir bilgedir. Mansur isminin önündeki “Hallac” sıfatı, köyde yaptıkları pamuk işçiliğinden gelir. Hallac’ın tek amacı ilahi aşka kavuşmaktır. Dönemin dini-felsefi otoritelerinin öğrenciliğini yapmıştır. Hocalarından “alacağımı aldım” diyerek ayrılıp, yaşam boyu öğrenciliği seçmiştir… Hallac kendisini küçük sınırlara hapsetmemiştir. Bu yüzden birçok yer dolaşmıştır. Farklı dinlerle tanışıp öğrenmeye çalışmıştır. Kimi zaman Hindistan’a gidip Hindu dinini öğrenmiş, kimi zaman Maniheistlerle tanışıp öğrenmeye çalışmıştır. Amacı araştırmaktır. Tanıştığı dinlerin dışarıdan bakıldığında görünmeyen ama aslında İslam’la olan benzerliklerini bulmuştur. Hallac böylece farklılıkların tali olduğunu, esası “tek”in-“vahdet”in oluşturduğu düşüncesine varmıştır.
Etrafındaki herkese “ilahi aşktan, nefsle mücadeleden” bahsetmiştir. “Kendinizi ilahi aşka adarsanız Allah bedeninizde, ruhunuzda zuhur edebilir” demiştir. Tüm bunların sonucunda korkmadan “En-el Hak” yani “Ben yaratıcı gerçeğim” diye tarihe haykırmıştır. Bu söylediği aynı zamanda çok tehlikeliydi. Halkın durumu Hallac’ın “En-el Hak” söylemini “kendisini Allah’ın yerine koymak” olarak anlamaya oldukça müsaitti. Hallac’tan rahatsız olan dönemin iktidarı Abbasiler için bulunmaz bir fırsattı bu söz. Halkı şekilsel inanış üzerinden kendine bağlayan iktidar sahipleri Hallac’ı islam içinde ayrılık yaratmakla suçladılar. Hallac’ın farklı dine mensup olan insanlarla olan mektupları da iddalara delil olarak gösterildi. 922 yılının Mart ayında Bağdat’da ki Şeriat Mahkemesi Hallac’ı katletti. Hallac’ın son sözleri insanlığa bir şeyler anlatma, onları hakikate çağırma niteliğindeydi. Çünkü ilahi aşkın, hakikatın davasını yüklenmişti…
2. Mecnun’um Leyla’mı Gördüm
Hallac’ım Hak’kımı Gördüm
Sayı sayı sayarak
Sayıdan çıkardılar
Köle olduk kamuya
Sayıya almadılar
Kelebeği uçurduk
Kanatlı kuş dediler
Gerçeği yüze vurduuk
Oralı olmadılar…
Yunus Emre
“Delidir ne yapsa yeridir” der halkımız. Bu söz “karışmayın delidir, hoş görün” mantığıyla söylenir günümüzde. Acaba bu deyimin çıkış-amacı bu muydu? Bilemiyoruz…
Mecnun Arapça bir kelime… Deli demektir. Dünya nimetlerinden kaçınmaktır. Cennetlik durumdur. Öyle ya, koskaca Hallac “Mecnun’um” diye dolaşmış durmuş çarşı-pazar. Peki Hallac’ı Mecnunlaştıran neydi? Kafasını sertçe bir yere vurması ya da başka bir trajik olay mı? Hayır! Hallac’ı Mecnunlaştıran şey “Allah’ta kaybolmak” kavramını hayata geçirmesiydi.
