Özgür Özkul’un anısına…
Dört yıl önce, “Torino içtihatı”ndan bahsetmiştim (bkz.). 2007 yılında Torino’da bir ulusötesi sanayi devinin (ThyssenKrupp) tesisinde çıkan yangının yetersiz önlemler nedeniyle yedi işçinin ölmesi vakası, ilgili İtalya mahkemesince kaza değil cinayet sayılarak görece ağır bir şekilde cezalandırılmıştı. “İş çevrelerinde” infiale yol açan bir karardı bu: içtihada dönüşmesinden, “yol olmasından” korkmuşlardı.
Geçen dört yılda neler olduğunu araştırdım. Beklenebileceği gibi, şirketler ve devletler başarıyla ipe un sermişler. 2017 sonlarında İtalya’da sendika hareketi, hüküm giyen dört İtalyan sorumlunun hapse girmesine karşılık, iki Alman üst düzey yöneticinin kararın üzerinden bir yıl geçmesine rağmen memleketlerinde hâlâ hapse konmamış olmasına tepki göstermiş.
Hatta İtalya Adalet Bakanı, mevkidaşına bir serzeniş mesajı yollamış. Ayrıca, ikili anlaşmalara göre hükümlülerin Almanya iş hukukunun “ihmal sonucu ölüme yol açma” suçuna öngördüğü ceza süresine tâbi olması ve bu sürenin İtalya’dakinden daha kısa olması da, tepkiye yol açmış.
Son olarak 17 Ocak 2019’da hükümlüler temyiz mahkemesinde karara itiraz etmişler, yani yeni bir sürünceme hamlesi.
13 Mayıs’ta beşinci yılını dolduracağımız, üç yüz bir insanın hayatını kaybettiği “bizim” Soma vakasında da, benzer bir mücadele sürüyor.
***
Nisan’ın 28’i, -önümüzdeki pazar günü-, iş cinayetlerinde hayatını kaybedenleri anma ve yas günü. Türkiye’de birkaç yıldır dikkatine getirilmeye çalışılıyor (http://iscinayetleriniunutma.org/ – http://guvenlicalisma.org/). Uluslararası Çalışma Örgütü’nün bu özel güne verdiği resmî ad ise: Dünya İş Sağlığı ve Güvenliği Günü / İşçileri Anma Günü.
1984’te Kanada Kamu Çalışanları Sendikası, ülkede 1914’te bir iş güvenliği kurumunun kurulduğu günün yıldönümünde başlatmış bu töreyi. Birkaç yıl Kuzey Amerika sendikal hareketine münhasır kalan 28 Nisan, giderek dünyaya yayıldı.
1992’de Britanya sendikalarının bu anmayı sahiplenirken kullandıkları slogan, sarih ve oturaklı: “Ölenleri hatırlayalım – Yaşamak için mücadele edelim.” Dünya Sendikalar Birliği 1996’da benimsediği 28 Nisan’ı her yıl belirli bir konuya hasrediyor: asbestin yasaklanması, kimyasalların kontrolü, stres, iş güvenliği verilerinin toplanması meselesi, genç işçilerin güvenliği, geleceğin teknolojileri ve iş güvenliği…
Nihayet 2001’de Uluslararası Çalışma Örgütü, bürokratik ve konformist yapısına uygun biçimde, adını biraz yumuşatarak 28 Nisan’ı resmî takvimine aldı. 28 Nisan, 2002’de Birleşmiş Milletler’in takvimine girdi.
28 Nisan bugün birçok ülkede resmî anma günü. Bu ülkeler arasında ABD, Kanada, Büyük Britanya’nın yanında Arjantin, Brezilya, Peru, Portekiz, İspanya, Tayland da var.
Türkiye’de bu meseleyi sahiplenen girişimler de, 28 Nisan’ın kamusal bir anma günü olarak tanınmasını talep ediyorlar.
