Filistin direniş örgütlerinin en önde gelen örgütlerinden Hamas’ın siyasi lideri İsmail Haniye, 31 Temmuz sabaha doğru İran’da suikast sonucu katledildi. Bu suikastın İsrail’in tarafından yapıldığına dair hem Hamas’ın açıklaması oldu hem de dünyada herkesin bildiği bir durumdu. Suikastın Hamas liderine yapılması ve İran topraklarında yapılmasının birçok etkisi olacağını herkes dile getirmektedir.
İlk etapta belirtmek gerekir ki, bu suikastla İsrail hem “baş düşmanı” olan Hamas’a ve İran’a aynı anda saldırmış oldu. Bir diğer saldırı ise Lübnan’ın Beyrut kentine yapıldı. Bir hava saldırısı gerçekleştiren İsrail, burada Hamas’ın üst düzey komutanlarından birini hedef aldığını ve öldürdüğünü açıkladı. Yine aynı sıralarda Haşdi Şabi’nin Irak’taki üssüne yönelik de bir saldırı gerçekleşti. Her üç saldırının aynı anda yapılması, İsrail ve elbette ABD’nin bölgede güçlü bir istihbarat ağı kurduklarının göstergesi olarak yorumlanmaktadır ve bu bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu türden saldırılara önümüzdeki süreçte de devam edileceğinin mesajı verilmektedir.
İsrail, Gazze katliamlarına devam etmektedir. Yapılan tüm çağrılara kulak tıkanmıştır. Her ne kadar BM’nin şemsiyesi altında bir “güvenlik alanı” talep etse de, esas hedefinin bu olmadığı ortaya çıkmıştır. İsrail’in bölgedeki taktiği kısa sürede savaş ortamının derinleştirilerek devam edilmesidir. Bu anlamda Gazze başta olmak üzere karşısında bulunan güçleri, büyük oranda etkisiz kılmak istemektedir.
Bunun anlamı, örgüt seviyesinde olanları imha etmek, devlet düzeyinde olanları iç karışıklığa sürüklemek ya da başka kanallarla zayıflatmak, “direniş eksenini” oluşturan ülkeler ile onlara arka çıkan Çin/Rusya emperyalistleri arasındaki ilişkileri zayıflatmak olarak okunabilir. Burada Abraham Antlaşmaları ile bölgede önemli müttefik elde eden İsrail’in bu dengeyi korumak istediği görülmektedir. Zira bölgenin uşak Arap devletleri, Gazze soykırımına ses çıkarmamıştır. Bu durum İsrail’in lehinedir. Hamas, FHKC, FKÖ ve diğer direniş örgütlerini kısa sürede etkisiz bırakmak isteyen Siyonist devletin bir sonraki hedefi Lübnan Hizbullah’ı ve Haşdi Şabi’dir. İsrail diye yazılan her yerde ABD’nin ve İngiliz emperyalizminin okunması gerektiğini başta okurlarımız olmak üzere dünyanın bildiği bir gerçek olduğunu belirtmemize gerek yoktur.
Ancak yolunda gitmeyen durum, Gazze’nin direnişinin 10. ayında devam etmesi, İsrail’in burada hedefine henüz ulaşamamış olmasıdır. Ancak buna paralel Suriye, Lübnan, Yemen, Irak ve İran üzerinde de saldırılarını yoğunlaştırmaktadır. İsrail bölgede yıllardır attığı adımlarla askeri anlamda cepheyi her ne kadar daraltmış gibi görünse de hala geniş bir yelpazede bir karşı hattın bulunduğu görülmektedir. Buna ek olarak dünyada da salt devletler düzeyinde önemli destek alsa da, esasta dünya halklarının büyük oranda tepkisini çekmektedir. Bu durum uzun vadede İsrail’in kaldırabileceği bir durum değildir. Bu anlamda bölge düzeyinde açtığı savaş cephesinin bir sınırı olduğunu, bu savaşın bir süresinin olduğunu en fazla İsrail ve ABD emperyalizmi bilmektedir.
