“Savaşan kaybedebilir, savaşmayansa çoktan kaybetmiştir.”
İnsanlık tarihi, sınıf savaşımının tarihidir. Ve tarih, ezenlerle ezilenler arasındaki savaşımla ilerlemiş; yeni olan, gelişen eskimekte olanı, çürüyeni yok ederek ağır bedeller ödeyerek yol almıştır-almaktadır. Bunu her köklü değişimin, her devrimin, ödenen ağır bedellerin eseri olarak da tarif edebiliriz. Diğer bir anlatımla baskıya, sömürüye, zulme direnmek her zaman ağır bedel gerektirir. Bu bedel ne kadar büyük olursa olsun, bedel ödememenin, bundan kaçmanın yol açacağı kadar büyük bir yıkımı olamaz.
Çünkü direnenler, her zaman geleceğe umut ekerler. Ölümsüzlüğe, ölümsüzlük katarlar. Direnmekten, bedel ödemekten kaçanlar ise umutsuzluk bataklığında köle kalmaya devam ederler. İşte ölümsüzlüğün sırrı, geleceğe tohum olmakta yatar.
Emmanuil Kazakeviç bu gerçeği “Ekim Ön Gününde Lenin” isimli romanında sade bir dille ifade ediyor; “Her şeyi kaybetmemiz mümkün değil. Bireyler her şeylerini kaybedebilir. Ulyanov, Zinovyev, Krupsakaya, Lillina; proletarya her şeyini kaybetmez. Senin de çok iyi bildiğin bir yapıtta, proletaryanın zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmadığı söylenir. Ve bir devrim için riskten arındırılmış, ideal koşullar söz konusu olamaz. Söylediklerin bana yaşlı Tacitus’un Romalı bir suikastçı olan Pison hakkında söylediği, çok basit gibi görünen ama aslında çok önemli sözü hatırlattı. Sanırım şöyleydi: Onu önemli görevler üstlenmenin önünde her zaman bir engel olan zarar görmeme arzusu sınırlıyordu. Ben seni Gregori, o ürkek Romalıya benzetiyorum. Ama önemli görevleri, zarar görmeyeceğini garanti altına alarak başarmak mümkün değildir.” (Mavi Defter, 4. Basım, s.107-108)
Burada sözü edilen zarar, ödenen bedeldir. Yani tarihin her döneminde ileriye doğru atılan tüm adımların karşılığında ödenen büyük bedeller vardır. Bu bedeli göze alamayanlar tarihin değiştirici öznesi olamazlar. Özellikle 20. yüzyılda sınıf bilinçli işçiler, ezilen uluslar ve halklar emperyalist saldırganlığa, faşizme ve gericiliğe karşı bütün varlıklarıyla can bedeli bir savaşın içine girmişlerdir.
Paris Komünarları’nın hayalleri Ekim Devrimi’yle gerçeğe dönüşmüştür. Ekim Devrimi’nin rüzgarı yerküremizde bir fırtına olmuştur. Devrimler, devrimleri izlemiş, enternasyonal proletaryanın bu tarihsel yürüyüşü sosyalist kampın doğuşunu sağlamıştır. Artık dünyada bir denge durumu vardı. Tüm bunlar on milyonlarca sınıf bilinçli işçi ve emekçinin canıyla, kanıyla kazanılmıştır. Dolayısıyla devrim, sosyalizm ve komünizm mücadelesinden söz eden her devrimci militan, göreceği zarar üzerinde hesap yapmaz, yapmamalıdır. Onun tüm hesapları, devrim ve sosyalizm mücadelesine en iyi şekilde nasıl katkıda bulunurum hesabı üzerine kurulu olmalıdır. “Bütün varlığımıza sınıf mücadelesine atılalım” şiarının anlamı da budur.
Ödenen bedellerin eseri…
1960’lı yıllardan sonra kendiliğinden gelişen işçi, köylü ve gençlik hareketleri giderek yükseliyor ve fabrika-toprak işgalleriyle, boykot ve protesto yürüyüşleriyle nitelik kazanıyordu. Diğer bir anlatımla, dünyadaki devrimci yükseliş, coğrafyamızı da etkisi altına almıştı. Uluslararası planda modern revizyonizme karşı tavır alan komünist kadrolar, aynı zamanda Şafak Revizyonizmine karşı da ML çizgideki ısrarlı mücadelelerini sürdürüyorlardı. İki çizgi arasında süren bu mücadele, proletarya partisinin yeniden doğuşuna yol açtı. Yeniden diyoruz çünkü Mustafa Suphi ve yoldaşları katledilmişti.
