Gerçek tarifiyle emekçilerin sosyal yaşam etkinliği olan futbolun tarihi incelediğimizde göze çarpan noktalardan biri olarak katliamları görmekteyiz. 1314 yılında İngiltere Kralı II. Edward bir emir çıkararak. “Bundan sonra İngiltere sınırları içinde her kim olursa olsun ayakla vurularak oynanan top oyununu oynamaya kalkışırsa şiddetle cezalandırılacaktır” şeklinde bir ferman çıkardığında şüphesiz devlet denetiminin zayıfladığının farkına varmıştı. Zira Edward askere katılımların düşük olması, fermanların dikkate alınmaması, kitlelerin kendi içinde ahlaki kurallarını koyarak sosyal bir birliktelik yakalaması iktidarı tehdit ediyordu.
Buradan yola çıkarak şunu söylemeden geçemeyeceğiz. Spor özünde bir disiplin çalışması olduğundan sistematik bir yaşam tarzı yaratmaktadır ve bu da egemenlerin sömürü düzenlerini yeniden üretecek bir yaşam tarzına denk düşmemektedir.
Sporun özü devrimcidir ve egemenlerin nimetlerinin faydasızlığı ve halk kitlelerinin sosyal ve siyasal olarak kendilerini ürettiği bir oyundur. Kendi içinde içgüdüsel bir yanın bulunmasıyla doğaldır ve aynı zamanda zevke dayalı olduğundan-şekillendiğinden halk kitlelerini saracak bir yapıya sahiptir.
Bir kitle eğlencesi ve üretimi olarak ele alınan spor egemenlerin yok edemeyeceği bir alan haline gelmeye başlayınca bu kez de bu alanları sermaye aktarımı ile denetimleri altına almaya çalıştığını söyleyebiliriz. Yunanistan’da Olimpiyatların egemenlerin eğlencesi için yapılması, Roma’da gladyatör savaşlarının tribünlerde yaşatılması egemenlerin alternatif spor alanları yaratmasının bir parçası olmuştur. Yine oyuncular profesyonellik adına eğitilirken kazanç ve kâr hedefli yetiştirilmiş; zevk ve disiplin açısından bir eğitim alanı olan sporun işlevselliği ortadan kaldırılmıştır. Bu nedenle sporda hormon ve doping olayları sıklıkla gündeme gelmektedir.
Buradan çıkarılması gereken sonuç tümden şu olmalı sermayenin ve özel mülkiyetin hükmettiği her spor alanı gerçekliğini yitirmiştir. Profesyonellik adına siyasal ve kültürel olarak sporda yaratılan yoz atmosfer, tüm toplumsal duyarlılıkları ortadan kaldırırken cinsiyetçi saldırıları ise meşru kılmaktadır. Zira esas profesyonelliktir ve yapılması gereken tüm ahlaki ve kültürel özellikleri kaybetmektir.
Tribünler üretecek gerçek oyun kazanacak
Kapitalist spor anlayışının ilk hedefi elbette kapitalizm karakteri gereği kâr hırsıdır. Bununla beraber kitlelerin ilgi odağı haline getirilmesi bu kâr güdüsünün üretimi anlamına gelmektedir. Zira formalardan bilet paralarına ve kimi envai satışa kadar tribün yani halk kitleleri kullanılmakta ve sermayeye buradan doğru sıcak para akışı sağlanmaktadır. Halk kitleleri burada amansızca sömürülmektedir. Ancak işçi sınıfının sosyal bir yaşam etkinliği olan spor -özelde futbol maçları- zevk ve aktivite unsuruna dayalı olmadan, yoğun emek sürecine dayanmadan, direkt bir sömürüye kapısı olmaktadır. Yapılan birçok anket de bunu göstermektedir. Futbol izleyen bireyin sosyal ve siyasal sorunlarını düşünmemesi ve farkında olmaksızın kendini çevreleyen unsurlara ve sorunlara kapanmasının oranı % 85 civarındadır.
Bu tablo hiç de küçümsenmeyecek bir gerçekliğe sahiptir. Bu açıdan kayıtsız kalmak aynı zamanda bu alanları farkına çoğu kez farkına varılamayan bir sömürüye terk etmek anlamına geliyor.