Hallac boyut değiştirmişti. Peki nedir boyut? Sözlükteki anlamı; doğruların, yüzeylerin ve ya cizimlerin, uzunluk, genişlik ve derinlik yönünden tanımlanmasıdır. Günümüzde bilimsel araştırmalar en az dört boyutlu olan karadelik keşfinden bahsediyor. Biz ise tanımı yapılan üç boyutlu bir yaşam sürüyoruz. Yani bahsedilen karadelikte yaşamımızı sürdüremeyiz. Çünkü karadeliğin kendi zaman dilimi ve mekan anlayışı var. Mevcut evrimsel özelliklerimiz karadelik tarafından yutulmamıza, parçalanmamıza yol açar. Fakat kendi boyutlarının farkına varan insan, durumu değiştirebilir. Belki fiziksel değil ama kültürel, fikirsel, duygusal olarak bu mümkün. Lakin bunun çabasına giren insan sayısı tarihte oldukça azdır. İnsanlar kendi sınırlarını zorlamıyorlar, o sınırlarla uzlaşıyorlar. Hatta bu durumu akıllarına dahi getirmiyorlar. Hallac’ta bu durum farklıdır. Hocaları ve diğer alimlere “Allah’ta kaybolmak” konusunda zıt düşer. Hallac sınırsızlığın karşısında yani Allah’ın karşısında küçücük olduğunun farkındaydı. Ama şunun da farkındaydı; “sınırlarımız, günlük yaşamda ki vazifeleri yerine getirmek kadar kısıtlı-küçük değil.”
Hallac henüz bir öğrenciyken hocaları tarafından sorulan “Allah’ın ışığından biz hiç nasiplenmedik mi, ona biraz sahip olamaz mıyız?” sorularına ciddi şekilde kafa yormuştur. Ve sonucunda insanlara şunu öğütlemiştir; “nesneleri doğayı inceleyin…” Tabi her şeyin bir bedeli var. Hallac doğayı nesneleri inceliyor… ve boyut atlıyor, kültürel evrim geçiriyor. Ama Hallac yalnız kalıyor. Onu anlayacak hiç kimse yanında bulunmuyor.
Hallac hapishanedeyken bardakla ilgili bir şiir yazıyor, yorum yapıyor. Burada onun nesnelerle kurduğu ilişki üzerine ipuçları var. Onun geçirdiği kültürel evrimle alakalı ipuçları. İnsanın artık fiziki olarak ne kadar evrimleşeceği konusunda net bir bilgimiz yok. Ama şunu biliyoruz ki, kültürel evrim sürecinden devamlı geçiyoruz. Bu şekilde evrim geçiren insanın nesnelerle, doğayla, olaylarla kurduğu ilişki farklıdır. Tıpkı Hallac’ın bardak üstüne yazdığı şiir gibi. Bu önemli bir şey… Zira insanın dışındaki şeylerle hemhal olabilmesi kolay bir şey değildir. Kendinden çıkmayı kendini öldürmeyi gerektirir. Hallac kendini öldürebilmiş bir ustadır. Bu nedenle dışında ki şeylerle hemhal olabilmeyi becerebilmektedir. Bu Hallac’ın kendi sırlarının, potansiyelinin farkında olduğu anlamına da gelir. Hallac bu farkındalığın neticesinde görünenin arkasındakine odaklanarak hakikate yaklaşırken bunun zorluk ve sıkıntılarıyla da karşı karşıya kalmaktadır.