Ancak kısa vadede İsrail hem devlet düzeyinde hem de kendi iç kliklerinin çatışması anlamında büyük kaos ortamından azami oranda faydalanmak niyetindedir. İsrail devlet olarak çıkarları gereği kısa sürede “tehlike” olarak gördüğü kesimlere yönelmekte, bu durumda ABD/AB/İngiltere emperyalist bloğunun çıkarlarını sağlamlaştırma hedefindedir. İç klikler açısından da Netenyahu kliğinin iç siyasette kendi elini tekrar güçlendirmek için kısa sürede savaştan faydalanacaktır. Bu, savaş ortamında en anti-demokratik yasa ve uygulamaların üstten halka dayatılacağı anlamına gelecektir.
Yeri gelmişken İsrail’e hükümet olan kliğin “yeni suretine” belli oranda değinmekte fayda vardır. Netenyahu koalisyonu, bugüne kadar olan en gerici ittifaklardan bir tanesidir. Bakanlıkların başına geçmiş olan kişilerin temsil ettikleri ideoloji, siyonizmin en geri ve karanlık kesimlerinin açıktan temsilciliğini yapmaktadırlar.
Bu siyonist kesim, bugüne kadar yürütülen politikaları en üst aşamaya taşıyarak, soykırımdan daha fazla sonuç almak istemekte, soykırımı “normalleştirmek” istemektedir. Irkçılığın üst perdeden tezahürü ile açıktan Yahudi ırkçılığı yapılmakta, diğer halklar aşağılanmaktadır. Bu politikaya halkın alışması, dünyanın alışması hedeflenmektedir. Bu klik, İsrail siyonizminin ve bağlı olduğu ABD/AB/İngiliz emperyalizminin ihtiyaç duyduğu bir siyasettir. Zira Rusya ve Çin emperyalist güçlerinin bölgeye yönelik adımlarının engellenmesi, etkisinin kırılması istenmektedir.
Diğer taraftan Rus ve Çin emperyalist bloğunun çok yönlü attıkları adımlara bir yenisi daha eklendi. Rusya daha öncesinde Afrika sahil bölge devletleri üzerindeki etkisini artırmış, Fransa’nın etkisini bir hayli sınırlandırmıştı. Yanı sıra giderek Kuzey ve Orta Afrika’ya doğru genişleyen bir yönelimi söz konusudur. Burada Çin ile koordineli bir nüfuz çalışmasından bahsedilebilir. Ortadoğu’da da daha öncesinde Rusya’nın Suriye müdahalesi ve sonrasında bölgede izlediği politikalarla “kalıcı” olduğu anlaşılmıştı.
Suriye iç savaşı süreci, Rusya’nın bu yönlü hegemonyasında önemli bir süreç oldu. Yanısıra İran’ın da Doğu Akdeniz’e doğru açılması ve Irak, Suriye, Lübnan, Filistin hattı boyunca etkisinin genişlemesi sağlandı. Son süreçte de Çin’in Ortadoğu’ya doğru bir açılımı sözkonusuydu. İran ve Suudi Arabistan arasında arabulucu rol üstlenmesi ve yılların sorunlarının çözümüne “katkı” sunmuş olması, bölgede Çin’in varlığını hissedilir oranda artırdı. Atılan son adım ise Filistin direnişinde yer alan 14 ayrı örgütün Çin’in şemsiyesi altında biraraya gelmesi ve ittifak antlaşmasını güçlendirmeleri, ABD/AB ve İngiliz emperyalizmini “kızdıran” bir gelişme olması gayet doğaldır.