Hal böyleyken burada şu değinide mola vermekte fayda var. Halk kitleleri her ne kadar bugün neo-liberal saldırılarla yozlaştırılmış ve yabancılaşmışsa da kapitalizm doğası gereği refah ve umut vaat edecek bir doğaya sahip değildir. Halk kitleleri ile egemenler arasında bu uzlaşmazlığın patlayacağı ve kitlesel bir eylemliğe dönüşeceği kaçınılmaz ve bir o kadar da tarihi ve zamanı bilinmez bir içeriğe sahiptir.
Taksim Ayaklanması ile birlikte taraftar gruplarının görünür olması ve azımsanmayacak bir biçimde kitleleri ajitasyon propaganda ile yönlendirmeleri egemenlerin sporu kesinkes denetim altına alamadığını ve devamlı bir üretimle bu süreci ilerlettiğini gösteriyor. Her maç sonrası takımı yenilen taraftarın (özellikle Fenerbahçe-Galatasaray-Beşiktaş) kolluk güçleri ile çatışması özünde halk kitleleri ile egemenler arasındaki çelişkinin bir tezahürüdür. Bu çelişki Taksim Ayaklanması’nda da açığa çıkmış, taraftar gruplarının tribünleri yani binlerce kişiyi yönlendirme deneyimi ayaklanmanın başından sonuna görünür olmuştur. Bu anlamıyla bu deneyimin irdelenmesi oldukça önemlidir.
Tribünde siyasi slogan yasağı korkunun bir ifadesidir/Çare Drogba
Tribünde her türlü cinsiyetçi olarak ahlaki düzeylere sığmayan hatta sığdırılma tartışması bile yanlış olan slogan ve tezahüratlar üzerinde egemenlerin bugün bir tasarrufu yoktur. Yoktur çünkü karakteri gereği kendini tehdit eden değil erkek egemen anlayışı üreten ve bu anlamıyla devlet-i aliye’nin bekasını sağlamlaştıran bir yerde durmaktadır.
İçişleri bakanı Muammer Güler’in yaptığı bir açıklama, futbolun egemenler cephesinde nasıl işlerlik kazanacağını gösterdi. Yaptığı açıklamada “Okulların açılması ve spor müsabakalarının başlaması ile toplumsal gerginliği arttıran Gezi olaylarının artacağını hepimiz biliyoruz” diyen Güler, tribünlerde siyasi ve ideolojik slogan ve tezahüratların yasaklanacağını belirtti.
Tribünlerin spordaki önemi herkesçe bilinmektedir. Tribünsüz sporun üretilemeyeceği egemenler tarafından bilinmektedir. Öyle ki kitleselleşen ve kitleler tarafından benimsenenin meşruluk kazandığı bir gerçektir. Bugün sporda siyasi slogan yasağı spordaki denetimin düştüğünü ifade etmektedir. Şike operasyonları ile UEFA’da prestij kaybı yaşayan devlet, TFF Gençlik ve Spor Bakanlığı Taksim Ayaklanması ile politik bir atmosfere sahip olan taraftar ile kendini üretememe korkusu yaşamaktadır. Ve bunun farkında olarak bugün böylesi bir uygulamaya gitmektedir. Bu yasağa karşı tavır da tribünde yankı buldu. Saldırıya tavır Fenerbahçe taraftarlarının “Her yer Taksim Her yer direniş” sloganları oldu.
Evet, kendine aykırı olanı engelleyen egemenler kendini üretecek bir slogana bizzat kendileri yeşil ışık yakmaktadır. Nitekim bugün tribünde siyasi olarak “Recep Tayip Erdoğan” sloganını devlet kendine aykırı olarak yasaklar mı? Elbette hayır. Ancak bu slogan devletin gerçek yüzünü göstermek açısından, bir şekilde üretilerek kullanılabilinir. Gezi isyanının göstermiş olduğu bir gerçek var ki o da devlet cephesinden gerçekleştirilen saldırıların karşı saldırıya dönüştürülmesidir. Çapulcu, marjinal hakaretin bir siyasi kimliğe dönüştürülmesi ya da “mahallenizde tencere tava veya herhangi bir enstrümanla sizleri rahtsız eden varsa şikayet edin” diyen Erdoğan’ın bu direktifinin Alevi mahallelerinde “Başbakan Erdoğan’ın çağrısıyla bu şikayette bulunuyoruz. Mahallemizde Ramazan Davulcuları gürültü yapıyorlar. Rahatsız oluyoruz” denmesi gibi…