Mesela Şaghab adlı kadının neden her şeye küstüğüne dair herkes bilindik, karşılığı olmayan yorumlar yapar ve çözüm üretemez. “Bu meseleyi çözse çözse Hallac çözer” düşüncesiyle Hallac çağırılır. Evet Hallac durumu hemen kavrar, iman noktasında bir sorunu olduğunu anlar ve sorunu çözer. Gökten vahiyle inen bir şey değil bu. Hallac’ın kendi gerçek sınırlarını bilmesiyle ilgili bir durum. Hallac diğer insanlardan çok farklıdır ve mecnundur. Karşı karşıya kaldığı boyut diğerlerinin çok ötesindedir. Boyutun onu yutmasından memnundur. Çünkü orada kendine yer bulmuştur. Hallac, “Allah’ta yok olmayı” sınır ve boyut atlama üzerinden kavradığı için gerçektir.Tanrının ışığından biraz olsun almış ve bunun farkına varmıştır. O En-el Hak’tır. Müdahaleleri özgürleştiricidir, tıpkı Tanrı’nınki gibi. Hallac Allah’ta kaybolurken diğer insanlar ise ritüellerde kaybolmuşlardır. Yani onları kısıtlayan küçülten sınırlarda. Hallac özellikle de Hac zamanında bundan çok rahatsız olmuştur. Hallac bu tavrıyla bize Tao’yu da anımsatıyor. Tao felsefesinde de ritüellerin insanı sınırlandırılması bakımından aslında gerek olmayan şeyler olduğunu ve yüce erdemin bununla bir ilgisinin olamayacağından bahsediyor. Hallac bunu savunmasında da söylüyor; “Namazımı kılıp, ibadetimi ettim. Siz bazısını gördünüz, bazısını görmediniz” diyerek insanın şekilciliğe, Tanrıyla kurduğu ilişkinin sınırına ve yapaylığına dair göndermeler yapıyor, eleştiriyor. Onun Allah’ta kaybolması “özgürleştiricidir ve “içinde” yaşadığı boyuta daha da yakınlaşmış olmanın heyecanı, tarifsiz sevinci içerisindedir. Hem döneminde ki insanların hem de günümüzdeki insanların anlamakta zorlandığı bir ilişkilenme şekillenmedir bu.
Hallac’ın “En-el Hak” yaşamı tek boyuta sevdalı topluma yönelik bir eleştiridir. Bahsini ettiğimiz şey mistik bir tutum değildir. Elbette çağın dışında olmak başlı naşına bir mistik içerir. Lakin bu Mecnunlaşma halidir. Aynı zamanda Hallac’ın da dediği gibi “yaratıcı gerçektir.” Çünkü biz kendimizi maalesef tanımıyoruz, bilmiyoruz. Dahası böyle bir derdimiz de yok. Hallac burada bir iç yolculuk yapmıştır. Hallac’ın namazı kendisini keşfetmesidir. Hallac fiziki olarak seyahat etmiştir. Ama asıl seyahati kendi içine, tanrısal özelliklerine doğrudur. Seyahati turistik bir anlamı çağrıştırıyor bize. Fakat öyle değil… Çeşitli araçları kullanarak ya da yaya bir şekilde yapılır. Yalnız bu seyahat kavramını tek başına açıklanamaz. Seyahat işi bir göçerlilik anlayışının tezahürüdür. Tarihteki önemli insanlarda da iş bahsettiğimiz anlamıyla cereyan etmiştir. Mesela Sokrates… Sokrates’e birini göstererek; “sıkıldı, taşınmasına rağmen gittiği yerde mutlu olamadı” diyorlar. Sokrates şöyle cevaplar; “Çünkü gittiği yere kendini de götürdü.” Bu muazzam cevap zaten birçok şeyi anlatıyor… Olayın, göçmenin fiziki bir iş olmadığını en iyi şekilde anlatıyor. Seyahat etmek bir bilinçaltı yolculuğudur. Kendi içine yaptığın bir yolculuktur. Bu kendi içine yaptığın seyahatin sağlıklı olabilmesi için bir anlamda kendini öldürmen, kendinden çıkman gerekir. Yoksa fiziki olarak seyahat etsen bile aslında bir yere gidemezsin. Seyahat etmenin, seyretmenin, göçmenin önemini Aristo’da da görüyoruz. Aristo gibi bir filozofun akademisine verdiği isimin “Gezginler” olması tesadüf değildir herhalde. Vurguladığı şey bilgiye ulaşmanın bilinçaltı bir göçmeyle, seyahatle olmasına dairdir.
Mao’nun başlatmış olduğu Uzun Yürüyüş’ü de bu anlamıyla, seyahat ve gezginlik anlayışıyla ilişkilendirebiliriz.
Bu seyahat anlayışının dışındaki seyahat tartışmalarının bir getirisi olmayacaktır. En azından nitelik anlamında… Burada seyahat etmek için harekete geçmek geçiren açlığın, yüceltici, öznelleştirici olması gerekli. Açlığın sınırları küçükse seni dar sınırlar içinde tur attırır. İnsanlar çağımızda da geziyor, dolaşıyor, fotoğraf çekiyor. Aşağı-yukarı aynı şeyleri yaşayıp, aslında hiçbir şekilde seyahat etmeden geri dönüyor. Tabi bu durum hiç tat vermiyor insanlara. Bir süre sonra sıkılıyorlar.