Bu anlamda Çin’in bu son adımı, Ortadoğu’ya yönelik siyasetinde ne denli ciddi olduğunu göstermesi anlamında da önemliydi. Bu adım, İsrail’in yönelimini direk karşısında alması bakımından da önemliydi. Sonuçta Rus hegemonyası yanında giderek güçlenen bir Çin hegemonyasından bahsetmek gerekir. Dolayısıyla görece sükûnetin korunduğu süreçte Çin ve Rus etkisinin artmasına karşıt olarak bunu sabote etmek isteyen ABD/İsrail’in kaos ve saldırı taktikleri ile bölgede savaşı tırmandırması şaşırtıcı olmayacaktır. Zira sükûnet Çin ve Rusya’ya fayda sağlamakta, savaş, çatışma ve kaos ise ABD/İsrail’e… Askeri güçle bir yandan karşı tarafın politikası sabote edilmekte, diğer yandan kendi tarafından yer alan bölge devletleri hizaya getirilmektedir. Sükûnetin neden Rus ve Çin emperyalizmine yaradığının yanıtını, ABD/AB ve İngiliz emperyalizminin bölgede çok fazla teşhir olmasında ve İsrail’e sundukları açık destekte aramak gerekir.
Bunun bir sonucu olarak görmek gerekir ki, İran’ın İsrail’in tüm provakatif saldırılarına ve soykırımına karşı sükuneti koruma çabaları tamamen kendisinin ve ilişkide olduğu emperyalist güçlerinin çıkarları gereğidir.
Haniye’nin katledilmesi neyi tetikler?
Birçok açıdan bakıldığında Haniye’nin katledilmesi kurulan dengelere etkide bulunacağı açıktır. Belirtildiği gibi İsrail kendi muhatabını yok ederek, derdinin diplomasi olmadığını göstermiş oldu. İsrail, Gazze’den başlamak üzere geniş bir alanı kendi hegemonyasına alana kadar savaşı sürdürme niyetinde olduğunu göstermiştir. İsrail açısından siyasi değil askeri “çözüm” belirleyicidir. Esasen bu çözüm yolu İsrail’in Nakba’dan bu yana izlediği tek yoldur. İsrail’in bu yolu benimsemesi karşısında daha önceleri güçlü bir direniş geleneği yaratılmış olsa da yerel-bölgesel-enternasyonal düzeyde dezavantajlarının çokluğu karşısında Filistin’in kurtuluşu gerçekleşmemiştir. FKÖ’nün gerilemesi, yanlış siyaset güderek zayıflaması, Hamas’ın ABD ve İsrail güçlerince görmezden gelinerek “önünün açılması” ile bu sürece kadar gelinmiştir.
Suriye’de 2011 yılında iç savaş patlak verdiğinde Şam’da merkezi bulunan Hamas’ın ilk etapta Şam’ı terk etmesi ve “Suriye muhalefeti” denilen selefi-gerici gruplara desteğini ifade etmesi ve daha sonrasında kendisini Katar-Suudi-TC eksenine yedeklemesi ile Filistin defacto olarak bir kutuptan diğerine geçmiş oldu. Bu durum Suriye ve İran’ı büyük oranda Hamas ile karşı karşıya getirmişti. Uzun yıllar sonrasında Hamas tekrar İran ile ilişkilerini genişletmiş, Hizbullah ile çeşitli ittifak arayışına girmişti. Yakın süreçte tekrar Hamas ve Filistin direniş güçleri İran-Suriye-Hizbullah ile ilişkilerini geliştirebilmiştir. Bundan dolayı, İsrail’in Haniye suikastı geliştirilen bu ilişkilere vurulan bir darbe olarak da okunmaktadır.
Haniye’nin Hamas içinde bir ağırlığının olduğu bilinmektedir. Örgüt içi ilişkiler ve yön verenler bağlamında ele alındığında Haniye’nin birkaç kişiden biri olduğu da söylenebilir. Muhatap olarak İsrail karşısına çıkacak en potansiyel kişinin Haniye olduğu bir sır değildir. Diğer yanı ile Hamas içinde etkin olan bu kişinin katledilmesi, Hamas’ın izleyeceği siyasi hattın değişmesi olasılığı İsrail tarafından hesaplanma ihtimali hayli yüksektir. Bu açıdan bakıldığından da İsrail, Haniye suikastı ile örgüt içi dengelere oynadığını göstermiş oldu. Zira salt Haniye değil, Hamas’ın ikinci komutanına yönelik suikastı ile birlikte ele alındığında da bunun hesaplandığını görebiliriz.