1960’lı yılların ikinci yarısında kendiliğinden gelişen bu kitle hareketleri içinde aktif olarak yer alan İbrahim Kaypakkaya yalnızca militan bir duruş sergilemiyordu. Aynı zamanda bu hareketleri kapsamlı olarak analiz ederek devrimci sonuçlar çıkarıyordu. Örneğin onun 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’ne dair yapmış olduğu şu değerlendirmeler burjuva çizgi ile proleter çizgi arasındaki ayırımı net olarak ortaya koyuyordu:
“İkinci olarak işçi hareketi, burjuva devlet teorilerine ağır bir darbe indirdi. Halkın kurtuluşunu hakim sınıfların ordusunda beklemenin ne derece ahmakça bir hayal olduğunu gözler önüne serdi. Çünkü işçi direnişi tanklarla, süngülerle, sıkıyönetimle bastırılmıştı. Süngülerin gölgesine sığınan patronlar, sıkıyönetim makamlarıyla birlikte yüzlerce işçiyi işten atmışlardı. Yüzlerce devrimci işçi ve aydın sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı. Bütün bunlar M.Belli, D.Avcıoğlu’nun ve H.Kıvılcımlı’nın cuntacı hayallerinin ve anti Marksist-Leninist devlet ve ordu tahlillerinin saçmalığını ortaya çıkardı. Üçüncüsü, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi gerçek kahramanın kitleler olduğunu bir kere daha gösterdi. Bir avuç seçkin aydın grubuna dayanarak devrim yapmayı hayal eden bireyci küçük burjuva akımlarına ağır bir darbe indirdi.” (İ. Kaypakkaya, Bütün Yazılar, s. 219, Tufan Yayınları)
12 Mart 1971 Askeri Faşist Cuntası işçi, gençlik ve diğer ezilenlerin haklı ve meşru mücadelesini bastırmak için her türlü gayrı insani uygulamaya başvurdu. Bu saldırılar, ezilenlerin mücadelesini geriletmeye ve bu kavganın yüzlerce aktif öznesinin tutuklanmasına, önder kadroların bir bölümünün katledilmesine yol açtı. Keza egemen sınıflar, içine girmiş oldukları ekonomik krizin ağır faturasını halka ödettiler. Ve geçici de olsa bir istikrar sağlandı. Bu geçici istikrar dönemi devrimciler, komünistler, ezilen ulus ve azınlık milliyetler için ağır bedeller içeriyordu.
6 Mayıs 1972’de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edildi. 31 Mart 1972’de Kızıldere’de Mahir Çayan ve yoldaşları katledildi. Sonra Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı ve Nurhaklarda Sinanlar düştü toprağa. Bir devrimci için en büyük düşman, karamsarlık ve umutsuzluktur. Ama devrimciler tepeden tırnağa umuttu. Darağaçlarına yürürken, kuşatıldıkları mevzilerde direnirken hiçbir kişisel kaygıya düşmediler. İdealleri uğruna dövüşerek ölümsüzleştiler.
Enternasyonal proletaryanın Türkiye ve T. Kürdistanı’ndaki bölüğü proletarya partisinin kuruluşu ve özgür bir geleceğe yürüyüşü de ağır bedellerle başlamıştı. 1973, 24 Ocak’ında İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşları, TC’nin militarist güçleri tarafından Vartinik’de kuşatıldı. Onlar da “bu yola feda ise başımız, susmasın silahlarımız” şiarıyla direniş çizgisini seçtiler. Ali Haydar Yıldız bu muhaberede düştü toprağa. Kaypakkaya aylarca süren işkencelerde komünizm bayrağını hep yüksekte tuttu. İşkencehanelerde devrimin değerlerini korumanın ve ser verip sır vermemenin tarihini yazdı. Nice komünist ve devrimci militan, açılan bu yolda tereddütsüzce yürüdü.
Tecrübelerimizle biliyoruz ki “ne kahramanlar ölür ne de gerçekler.”
