Syriza, önceki partilerin Troyka (AB, IMF, Avrupa Merkez Bankası) ile uzlaşmaya çalışmalarına yönelik halkın tepkisi sonucu Ocak ayındaki seçimleri kazanmıştı. Aradan geçen 5 ay içerisinde, bu müzakerelerde “ilerleme” sağlayamayınca 5 Temmuz’da referanduma gidildi. AB’ye olan tepkinin artması sonucu Syriza aldığı oy oranını katlayarak halkın çoğunluğunun desteğini aldı. Fakat üzerinden 10 gün geçmeden, önceki sağ partilerin yapamadığını yaptı ve emekçilerin üzerindeki vergi yükünü artıran, sosyal haklarını kısıtlayan ve mali bağımsızlığını kaybetmesine yol açan paketi imzaladı. Paket, parlamentodan diğer sağ partilerin güçlü desteği ile geçti. Yani sağ partilerin yapamadığını “sol” bir parti yapmış oldu.
Türkiye’de burjuva ekonomistlerin bir kısmı ilk anda Tsipras’ı Kemal Derviş’e benzettiler. Fakat paketin ayrıntıları netleştikçe bu benzetmenin hafif kaldığı anlaşıldı. Kemal Derviş sürecinde vergi toplama işi en azından yerli egemen sınıflara kalmıştı. Çünkü Syriza’nın onayladığı paket olsa olsa Osmanlı dönemindeki Düyun-u Umumiye’ye benzetilebilirdi. Şimdiki Türkçeyle “Genel Borçlar İdaresi” diyebileceğimiz Düyun-u Umumiye teşkilatı, Avrupalı alacaklıların Osmanlı’da vergi toplamasını sağlıyordu. Osmanlı devletinin gelirlerinin beşte ikisi Düyun-u Umumiye’ye terk edilmişti. Mali bağımsızlığın artık şeklen bile korunamadığı bir anlaşmadan bahsediyoruz.
Sağcı partilerin halk muhalefetinden korkarak imzalayamadıkları bu paketin imzalanmasının farklı çevrelerde nasıl yorumlandığını gördük. Fakat reformizmin “sola iten bir halk mücadelesi çizgisi” ile (Atılım sayı: 162, Syriza Hükümeti ve KKE devrimci lafazanlığı) ileri çekilebileceği anlayışının halkların devrimci mücadelesine daha çok zarar verdiğini, en baştan itibaren tıpkı YKP/ML’li devrimci güçler gibi buna tavır alınıp, teşhir edilmesi gerektiğini bir kez daha bir tecrübeyle görmüş olduk. Reformizme şans tanımanın bir kez daha kendisi, reformizm kulvarına bulamışlığı göstermektedir. Syriza aynasından, Türkiye’de yansıyan en önemli sonuçlar; birincisi devrimci hareketin zayıflamasıyla reformizm dalgasının bizce açık olan etki alanının boyutlarının daha görünür hale gelmesidir. İkincisi; reformları devrimci mücadelede kullanabilmekle reformizm arasındaki farktan anti-emperyalistlik ilkesinin temel alınması gerektiği tarihi deneyiminin birçok devrimci harekette silikleşmiş olduğunu göstermesidir. Ortaya çıkan bu sonuçların, Syriza’ya şans tanıyan tüm hareketler tarafından, ayrıntılı bir şekilde değerlendirilmesi temel önerimizdir.
Yaşananlar devrimcilik-reformizm ayrışmasının tezahürüdür
Syriza’nın seçimlerden birinci parti olarak çıkması, Türkiye’de de seçim sath-ı mahalline girilmişken oldu. Syriza’nın liberal reformist duruşu o haldeydi ki CHP’sinden AKP’sine burjuva partiler dahi kendine pay çıkardılar. Bu rüzgara HDP de kapıldı. Syriza’nın HDP’ye benzetilmesinin yanlış olduğunu başından itibaren belirttik. (ÖG, 5-11 Şubat 2015, “Çiftetelli Siyaseti”)
HDP; Kürt ulusal mücadelesinin legal ayağı olması ve ulusal mücadelenin özgürlüğü içerisinde “tam hak eşitliği” ilkesinin her alanda savunulmasıyla bağlantılı olarak farklı kulvardadır. Silahlı mücadeleyle birlikte, gelişen Ortadoğu dinamikleri, Rojava ve diğer Kürt bölgelerinde Kürt hareketinin artan etkinliği HDP’nin salt kendi varlığıyla bile Türk devletinin tekçi-faşist yapısını bozan bir niteliğe sahip olmasını getirmektedir. Bu bahsettiğimiz niteliklerinin oluşturduğu mücadele dinamiğinin yaratabileceği kısmi demokratik adımlar dışında, HDP’ye misyon biçmek, günümüzdeki sınıf dengeleri açısından reformizme sonuna kadar kapının açılması dışında bir anlam taşımamaktadır. HDP’nin parlamentoya girişinin Kürt ulusal mücadelesi açısından “zafer” olduğu tanımlaması doğruyken, Syriza’nın seçimleri kazanmasının hele ki Kobanê zaferiyle aynı günlere denk gelmesi hasebiyle tıpkı Kobanê gibi, “emekçi halkların” zaferleri arasında sayılmasının ciddi bir ideolojik/politik yanılgı olduğu ortadadır.