Dünya Sendikalar Birliği’nin önümüze koyduğu rakamlar, meselenin ciddiyetini gösteriyor. Dünya üzerinde her yıl yaklaşık 270 milyon “iş kazası” oluyor, 160 milyon insan çalışma koşullarının yol açtığı hastalıklara “yakalanıyor”; bunlardan ötürü her yıl yaklaşık iki milyon insan ölüyor.
Dünya üzerinde her 15 saniyede bir işçinin, günde 6 bin işçinin “iş kazasında” ölmesi demek bu. Savaşlardan daha yüksek bir sayı.
Ölümlerin bu sistematikliği, burada bir tür savaş olduğunu düşündürüyor zaten. Sistematik ihmallerin, sistematik maliyet düşürme hesaplarının, sistematik “bir şey olmaz”ların, sistematik “işin fıtratında var”ların yol açtığı bir toplu ölüm – öldürüm… Onun için, kaza değil cinayet…
***
Dünya Sendikalar Birliği’nin 28 Nisan iş cinayeti anmalarında 2016 için belirlediği konu, “işyerinde stres” idi. Daha çok, gelişkin sanayileşmiş ülkelerde çok konuşulan bir konu. Delice örnekleri, Japonya’dan çıkıyor.
Son meşhur vaka: 2015 Nisan’ında 24 yaşında bir reklam ajansı çalışanı genç kadının, aşırı çalışmanın (ayda yüz saatin üzerinde fazla mesai!) yol açtığı stresten ötürü canına kıyması.
Bunun üzerine hükümet, iş yerlerinde aşırı-fazla mesai ve strese yol açan başka koşullara sınır getireceğine dair vaatlerde bulunmak zorunda kalmış.
Japonya’da 2017 Ekim’inde 31 yaşında televizyon muhabiri bir genç kadının kalp krizinden ölmesi de çalışma stresine bağlanmış, medya kuruluşu bir hukuk mücadelesi sonucu bunu kabul etmek zorunda kalmış (ayda 159 saat fazla mesai yaptırmışlar!), ancak vaka dört yıl sonra açığa çıkmıştı.
Japonya’da aşırı uzun süre çalışmanın, -ve çalıştırılmanın!-, yol açtığı ölümlerin bir adı var: Karoshi. Aynı sebebe dayanan intiharların da bir adı var: Karojisatsu. Bu konuda tepkilerin yoğunlaşması üzerine Çalışma Bakanlığı 1987’den beri yıllık karoshi istatistikleri yayımlıyor!
Karoshi vakalarında tazminat ödenmesi de kurumlaşmış – ölenlerin yakınlarının veya sendikaların ölümle iş koşulları arasındaki illiyet bağını kanıtlaması koşuluyla. Karoshi vakalarında uzmanlaşmış, aşırı-çalış(tırıl)anlara koruyucu danışmanlık hizmeti veren klinikler varmış.
Karoshi’yi, -Yukio Mishima misali-, bir “Japon manyaklığı” mı saymalı? Yoksa “kapitalist moderniteyi” en sebatkârca, Mehmet Akif’in yazdığı gibi en “saffet ve ruh-u feyyaz”la içselleştirmekten ibaret bir aşırılık mı?
Stresi, gelişkin sanayileşme vasatına münhasır da saymayalım. Zamâne kapitalizminin prekarizasyon şartlarında, bilhassa bilişsel ve duygusal emeğin canının çıkarıldığı iş sahaları gitgide genişlerken…
***
Filipinler’de metamfetamin kullanımı, ağır işlerde siftinenlerin neredeyse olmazsa olmazı. İnşaat işçileri, yük taşıyanlar, sürücüler, saatler süren mesailere dayanabilmek, uykuyu bastırmak için düzenli kullanıyorlar, bir bakıma kullanmak zorundalar. “Japon çalışma kültürü” misali, orada da iş töresi, öyle. Beri yandan Başkan Dutarte’nin “uyuşturucuyla savaş” konsepti çerçevesinde, hapı yakalatanlar da (rüşvet veremiyorlarsa) hapse atılıyorlar.