Halk demokrasisi, bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesi emekle, bedel ödemekle gelişir ve yaşamlarını enternasyonal proletaryanın, ezilen ulus ve halkların kurtuluşuna adayan sınıf bilinçli proletaryanın başeğmez militanlarının bu fedakarlıktan kaçınmaları düşünülemez. Nitekim Ali Haydar Yıldız ve Kaypakkaya’nın açtıkları bu ölümsüzlük yolculuğunda yürüdü sayısız savaşçı, militan ve kadro. Ahmet Muharrem Çiçek, Meral Yakar, Mehmet Kocadağ, Atilla Özkan, Cemil Oka, Mehmet Zeki Şerit ve daha niceleri…
Elli yıl; Bedel ödeme ve ödetmenin tarihi…
Bu süreçte barınma hakkı perspektifiyle halkla birlikte direnişler örgütlendi. Bu direnişlerden biri de 2 Eylül 1977 tarihinde örgütlenen “gecekondu direnişi”ydi. Devrimci demokratik kamuoyu tarafından 1 Mayıs Mahallesi olarak bilinen İstanbul Ümraniye’de halkla birlikte, omuz omuza gecekondular inşa edildi.
Yığınları sefalet içine sürükleyen egemenler onların gecekondularda barınma hakkına da saygı göstermiyordu. Elbette ki egemenlerin en korktukları şey direnerek, dövüşerek elde edilen her hakkın kitlelerde yaratacağı özgüvendi. Bu haklı direnişin örgütlenmesinde, yol göstermesinde aktif rol alan devrimci ve komünistlere duyulan güvendi. İşte tüm bunları yok etmek için her zaman olduğu gibi tanklarıyla, panzerleriyle halka saldırdılar. Devrimciler halkla birlikte direndi. Çünkü barınma talebi, haklı bir talepti. Bu hakkı kullanan kahramanlardan on ikisinin kanı, barınmak için inşa edilen gecekonduların temeline aktı. Hüseyin Aslan, Hüseyin Çalparoğlu, Cuma Gül, Hasan Yıldırım, İsmail Poyraz proletarya partisinin üye ve militanlarıydı.
Yalnız barınma hakkı için değil, köylülerin toprak işgali eylemlerine de kayıtsız kalınmadı. Kendiliğinden gelişen eylemlerin içinde yer alındığı gibi bizzat örgütlenen eylemler de oldu. Tüm bu pratikler, halkın somut talepleri üzerinde şekilleniyordu.
1970’li yılların ikinci yarısında proletarya partisinin militanlarının genel olarak işçi, köylü, gençlik hareketleri karşısındaki tutumu geliştirici, ön açıcı ve militan bir tutumdu. İşçi grevlerini ziyaret etmek, grev kırıcılarını cezasız bırakmamak vb. pratikler hep önemsendi. Aynı tutum, halk düşmanlarına karşı da ısrarlı bir şekilde sürdürüldü. Bu anlayış proletarya partisi tarihinin her döneminde savunulmuştur. Ama objektif ve subjektif koşullardan dolayı bu çizgi istikrarlı bir tarzda uygulanamamıştır. Elbette ki bu zaaflı süreçlere kaynaklık eden ideolojik bir anlayış vardır. Bu geri, devrimci pratiği zayıflatan anlayışlara karşı dün olduğu gibi bugün de mücadele edilmelidir.
Üzerinde ısrarla durmamız gereken diğer bir nokta da olumluluklarımızdan beslenmek, onları geliştirip derinleştirmektir. Bu anlayış çerçevesinde bugün sınıf çalışmasında daha ısrarlı olmalıyız. Grevlere, direnişlere yaklaşımımızı yeni direniş mevzileri kazanmak için canla başla çalışarak geliştirmeliyiz. Elde ettiğimiz tüm bu pratik deneyim, büyük bir emekle yaratılmıştır. Bu emeği önemsemek, tecrübelerden öğrenmek tarihimize karşı sorumlu bir tarzda yaklaşmanın bir gereğidir. Çünkü tarihimiz bir bütündür. Bugünü doğru bir tarzda anlamak, dünü bilimsel bir tarzda çözümlemekle mümkündür. Tarih yaşanandır. Yaşanan gerçektir. Bu gerçeği, objektif ve doğru bir temelde okumayanlar, yeni devrimci bir tarihin yaratılmasında oynaması gereken rolü de oynayamazlar.