Peki Hallac’ta seyahat nasıl? Hallac, Hindistan’a kadar seyahat ediyor. Onu seyahate çıkaran turistik bir gezi ya da çapsız bir merak değil elbette. Kendi içinde, bilinçaltına yaptığı yolculuktur, onu başka diyarlara hareket ettiren. Sadece teorik bilgi yığını oluşturmak değildir amacı. Sonuç almaya değil, kendine yeni sorular sormaya gidiyor. Aklındaki ve yüreğindeki İslam öğretisiyle yola çıkıyor. Fakat onu hiçbir zaman mutlaklaştıramıyor. Onu “tek” olana ulaşmanın bir aracısı olarak görüp, öyle seyahate çıkıyor. Böyle bir seyahat özgürleştiricidir. Özellikle Hindistan’da sohbet ettiği din insanlarıyla diyalogları bunun kanıtıdır. Hallac diğer öğretilere kapalı bir şekilde yaklaşmıyordu. Hindu, dininde İslam ile olan benzerlikleri, hatta kendisine karşı çıkan “sufilerin” savunduğu anlayışa yakın bir takım yaklaşımları da gördü. Kendi mantığıyla, bakış açısıyla kıyaslıyor ve onları hor görmüyor, değerli buluyordu. Ritüellere mahkûm olmuş Müslümanların göremeyeceği “Tevhid” anlayışını görüyordu Hindularda.
3. Hallac’ın Sırrı Hakikatin Bir Parçası Değil, Kendisidir
Hallac ile ilgili anlatılan hikâye şöyledir… Hallac gezginliği sırasında bir tacir denizcinin aracılığıyla Hindistan’a gider. Hindu tapınağının önünde bir Hindu’yla tanışır. Konuşmaya, sohbet etmeye başlar. Hinduların bin tanrısı olduğunu belirtmek ve kendisi için bir çelişki olduğuna dikkat çekmek için şu cümleyi kurar; “Sizin bin tane tanrınız var, oysa bir tane dünya var.” Hindu, Hallac’ın Müslüman olduğunu giyim-kuşamından da anlayarak anlatmaya başlar. Aslında kendilerinin de tek bir tanrıya taptıklarını ve bin tanrının en yüce olan tek Tanrının yansıması, parçaları olduğunu söyler. Yani bir aracı misali… Hindular bu bin tane tanrı içerisinden kendilerine bir tanrı seçerken aslında kendisi tanrının bir özelliğinde cisimleştirir. Burada son derece gerçekçi davranıldığını da görüyoruz. Örneğin hikâyedeki Hindu’nun “Aşk” Tanrısını seçmesinin bir sebebi var: “Yaşamıma baktım ve çömlekleri yapıp, toprağa şekil verirken bunu aşkla yaptığımın farkına vardığım içim “Aşk” Tanrısını seçtim” demektedir. Burada sadece uhrevi ve romantik bir yaklaşımın hâkim olmadığını, insanın geçmiş yaşantısına bakarak bunu yapmasının gerçekçi bir yaklaşımın ürünü olduğunu görüyoruz. Yani bireyin egolarını tatmin etmekten uzak bir tanrı seçimi anlayışı mevcut. Gerçekçi bir şekilde tanrıyla bağ kurma işlemi insanı öznelleştirir. Mekanikliklerden uzaklaştırır. Çünkü bir sorgulama, düşünme ve işletme sistemidir aynı zamanda.
