Ülkenin gündemini başkanlık sistemi ile ilgili tartışma işgal etmeye devam ediyor. Meclisin gündemine getirilen ve kabul edilen başkanlık sistemi kapsamında yapılacak anayasa değişikliği ve referandum tartışmaları da sürüyor. AKP uzun dönemdir gerek iç gerek dış politikada yaşadığı tıkanıklığı aşmak, iktidarını sürdürmek amacıyla atmayı planlayıp atamadığı bir dizi adımı atmaya dayanak yaptığı 15 Temmuz darbe girişiminin nimetlerinden faydalanmaya da devam ediyor.
AKP’nin temel sloganlarından biri olan “istikrar” konusunda ciddi bir krizin içinde olduğu, 15 Temmuz öncesinde gerek bütün ezilenler gerek diğer egemen klikler, gerekse de aşıklığını yaptığı emperyalist güçler cephesinden gözle görülür bir gerçekliği ifade ediyordu. Bu krizin en somut görüngüleri ise Suriye politikasında, bugün en tehlikeli terör örgütü ilan edilen FETÖ ile kurduğu ilişkinin geldiği boyutta ve elbette ülke siyasetinin her dönem dengesini belirleme potansiyeli taşıyan Kürt meselesinde yaşanıyordu.
Darbe girişimi öncesine kısaca baktığımızda yukarıda altını çizdiğimiz meselelerde AKP’nin nasıl bir çıkmazda olduğunu görürüz. Uzun bir dönemdir FETÖ ile yollarının ayrı düşmesi, Suriye’de pay kapmak için başrol alma çabalarında yaşamış olduğu hezimet, KUH’un “iç sınırları” içinde savaşı büyütmesi yetmezmiş gibi Suriye sınırları içinde de emperyalist güçler tarafından bile şimdilik kabul görür bir güç haline gelmesi, AKP/Erdoğan’ın bu can simidine sıkı sıkıya sarıldığını ve kendi kurtuluş bileti olarak en iyi şekilde kullandığını görmek gerekiyor. AKP/Erdoğan için şimdi uzun zamandır yapılan planların hayata geçirilmesinde yaşanan tereddütleri bir kenara bırakıp daha cüretkar ve tehditkâr olma zamanı.
Nitekim şu an yapılanların tümü de bu politikaların bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. Öncelikli olarak içeride hiçbir çatlak sesin olmaması için toplumsal muhalefetin sesini kısmaya yoğunlaşılmış durumda. Muhalif kesimin söz söyleme araçları bir bir gasp edildi/ediliyor, hapishaneler devrimci, demokrat, yurtseverlerle dolduruldu. Bütün bunlar elbette sadece Erdoğan’ın tek adam olma histerisinin bir sonucu olarak yaşanmadı. Başkanlık, son haliyle cumhurbaşkanlığı diye formüle edilen, sistemin açığa çıkan esas ihtiyacı sistemin yaşamış olduğu krizlerdir. Toplamda başkanlık sistemi, son süreçte birçok vesileyle darbe alan devletin istikrarını güçlendirmek için açığa çıkan ihtiyacın bir ürünüdür. Bu yüzden acil olarak hayata geçirilmesi için önünde engel olacak taşların temizlenmesine yoğunlaşılmaktadır. Önce komisyonda sonra mecliste kavga-gürültü tartışılan anayasa değişikliğinin hızlıca referanduma taşınması ve referandumun, faşist baskının ayyuka çıktığı OHAL ortamında beklemeksizin yapılması hedefleniyor. Acelenin nedeni de budur; mevcut baskı ve OHAL ortamında hayata geçirilen uygulamaları başkanlık sistemiyle olağanlaştırmaktır. Bu yüzden referandumun ardından yaşanacak sürecin “normalleşeceği” yanılgısına düşmemek gerekir.
Bir kez daha Kıbrıs pazarlığı
TC açısından iç ve dış politikanın yeniden şekillendirildiği, iç politikada daha tehditkar, dış politikada daha cüretkar olunan bir atmosferin içerisinde, Kıbrıs sorunu tartışması da Cenevre’de yapılan konferans vesilesiyle bir kez daha açılmış durumda.
Yarım yüzyıla yakın bir süredir, farklı dönemlerde çeşitli “çözüm” formülleriyle masaya yatırılan Kıbrıs sorunu meselesinin, öncelikle neden böyle bir dönemde açığa çıktığını da incelemeliyiz. Herkesin neden bu denli iyi niyet söylemlerle tartışmaya katıldığını göz ardı etmeden tartışmalıyız. En son 2004’te Kofi Annan projesiyle gündeme gelen Kıbrıs meselesinin dönem açısından öneminin artmasının, emperyalist güçlerin politika ve hedefleriyle bağını doğru kurmak gerekir.