İstatistiği yok ama kaçınılmaz olarak fazla ve “yanlış” hap kullanmaktan ölenler de oluyor.[1] Bu da başka bir caniyâne emek rejimi vakası…
***
Türkiye’de İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, elden geldiğince iş cinayeti vakalarını takip ediyor, kaydediyor, duyurmaya çalışıyor (http://www.guvenlicalisma.org/). 4 Ocak 2019’da yayımladıkları rapora göre geçen yıl memlekette en az 1923 işçi, kaza denen iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Bu vakalar, yanılmıyorsam karoshi’leri veya Filipin tipi, çalışma şartları dolaylı sayılabilecek ölümlerin bilgisine erişmeden, erişemeden derlenmiş, dolaysız ölüm vakalarıdır.
Bu arada, söylemeye gerek var mı; sendikaların, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi gibi girişimlerin eksikliği, -mürai işletmeci tabiriyle konuşalım-, iş kazaları için birincil risk faktörüdür. Ve tersi, onların mücadelesi, en sağlam güvence.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin de ısrarla takip ettiği büyük vakaya gelelim… İki hafta kadar önce açılan yeni İstanbul havalimanı inşaatının, Türkiye’nin iş cinayetleri tarihinde müstesna bir yer edindiği kesin. 2018 Kasım’ında bütçe görüşmelerinde Ulaştırma Bakanı, 2013’ten beri süren devasa inşaatta toplam 30 işçinin hayatını kaybettiğini söyledi.
Aralık’ta CHP İstanbul milletvekili Ali Şeker’in Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi’ne yaptığı bilgi edinme başvurusuna gelen cevapta, 52 rakamı verildi.
Dev Yapı-İş Sendikası, can kaybının dört yüzü aştığına dair iddialardan, -ihtiyatla, “iddia” olarak-, söz ediyorlar. Resmî verilerin güven verici olmaktan uzaklığı, çalışma şartlarının güvenlikten ıraklığıyla uyumlu görünüyor.
Gerçek sayı, resmî verinin üstünde olmasın, dileyelim, yakaralım aman olmasın… Elli iki insan, az mı? Sendikacıların ve iş güvenliği uzmanlarının toplama kapına benzettiği, “ölümüne çalışma” diye tanımladığı şartlarda…
Günün birinde İstanbul havalimanının girişinde, sadece alın terleri değil kanları canları harç yapılmış o işçilerin adlarının nakşedildiği bir pano görmeyi niyaz ederim; ya da havalimanının plastik ışıklı metalik dehlizlerinin duvarlarında, bütün duvarlarında, o işçilerin adları…
***
Pınar Öğünç’ün yeni kitabı Beterotu’nda, “Çimento” adlı bir hikâye var. İnşaatında ölen bir işçinin bedeninin harca karıştığı bir apartmanda “geçiyor”:
Bir ara harç makinesini temizlemek için içine mi girmiş, temizlerken içine mi düşmüş bilmiyoruz. Sonra da, sonra da işte başka biri makineyi çalıştırıyor bilmeden. Yirmi bir yaşında delikanlı parça parça olmuş affedersin. Müteahhide haber veriyorlar, herifin yüz tane inşaatı var böyle etrafta. Hem çalıştırdığı şefin, hem kendi başı yanacak diye kapattırtıyor.[2]
O apartmanın umur görmüş nezih sakinlerinin, “inşaat sırasında yaşanmış bir sorun” diye unuttuğu, unutmak istediği bir… bir… şey… İşte, 28 Nisan, unutmamak için.
Dipnotlar:
[1] Bianca Ysabelle Franco: “Hoffnungslos im Knast,” iz3w, sayı 371 (Mart/Nisan 2019), s. 14-15. [2] Pınar Öünç: Beterotu. İletişim Yayınları. İstanbul 2019, s. 57-58.Kaynak: Birikim.