Tanrının bir özelliğinin aracılarla birlikte insan ruhunda zuhur etmesi, Hallac’ın düşüncelerinden çok uzak bir düşünce değildi. İnsani özelliklerinin farkına varmak, tanrısal özelliklerinin farkına varmak noktasında Hallac ile benzer yanlar bulunmaktadır. Yalnız önemli bir nokta vardı. Hindularda aracıyı mutlaklaştırma insanı Tanrı’nın yalnızca bir yönüyle sınırlandırma tehlikesi vardı. İnsan dinamiğinin tek bir yönünün açığa çıkarılması ve diğer tanrısal özelliklerinin bastırılması tehlikesi… Aracıyı mutlaklaştırma tartışması her dönem olmuştur. Platon’da konuya ilişkin bir örnek varır. Platon, “Şölende Aşk Kavgası” eserinde Sokrates’i konuşturur. Konu “aşk” kavramına gelince kavramına gelince Sokrates “aşk tanrıdır” der. Daha sonra konuşma içinde, tartışmanın seyriyle birlikte bu düşüncesinden uzaklaşır ve “aşk bir daimondur” yanı “aracıdır” der. Mutlağın bir parçası ve ona ulaşmak için lüzumlu olan bir aracı… Yani aracıyı ilk anda mutlaklaştıran Sokrates bundan vazgeçiyor.
Hallac, Hindularla sınır konusunda ters düşüyor. Hindular mutlağa ulaşmak için kendilerine bir aracı seçiyorlar. Hinduların seçtikleri aracıyla aralarındaki ilişkinin mutlağa ulaşmak yolunda bir engele dönüştüğünü düşünüyor. Mutlağa değil de aracıya hapsolma anlayışları Hallac’ın gözüne çarpıyor. En-el Hak çözümlemesine sahip Hallac, “tek olana ulaşma-vahdet” konusunda Hindularla tartışıyor.
“Başlangıçta teklik, sonuçta çokluk diye formüle edilen felsefik yaklaşım-ki bu yaşamın özüne dair olan bir tartışmadır ve oldukça çetrefillidir. Aristo’da varlık, Platon’da güzel, Pisagor’da “1” vb. şeklinde konu edilmiştir. Yalnız tehlike tevhit mevzusunda “çokluk” olarak dışa vuran şeyleri mutlaklaştırma tehlikesidir. Bu yoldan saptırır. Hallac’ın tehlike olarak dikkat çektiği yer temel bir sorun olma özelliğini de taşıyor. Mutlaklaştırma aynı zamanda bir hapsolma işidir. Sen yenebileceğin, aşabileceğin değil, yenemeyeceğin, ulaşamayacağın bir şeye hapsolmalısın ki, yaşam sana hizmet etsin ve her nefesten tat alasın. Küçük ve aşabileceğin bir şeye takılıp kalmak günlük yaşantıda dâhil insanı mutsuzluğa boğar ve yaşamı kısırlaştırır. Bu anlayış siyasi alanda politikayı mutlaklaştırma, günlük yaşamda sadece tek bir özelliğin sivrilmesi vs. olarak da örneklendirilebilir.
Velhasıl kelam… Hallac’ın, Hindu’yu bir yere kadar benzer bulup, bir yerden sonra sınırlılık ve mutlaklaştırma tehlikesi ve eleştirisi olarak ortaya koyduğu şey dikkat çekilmesi gereken bir konudur. Çağımızın insanının rahatsızlıklarından biridir bu. Örneklendirecek olursak; insanın kendince keşfettiği sadece bir özelliğini geliştirmesi ve yaşamını buraya sıkıştırması gibi… Bu aynı zamanda bir yapaylıkta içerir. Kendini bir yerde ifade etme isteğinin sebebi o sınırda iktidarlaşmasıyla alakalıdır. Bu gerçekten yaşamdan kopartır, yabancılaştırır. İnsanın ilerlemesi ve özgürleşmesi için o özelliğiyle kurduğu ilişkinin çok büyük bir şeye-ideolojiye hizmet etmesi gerekiyor. Gerek Hallac ve Hindu’nun tanrı sohbetlerinden, gerekse de insanın günlük yaşamından verilen örneklerde dikkat çekilmek istenen şey; mutlaklaştıracağımız şey, bizi biz eden ve asla erişemeyeceğimiz bir şey olmalıdır. Bunun dışındaki mutlaklaştırma durağanlıktır; köleliktir.