Fırtınalar içinde geçen yıllar
Proletarya partisi olağanüstü bir süreçte kuruldu ve varlığını saldırılar altında sürdürdü. 12 Mart, 12 Eylül askeri faşist darbeler ve darbeciler tarafından hazırlanan anti-demokratik yasalar, bu yasalara dayanılarak uygulanan devlet terörüne karşı tüm yetmezliklere, başarısızlıklara rağmen demokratik halk devrimi ve sosyalizm mücadelesindeki ısrarlı tutumunu sürdürdü. Elbette ki bu tutumun gerilla savaşında, polis sorgularında, şehir çalışmalarında ağır bir bedeli oldu. Bu uzun yürüyüşte yüzlerce ölümsüzün kanı vardır. On binlerce işçi, köylü ve emekçinin emeği ve desteği vardır. Hapishanelerde, polis sorgularında binlerce yoldaşımızın çektiği acılar ve ödediği bedeller vardır.
12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra işkencehanelerde, sokaklarda, kırda düşmanla can bedeli bir kavgaya giren Süleyman Cihanlar, Hakkı Erdoğanlar, Ali Uçarlar, Haydar Aslanlar, İhsan Paçacılar, M. Şefik Karaağaçlar, Kazım Çelikler, Ali Meteler, Kamile Öztürkler, Ayfer Celepler, Sefagül Kesginler ve daha nice nice kahramanlar… Şu açık ki yoldaşlarımızın özverili ve mütevazi duruşlarından öğrendiğimiz oranda bencil, bireyci, benmerkezci anlayışlara karşı mücadelede o kadar tutarlı ve kararlı oluruz. Kaypakkaya’dan sonra Süleyman Cihan, Kazım Çelik ve Mehmet Demirdağ da proletarya partisinin önderleri olarak bu kavgada ölümsüzleştiler. Yine gerilla savaşında merkez komite üyeleri, seçkin kadrolar ve yüzlerce savaşçı devrimin zaferi için yaşamlarını feda etti. Hapishanelerde de büyük bedeller ödendi. Açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında mücadele verildi. Nergis Gülmezler, Muharrem Horozlar ve geri dönülmez yaralar alan onlarca militan…
Ayrıca tutsaklık koşullarında firar eylemleri örgütlemek geleneğimizde bir tarz haline geldi. “O duvar, o duvarınız, vız gelir bize vız!” şiarıyla zindan duvarlarını aşan M.Zeki Şerit’ti. Ermeni halkının evladı ve partisinin çalışkan ve mütevazi militanı Armenak Bakır İzmir’de esaret altındayken kaçırıldı.
12 Eylül sonrası proletarya partisinin militanları, diğer devrimci yapılarla birlikte Elazığ, Metris, Bayrampaşa, Kırşehir ve Kayseri hapishanelerinde köhne tutsaklık duvarlarını aşarak özgürleşme eylemleri gerçekleştirdiler. Tüm bunların yanısıra bir dizi firar girişiminde daha bulunuldu. Burada önemli olan, egemen sınıflar tarafından dayatılan her türlü baskıyı reddetmek, kazanma bilinciyle hareket edip devrimci yaratıcılıkta ısrar etmektir. Eğer bu kararlı duruş bir tarz haline gelirse zafer kaçınılmaz olur.
Tüm kahramanlarımızın mücadeleye katmış oldukları değerleri kapsamlı olarak anlatmak bu yazının kapsamını aşıyor. Ancak şu kadarını söyleyebiliriz ki, bir insan kendi varlığını bu uzun yürüyüşe armağan ediyorsa onun fedakarlığına dair yeni bir söze ihtiyaç olmaz. Ancak saygı duyulur. İdeallerini gerçeğe dönüştürmek için halkın davasına hizmet edilir ve bizim bu kavganın bazı keskin dönemeçlerinde özellikle kimi yoldaşların pratik davranışlarından öğrenmemiz gereken önemli dersler vardır.
Yaşanan başarısızlıklara ve zorluklara rağmen bizden öncekilerin açtığı yolda yürümek için çaba sarf eden bu halkın onurlu evlatları vardır ve var olacaktır. Tarihin yaratıcısı olan kitlelerin son sözleri söylenene dek…