Bu suikast ile birlikte İran’ın savaş konusundaki zaafiyeti tartışılan başka bir konu oldu. Pezeşkiyan’ın görev yemini sırasında Haniye suikastının yapılması, Reisi’nin ölmesi üzerine yapılan spekülasyonlar, İran içinde giderek artan canlı bomba saldırıları ile kayıpların verilmesi, Suriye sınırları içerisinde birçok üst düzey komutanın öldürülmesi ve daha öncesinde Kasım Süleymani’nin öldürülmesi vb. tüm süreç boyunca önemli verilerdir. Bu durumda İran sınırları içerisinde İsrail ve ABD’nin önemli istihbarat ağı kurmuş olabileceği konusunda tartışmalar açığa çıkmıştır. Bunun ne denli doğru olabileceği bilinmez ancak her devlet, elbette düşman gördüğü diğer devletlere, örgütlere vs. yönelik istihbarat çalışması yürüttüğü eşyanın tabiatı gereğidir. Ancak burada İran ve İsrail karşılaştırıldığında, İsrail’in önemli oranda baskın olduğunu görebiliriz.
Irak Kürdistanı’ndaki gerilladan TC’ye: “Ya gideceksiniz ya öleceksiniz!”
Faşist TC devleti, Irak Kürdistanı’nda 2021 yılında başlattığı Zap, Metina ve Avaşin’e yönelik işgal saldırılarında tuttuğu alanların çoğunu, özellikle gerillanın kış aylarında gerçekleştirdiği kapsamlı eylemlerle kaybetmişti. Medya Savunma Alanları’na yönelik uzun yıllardır gerçekleştirdiği havadan ve karadan saldırılarına 3 Temmuz itibariyle yeni bir boyut kazandırdı. Amaç zaten KDP ile yaptığı işbirliğini daha da derinleştirerek yanına da Irak merkezi hükümetini alarak Medya Savunma Alanları’nda gerillayı tasviye ederek bölgeyi ilhak etmekti.
Zaten TC devletinin Savunma Bakanı Yaşar Güler’in kendi deyimiyle “Türkiye-Irak sınır hattı boyunca 35-40 kilometrelik bir derinlikte teröristten arındırılmış bir alanın oluşturulması kısa vadeli bir süreç değil, bu aşamada bölgenin güvenli hale gelebilmesi ve sürdürülebilmesi için Irak merkezi hükümeti ile Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin de işbirliğine ihtiyaç var” sözleri bugün gelinen aşamada saldırıların Irak devleti ve KDP işbirliğinde gerçekleştirildiğini gözler önüne seriyor. Faşist TC ordusu, 3 Temmuz günü Bamernê, Enîşkê, Qadîşê, Amediyê, Derelûk
ve Şeladizê bölgelerinden geçirdiği tanklar ve zırhlı araçlarla Girê Bahar ve Sergelê alanına yönelik birçok koldan saldırı başlattı. TC ordusu askeri konvoyları Irak devletinin kontrolündeki sınır kapılarından resmi yollarla geçti. Zaxo ilçesinden Hewlêr’e, Kerkük’e kadar askeri noktalar kuran TC askeri, Kürdistan Bölgesel Yönetimi içerisinde yaşayan halka kimlik kontrolleri yaparak, insanların telefonlarına “Türkiye’ye hoşgeldiniz” mesajları gönderiyor.