4. En-el Hak Haykırışı
Hallac’ın Namus Meselesidir
Namus çetrefilli bir kavram… Kavramın bugünkü anlamı, toplumsal kabuller kavramı açıklamaya çalışırken bizi çeşitli risklerle karşı karşıya bırakıyor. Bu işimizi zorlaştıran bir durum. Peki nasıl açıklamak, işe nereden başlamak gerek?
Bildiğimiz kadarıyla kavram Latince kökenli “nomos” sözcüğünden gelmiştir. Latince anlamı “ilke” demektir. İngilizcede “isim” anlamına gelen “name” sözcüğü de yüksek olasılıkla bu sözcükten türemiştir.
Odaklanmamız gereken şey ilke-isim meselesidir. Duruş, yaşama yön veren anlayış, kimlik vs. biz neyiz? Kimiz? Nasıl davranırız? Nasıl anlarız? İşte tüm bu saydıklarımız namus kavramının kapasite alanına girer. Bununda doğrudan kadınla ilişkisi var. Gerek anlamının oluşturulmasında, gerekse de bunun yaşatılmasında kadının ana rolü yadsınamaz. Anlam ancak kadınla anlamlı olur. Bunun kadından gasp edilmiş olması kadının durumunu küçültmez. İlke-isim-anlam vs ile yaşatılan yaşatılmak zorunda olan kadınlıktır.
Hallac’taki En-el Hak ile ilişkilendirdiğimiz namus meselesi de isim-kimlik meselesidir. Hallac isimsizleştirilmeye karşı bir savaş veriyor. Bu savaş Hallac’ı kadınlaştıran bir savaş. Ayrıca Hallac halkın kayıtsızlığı içinde katledilirken dahi onlara kin beslemiyor, kızmıyor. Tıpkı bedeninden, ayrı bir irade doğuran kadının tüm hatalarına rağmen çocuğunu düzeltmeye çalışması-sahiplenmesi gibi… Burada manevi bir varlık yaratmanın sonucu çıkıyor karşımıza. Özgürlük ve tutsaklık ilişkisi yani. Tanrı insanı yaratmasaydı, tanrı da olmayacaktı. Aynı şekilde kadında doğurmasaydı, tanrısal özellikleri kazanamayacaktı. Bahsedilen doğurma özelliği fiziki anlamda değildir sadece. Kadının kadın kavramı olarak doğurma ve doğurtma özelliğinden bahsediyoruz. Yoksa kaba anlamıyla doğuran ve doğurmayan kadın ayrımı yapılır-ki bu bahsedilen şeyden çok uzak… Tanrı da, kadın da ne yaparsa yapsınlar insanlara karşı yabancılaşamıyor, onları değersizleştiremiyorlar. Bu bir sorumluluk duygusudur. Yarattıklara şeye karşı hissettikleri saygı ve sorumluluk duygusu…
İşte kadın burada bir söz vermiş oluyor. Bir namus sözü! Fakat bunun ne kadar farkında? Anne çocuğuna yabancılaşamaz, hep çocuğunun tarafından bakar. Düşerse kaldırır, acıkırsa doyurur. Yalnız burada bir sorunumuz var; Kadın bilinçli olarak bu durumun ne kadar farkında? Mevcut durumda kadınlar “kadınsı” bir pozisyonda çünkü bu özelliklerinin ne yazık ki farkında değiller. Kadınlık olarak bahsettiğimiz şey, cinsiyet olmanın çok ötesinde bir olgudur, bir anlayıştır. Bu anlayış Hallac’ta mevcuttur. Kendisine “En-el Hak” derken aslında bilinçli olarak farkında lığın altını çiziyor. Hallac’ta değindiğimiz sınırı aşma-boyut atlama olarak tezahür eden şey onun kadınlığının, dişiliğinin farkına varması ve bir namus meselesine sahip çıkmasıdır.