Emperyalistlerin güdümünde Ortadoğu’nun sınırları, kanlı savaşlarla değiştirilmeye çalışılırken Kıbrıs için uzun bir zaman sonra barışçıl masalar kurularak pazarlıkların yapılmasında, çözüme dair iyi dileklerin açığa çıkmasında yine aynı güçlerin Ortadoğu’daki stratejik hedeflerinin payı esastır. Bugün açısından emperyalist güçler nezdinde Kıbrıs’ın stratejik öneminin artmasının kaynağında da emperyalistler açısından çözümde ya da çözümsüzlükte belirleyici olacak olan mesele yine Ortadoğu’daki güç dengelerinden rengini alacaktır.
Avrupa ülkelerinin doğalgaz konusunda Rusya ve eski Sovyet ülkelerine bağımlılığı, Kıbrıs’ta ortaya konan çözüm önerisinin hayata geçmesiyle, İsrail gazının Kıbrıs üzerinden Avrupa’ya aktarılmasıyla ortadan kalkacak olmasından duyduğu rahatsızlıktan kaynaklı Rusya, ABD’nin çözüm beklentisine olumsuz yaklaşmaktadır. Bu yüzden, Rusya da Cenevre’de olmak istiyor.
Cenevre’de kurulan masada çıkacak sonuca, teknik ayrıntılar ya da Türk ve Rumların belli meselelerde anlaşamamasından öte, dış etken rolündeki ABD ve Rusya’nın stratejik hedeflerinin etkisinin büyük olacağı açıktır. Tam da bu noktadan hareketle TC de pazarlığı sıkı tutmaktadır. En son 2004’te Kofi Annan planını AB üyeliğini garantilediğini düşünerek kabul etmişti. Gelinen aşamada AB üyeliği bir kenara ilişkiler gerilmiş ve TC her fırsatta AB’ye meydan okuma pozları takınmıştır. Cenevre’de yapılan görüşmelerde Türkiye’nin esas dertlerinden birinin, garantörlük sisteminin devam etmesi ve askeri varlığını korumak istemesi olarak kendini göstermiştir. Ancak Yunanistan garantörlüğün kaldırılmasını istemektedir. Garantörlüğün TC açısından önemi, dengelerin yeniden şekillendiği Doğu Akdeniz’de yaşanacak gelişmeler kapsamında vurgulanmaktadır.
Suriye’de söz sahibi olabilmek ve Kürt ulusunun kazanımlarının karşısında konumlanabilmek için TC’nin neler yapabileceğini son dönemde birçok örnekte gördük. Bir dizi meydan okumayla, çeşitli ülkelerle gerdiği ilişkilerini düzeltmek için söylediklerini nasıl yutabildiğini süreç en net haliyle gösterdi.
Rusya’yla ilişkiler, Suriye hedefleri hatırına, bir dizi özürlerle; Irak’la ilişkiler, Kürtlere diz çöktürme politikası hatırına, Başika Kampı’ndan Türk askerinin çekileceği sözü dillendirilerek düzeltilmeye çalışılmaktadır. Hatta Suriye’de Kürtlerin karşısında yer alabilmek için Esad’la yeniden kardeşleşilebileceğinin mesajları bile verilmiştir. Şimdi de Kıbrıs meselesinde elini güçlendirecek kartları bırakmamanın derdinde olan TC, taleplerini de ona göre Kıbrıs masasına taşıdı. Garantörlüğünün devamını pazarlığın ilk başlıkları arasına koyan TC, bölgenin içinde bulunduğu durumun altını çizerek bu talebini dillendirdi.
Kıbrıs meselesinde bölgenin güvenliğinin vurgulanması, Suriye’de yaşanacak gelişmelerle birlikte meselenin ele alındığını ve hedeflerin de bu paralelde şekillendiğini gösteriyor. TC açısından bir diğer önemli mesele ise AB ile krize giren ilişkilerin bu vesileyle yeniden düzenlenmesidir. Bu açıdan “çözüm” anlaşmasının AB ülkelerinin parlamentolarında onaylayıp değişmesi AB hukuku olarak kabul edilmesini ve adada Türkiye AB vatandaşlığı hakkı verilmesini şart koşuyor. Kıbrıs emperyalist güçlerin de uşaklığını yapan TC gibi ülkelerin de gündemini bir süre daha meşgul etmeye devam edecek. Bunların kurduğu masalarda yaptıkları pazarlıklardan da yürüttükleri kanlı savaşlardan da halkın hayrına bir mesele çıkmayacağı aşikardır. Bunu tarihsel anlamda birçok örnek gösteriyor. Kıbrıs için çözüm naralarının arkasında çıkarları, masada yürütülen pazarlıklarda da çıkar çatışmasından en büyük kârla çıkma dertleri yatmaktadır.