Syriza, oluşum şeklinden, ekonomik programına, savunularına kadar burjuva liberal/reformist bir partidir. İteklenerek, çekilerek, eleştirilerek kalkanın devrimci/demokratik mücadelesinde daha ileri gidebileceği yer yoktur. Türkiye’de birçok hareket Syriza’nın bu niteliğini yok sayıp, popülist söylemlerine tav olmuştur. Oysa Syriza’nın 2014 sonbaharında “Selanik Programı” olarak anılan ayrıntılı ekonomik programı temel belge olarak kabul ettiği bilinmektedir. Bu belgeye göre; “birincisi, Syriza Yunanistan’ın mutlaka Avro sisteminde kalmasını hedefliyor. İkincisi, başta dış borcun miktarı olmak üzere AB ile ilişkiler yeniden müzakere edilmesidir. Üçüncüsü ise, bu müzakereler sürerken Syriza ekonomiyi canlandırmak ve kemer sıkmayı sona erdirmek üzere bir kamu harcamaları programı başlatacak. “(Syriza’nın iktisat politikalarından sorumlu milletvekiliyle söyleşiden aktaran ÖG, 12-18 Şubat 2015; “Yunanistan seçimlerinin gösterdiği: Rüzgar kimden yana esiyor?”)
Çok açıktır ki, Syriza’nın Troyka’nın paketini kabul etmesi şaşırtıcı değildir! Sonunun “teslimiyet” olacağı tartışmasız şekilde belli olan bir sürece devrimci hareketler tarafından “itekleme”, “ileri çekme” anlayışıyla misyon biçilip, “yeni bir umut” denilmiştir. Günümüzde hiçbir hareket anti-emperyalist olmadan, asgari olarak bu ilkenin arkasında durmadan reformist tanımlamasını dahi hak edemez. Syriza’nın burjuva liberal duruşuna gözlerin bu biçimde kapanmasının nedenlerin sorgulanmaması Marksist geleneğin tecrübelerinin yok sayılıp, içine düşülen yanılgının boyutunun görülmemesi, bu anlayış sahiplerini daha büyük yanlışlara sürükleyecektir. Yaşananlar “günümüz koşulları altında reformist partilerin dahi elde ettikleri, seçim başarıları önemlidir, ancak asıl önemli olan, bu başarıların siyaset değişikliğine yol açıp, burjuvaziye geri adım attırabilecek seviyeye getirmesidir” (Özgür Gündem, 18 Temmuz, Murat Çakır, “Tercih ve Bedel”) demek, aslında ders çıkarılmaması demektir! Bu konuda kesin bir şekilde net olunmalı ve reformizmin “burjuvaziye geri adım attırabilecek bir niteliğinin/duruşunun olmadığı” görülmelidir.
Devrimci hareketlerin çeşitli dönemlerdeki sol sekter tutumları dolayısıyla yaşadıkları gerilemeler, onları burjuvazi ile anlaşmanın, anti-emperyalistlikte “esnemenin” vs. “zorunluluk” mücadelenin mevcut durumu; “sorumluluklarımız” gibi tanımlamalara sığınmalarını getirmemelidir. Bu sınıf mücadelesinden vazgeçiştir. Syriza, daha alt boyutta dayatmaları olan bir paketi kabul ettirseydi bu “başarı” olarak mı değerlendirilecekti? O zaman Syriza ileri mi çekilmiş olacak, “emekçi halkların yeni bir geleceğe doğru” yol alışında mesafe mi kat edilmiş olacaktı? Yoksa emperyalist-kapitalist sistemin kendini biraz daha tahkim etmesinden mi bahsetmeliydik?