Yani Hallac’ta hakikatin peşinde olma ve insanları bunun etrafında toplama arzusu vardır. Toplumsal özelliklerinin farkına varan Hallac’ın durumu sorumluluk açısından atlas gibidir. “En-el Hak” dendiğinde onu anlamamalarına, öldürmelerine rağmen insanlara küsmemesi, insanları düşünmesi bu kadınlaşma ve sorumluluk duygusundan kaynaklıdır. Ölüm anında dahi insanların namus davasını düşünmüştür Hallac. Bir tanrılaşma, kadınlaşmadır bu. Hapishanedeyken, ölüme yaklaşırken dahi; “ölümü örgütledim, şimdi ona varıyorum… Acaba insanlara karşı kibirli bir tutum içine girdim mi?” diye kendisiyle bir muhasebenin içine girmesi buna bir örnektir. Hallac artık kadınlaşmıştır, baba mesleği olan “hallaçlığı” seçmeyip kendini hakikate adamasında da görüyoruz. Aslında hallaçlığı yine yapacaktı… Ama kalplerin hallaçlığını… Katılaşan kalplerde hallaçlık yapmak gibi zor bir görevi seçmişti kendine Hallac…
5. Şeytanın Aklına Gelmeyen Şey Aklından Vazgeçmektir
Hallac bağıra-çağıra, çarşı-pazar dolaşırken; “Ben mecnunum… Beni öldürün, öldürün ki yaradana kavuşayım” diyordu. Hallac’ın “beni öldürün” diye haykırmasını, “Ben” ; öldürün diye okuyabiliriz. Ancak öldükten sonra tanrısına kavuşacağına bilen birisinin ölümü araması ve bulması çok zor olmasa gerek. Kendinden çıkan bir insan, benliğini saran nefs duygusundan kopan bir insan aşkı tadabilir. Ve ancak “aşk” ta tanrı ile buluşacağını bilir. Hallac, insanlığa “ben” duygusundan çıkmayı öğütlemektedir. Ölüm sehpasında bile bunun mesajını verirken, ölümünün, insanlığa bu meseleyi kavratma noktasında bir vesile olmasını istiyordu.
Yine bir hikâyede şöyle anlatılır… Hallac bir lokantaya girmiş. Yanında da siyah, kirli-pasaklı bir köpek varmış. Kendisine çorba, köpeğine de et istemiş. Bu garip durumu soranlara ise, “nefsimi terbiye ediyorum” diye cevap vermiş.
Köpek, Hallac’ın nefsini simgeliyormuş. Nefsini terbiye etmek için onu yanında gezdiriyormuş. Tabi derdi sadece kendisiyle değil, aynı zamanda topluma da mesaj vermek niyetinde.
Hallac insana ait olan bu nefs duygusunu gizlemek niyetinde değil. Aksine onu herkes görsün diye siyah bir köpek tasvir etmiştir. Hatta onu beslemiştir. Birçokları gibi küfre sapmayıp, ahlaklı olmayı tercih etmiş ve gerçeği açığa çıkarmıştır.
Peki neden köpek? Köpek sadık bir hayvandır derler. Sahibini kolay kolay terk etmez. Aslında diğer bir anlamıyla köpek yerleşik bir hayvandır. Beslenme alışkanlığından, durduğu-gezdiği yerlerden huyundan-suyundan kolay kolay vazgeçmez. Hallac yanında gezdirdiği köpeği itaat altına alırken, aslında insanı uyuşuklaştıran-nesneleştiren-köpekleştiren bu özelliğini itaat altına alıyordu.
Hallac rastgele bir köpeği değil, kirli pasaklı ve siyah bir köpeği tercih etmiştir. Çünkü siyah köpek duyguların karanlıkta kaldığını simgelemektedir. Karanlıkta kalan duygular kirlenmeye yüz tutar. Kirlenmiş duygular ise sevgiden yoksun kalmaya mecburdur. Kirli-pasaklı siyah köpek, körleşmiş duyguların sağa-sola çarparak kirlenmesi ve bu yüzden dünyayı gri görmesidir.