“PKK Irak’ın her yerini kanser hücresi gibi sarıyor. Bu artık bizim sorunumuz olmaktan çıkıp Irak’ın bir milli güvenlik sorununa dönüştü” diyen Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın YPG ve YPJ’yi kastederek “Bununla savaşmamız, bunun elindeki petrolü, enerji kaynaklarını Suriye halkına geri vermemiz gerekiyor” sözleri, Irak ve Suriye devletlerini TC’nin Kürt ulusunun kazanımlarını ve Kürt ulusal özgürlük hareketini tasviyeye yönelik hedeflerinin bir parçası yapma gayreti güdüyor. Bunu büyük oranda Irak Devleti’yle özellikle ekonomik alanlarda geliştirdiği anlaşmalarla gerçekleştirirken, bir süredir de Esad ile görüşmek için her türlü yolu deniyor. Ancak mesele hem sermeyenin çıkarları söz konusu olduğunda hem de Kürt ulusunun özgürce ayrılma hakkının çiğnenmesi olduğunda bu devletlerin işbirliği yapması, aralarındaki çelişkiden daha ağır basacaktır.
Türk devletinin son süreçteki Irak Kürdistanı’nda gerçekleştirdiği saldırılarında bir diğer önemli gelişme de sistematik bir şekilde halkın yerleşim yerlerinin bombalanması, köy boşaltmalarıyla bölgeyi insansızlaştırmak ve bu bölgeleri askeri operasyonlar kapsamında üs bölgelerine dönüştürmektir. Şimdiye kadar yüzlerce köyü boşaltan TC ordusu, özellikle Asuri-Süryani köylerinde Hristiyan halkı zorla yerlerinden ediyor. TC’nin her türlü baskı ve şiddetle boşalttığı bölgelere ileriki süreçlerde kendisine bağlı cihatçı çeteleri ve aileleri yerleştireceğini Rojava’da gerçekleştirdiği işgallerde Serekani’yede, Afrin’de, Gıre Sıpi’de yaptığı gibi öngörmek zor değil.
Kimyasal silahlardan, ağır silahlara, hava saldırılarına kadar çok geniş çapta bir askeri kapasiteyle, bölgedeki işbirlikçi güçlerin desteği ve ayrıca Suriye’den getirdiği çetelerle birlikte niceliksel olarak büyük çapta bir işgal ve ilhak saldırısı sürdüren TC ordusuna karşı gerilla muazzam bir direnişle yanıt veriyor. Gerillanın özellikle kış aylarında düşmanın ele geçirdiği tepelere yönelik gerçekleştirdiği baskınların niteliği ve sonuçlarıyla birlikte yayımlanan eylem videolarıyla TC ordusunun acizliği gözler önüne seriliyor. HPG’nin Newroz’da duyurusunu yaptığı İHA ve SİHA’ları etkisiz hale getirecek teknik teknolojik kapasiteye ulaştıklarına dair açıklama ve ardından onlarca SİHA’nın düşürülmesi, gerillanın düşman mevzilerine ve araçlarına yönelik havadan gerçekleştirdikleri eylemler, gerilla savaşının geldiği düzeyi göstermesi açısından muazzamdır. Üç yıl içerisinde TC’ye ait, 100’den fazla drone, 20 SİHA ve 12 Helikopter gerillalar tarafından düşürüldü. HPG ve YJA Star güçlerinin gerilla savaşında geldikleri düzeyi büyük fedakarlıklar ve zorluklar içerisinde düşmana karşı gösterilen iradeyi ve direnişi içeren “Ya gideceksiniz ya öleceksiniz!” filmi, aynı zamanda faşist TC devletin yürüttüğü psikolojik savaş yöntemlerine karşı bir darbedir.
Bugün ülkemizde ve Ortadoğu’daki gelişmeler sınıf mücadelesinin özneleri olan bizler açısından muazzam devrimci imkan ve olanaklar barındırıyor. Ne Filistin direnişini sahiplenmeye çalışan ikiyüzlü AKP-MHP faşist ittifakı ne de Kürtçe’ye Kürt halaylarına karşı saldırılara karşı gelişen tepkilerde kendine rol kapmaya çalışan Hizbullah artığı Hüdapar ezilenlerin kurtuluşu olabilir. Filistin’de ve Kürdistan’ın dört parçasında Kürt ve Arap Ulusuna yönelik gerçekleştirilen katliamlara karşı durmak kitlelere kimin dost kimin düşman olduğu kavratmak ve devrimci savaşı yükseltmek en başta komünistlerin görevi ve sorumluluğudur.