Aslında tüm bu soruların cevabını çok büyük bir sadelikle YKP(ML) ve ML-YKP seçim ittifakının seçim sonuçlarına ilişkin açıklamaların yer verilmiştir. (ÖG, 5-11 Şubat 2015.)
Türkiyeli devrimci hareketlerin seçim sürecinde ve sonrasında Yunanistan’da 1918’den günümüze kadar; başta İtalyan faşistleri ve Alman Nazilerine karşı verdiği büyük mücadelede olmak üzere pek çok direnişi gerçekleştiren ve en çok 2009’daki isyan dalgasında önemli bir yer tutan YKP/ML’ye hiç değinmemeleri, devrimci seçeneğin varlığını görmeyip reformist “seçeneği” sürekli göz önünde tutmalarının da “Syriza aynasında Türkiye’de yansıyan” önemli bir veri olduğunu düşünüyoruz. Fakat şunu da belirtelim ki, devrimci seçenekler olmasaydı bile Syriza’nın anti-emperyalist duruş göstermediği halde AB emperyalistleri ile anlaşarak krizden bir çıkış yaratabileceğinin düşünülmesinin, sistem izinde dahi kararlı bir duruşa sahip olmamasının “önemsiz görülmesinin” tek izahatı “devrimin güncelliğinin” her koşul altında değerlendirilememesidir. Mücadeleyi “ileri” itebilecek, çekebilecek tek anlayış, toplumsal her sorunda devrim potansiyelini görebilmek, bunu ortaya çıkarabilecek dinamiklerin yanında durmaktır. Yunanistan’da egemen sınıflar artık bariz şekilde yönetemiyorken, ezilenler ayaktayken Syriza gibi reformist bir partiyi olumlayabilmek devrimin dinamiklerinin önünün kapatılmasını onaylamaktan başka bir anlama gelmemiştir.
Syriza örneğiyle birlikte artık tartışmasız olarak ortaya çıkan bir diğer olgu da, emperyalist kapitalizm koşullarında yani tekellerin-tröstlerin hakimiyeti dünyanın her tarafını kuşatmışken parlamenter mücadelenin, kapitalist ülkelerde dahi öneminin azalmaya devam ettiğidir. Emperyalistlerin, salt bazı “haklarından” vazgeçmelerini sağlamak için bile artık devrimci şiddetin etkin olarak kullanılmasının ve sistemden kesin çıkışın hedeflenmesinin zorunlu olduğu görülmüştür. Böyle bir süreçte parlamentoyu araç olarak kullanma anlayışındaki bir devrimci hareketin tek görevi; sistemin çıkmazını artırmaya çalışmak, krizi derinleştirmek ve çok net bir şekilde anti-emperyalist çizgide durmaktır. Kapitalist sistemin krizini hafifletecek önlemleri almayı “zorunluluk”, “sorumluluk” olarak ele almak, sistemin bir dişlisi haline gelmek demektir.
Özcesi, Syriza’nın değerlendirilişi bizlere devrimcilik reformizm ekseninde birçok veri vermektedir. Önemli olan bunları doğru bir şekilde değerlendirip, Türkiye’deki reformist dalgayla etkin olarak mücadele etmektir. Yazımızı YKP(ML)’nin 25 Ocak seçimlerinin sonuçlarına dair açıklamasında bir bölümle bitiriyoruz:
“Bu seçimlerin önemli sonuçlarından biri ise, solda bulunan önemli bir kesimin Syriza’nın aldatmaca retoriğine karşı durabilmiş olmalarıdır. …YKP(ML) ve ML-YKP ittifakı… Syriza’nın üzerinden yükseldiği ve bundan sonra da devam edeceği ayrışmalara, seçim aldatmacalarına ve hareketin silahsızlandırılmasına karşı ülke genelinde bir mücadele yürüttü. Emperyalist bağımlılık rejimine karşı çatışmanın zorunluluğunu, borçlanılanlarla ‘müzakere’ çizgisine karşı durulması, kapitalist krizin makul yönetimine karşı komünist devrimci-halk hareketinin inşa edilmesinin zaruretini ortaya koydu.” (27 Ocak tarihli açıklama)