Köpek ete azgınca saldırmış… Kontrol köpekte değil, köpeğin açlığında. İnsanda ancak nefs duygusunu kontrol altına aldığı zaman zaaflarına saldırır. Diğer türlü kontrol insanda değil, şeytanda olur.
Şeytan akıl yoluyla sirayet eder insana. Bir kere elmayı yedi Âdem. Evlatlarına ise elma yeme arzusunu bıraktı. İnsan bu arzuyu kontrol altına alırsa, şeytana meydan okuyabilir. Âdem’in yarattığı kötülüklerden arınabilir. Tanrıya ulaşmak eğer mümkünse o ancak bu şekilde olur.
Hallac; “ben mecnunum…” derken, “benim dünyamda aklın kanunları geçerli değil, aşkın kanunları geçerli” demekte. O aklı bir kenara bırakarak aşkın kanunlarını esasa aldığını söylüyor. Mecnun’a Leyla’yı dünyalar güzeli gösteren o gözlere Hallac’ta sahip olmuş ve bu sayede tanrıyı içinde hissetmiştir.
Şeytanın aklına gelmeyecek şey, akıldan vazgeçmektir. Fani dünyanın güzelliklerini ölçüt alarak yaşamak tanrı katından “ete saldıran köpek” gibi görünür. Böyle göründüğünü anlamak ve anlatmak için çorbayı kendisi içmiş, eti de köpeğe yedirtmiştir. Ancak fani dünyanın güzelliklerinden ve bu güzellikleri belirleyen akıldan vazgeçen insan aşkta tanrı ile bir yerde olabilir. Onun dışında tanrıyı göremez, hissedemez ve ona ulaşamaz. Yaşarken ölmeyi başaran Hallac, yaratıcıyı gerçeğin kendi içerisinde olduğunu bu şekilde kavramıştır.
DİPNOTLAR
1) Mehdi: Kelime anlamı “doğru yolu tutmuş olan” anlamını verir. Kıyamet gününden önce tanrının izniyle gökten inip deccalı öldüreceğine ve insanları mutluluğa eriştireceğine inanılan son peygamber.
2) Saraçlık: Araba hayvanının kayış takımı ve eyer takımları yapan-süsleyen kişilerin mesleği.
3) Ehlibeyt: Muhammed’in kızı damadı ve torunlarından oluşan ailesi. Kutsal aile.
4) Budacı: Kelime anlamı olarak “aydınlanmış” anlamına gelir. Buda’nın ileri sürdüğü gizemsel dünya görüşü ve dinidir. Budizm. Lakin burada anlatılmak istenen anlamıyla, dünya nimetlerinden kendisini koparıp, sonsuz inzivaya çekilme, kendini ibadete adama hali.
5) Teberdar: Kelime anlamı ”baltalı insan” anlamına gelir. O dönem Ebu Müslim Horasani için bu sıfat kullanılırmış.
6) Hindu: Çok tanrıcı ve gizemci Hint dini ve felsefesine inanan kimse.
7) Tao: Kelime anlamı “yol “demektir. Klasik Çin felsefesinde “yolun ve erdemin” kitabının yazarı Lao Tsu tarafından kurulan-başlatılan felsefi akım. Taoizm.
8) Atlas: Yunan mitolojisinde dünyayı sırtlayan tanrıdır. Bu görevi almasının sebebi, dünyanın sorunlarını kendine dert edinmesi, bunu bir sorumluluk olarak görmesidir.
9) Küfür: Arapça kökenli olan kelimenin gerçek anlamı, örtmek ve gizlemektir.
KAYNAKLAR
– Afşar Timuçin, Düşünce Tarihi 1, Bulut Yayınları
– Faik Bulut, Ebu Müslim Horasani, Berfin Yayınları
– Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, Remzi Kitapevi
– Partizan Dergisi, 67. Sayı
– Türkçe Sözlük, TDK Yayınları
– Wolfgang Günter Lerch, Bağdat’ta Ölmek Hollac-ı Mansur, Yurt Yayınları (Bir ÖG okuru)