Burjuvazinin kendi ulusunun işçi ve emekçi halkına ve diğer ulus burjuvalarına karşı yürüttüğü politika esasen en yumuşak dile ve programa sahip olduğunda dahi bir gizli savaş enstrümanıdır.
Bu enstrümanın yerini açık şiddete bırakması çelişkilerin o ana kadar yönetilebilir olan özelliklerinin ortadan kalkması sonucunda gerçekleşir. O halde en demokratik burjuva cumhuriyetlerinin sahip olduğu en ileri burjuva demokrasilerini yönlendiren, domine eden siyasetin öz olarak bir savaş programı ve savaş dili olduğunu bilmeliyiz.
Savaş programı ve dilinden bugüne kadar anlaşıla geldiği şekliyle yani kullanılan savaş-şiddet talep eden ya da karşıtlarını şiddet ile tehdit eden bir dilin olmasını değil; en “ılımlı”, en “şefkat dolu” siyasi argümanlarının dahi esasen burjuvazinin işçilere ve emekçi halka karşı örtük şiddetini içerdiğini anlamalıyız. Çünkü burjuvazi sermayesini artırmak, büyütmek zorundadır; sermaye ise yoğunlaşmış işçi emeği, işçiden gasp edilen artı emek demektir.
Her devletin –eğer proletaryanın devleti değilse– burjuvazinin devleti olduğunu yani devletin tüm kurumlarıyla burjuvazinin sermayesini daha da büyütmek amacı etrafında örgütlenen bir organizasyon olduğunu söylediğimizde, o devletin hayata geçireceği politikalar için anılan dönem ve koşullara en uygun politik figürlere kurdurulan hükümetlerin tüm söylem ve eylemlerinin bu amaca, –sermayenin büyütülmesi amacına– hizmet etmek olduğunu söylemiş oluruz.
İşçi emeğinin, burjuvazinin kâr maksimizasyonu hedef ve isteğine uygun olarak artan oranlarda sömürülmesi, işçilerin çoğu zaman toplumsal gelir artışına uygun olmayan şekilde yoksullaşırken de artan oranlarda yoksullaşması demektir ve açıktır ki bu işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki ekonomik çelişkilerin derinleşmesi anlamına gelir. Bu çelişkilerin yönetilmesi örtük, gizli devlet terörüyle olur ki; işte bunun gündelik hayattaki karşılığı da burjuva politik figürlerin program, eylem ve söylemleridir.
Anılan ulus burjuvazisinin ekonomik gücü, ülkedeki burjuvazi demokrasisinin gelişmişlik derecesi ile doğru orantılıdır. Dünya üzerinde ileri kapitalist ülkelerde ileri burjuva demokrasisi örnekleri görülürken, iktisaden daha zayıf ulus burjuvalarının hakim karakterde olduğu ülkelerde faşist-otokratik yönetimin belirleyici olduğu görülmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğu ilk andan bugüne faşizmin farklı biçim ve boyutlarda uygulandığı ama kesintisiz olarak burjuva ideolojisinin -ve faşizmin- hakim olduğu bir ülkedir. Faşizmin baskısının artması, işçi sınıfı ve emekçi halklara (tüm ulus, milliyet ve inançlara karşı da elbette) yönelik örtük-açık devlet şiddetinin-terörünün de artması demektir ve bunun için ekonomik, politik gelişmeler belirleyici olmaktadır. Kimi zaman ülke içindeki emek-sınıf hareketi, kimi zaman özgürlükçü ulusal hareketler karşısında iktidarı kaybetme korkusu duyan burjuvazi, çareyi daha faşizan devlet politikalarını hayata geçirecek politik figürlere görev vermekte ve onlara “hükümet” kurdurmakta bulur.
AKP’nin iktidara getirildiği 2002 yılından hemen önce 1999 depremi ve ekonomik krizler yaşanmış, kitlelerin devlete karşı güvensizliği had safhaya varmıştı.
Kısa süre hapsedilen R.T.Erdoğan’ın AKP’nin başına getirilmesi de devlete tepkisi artan kitlelere devletin cezalandırdığı birini göstererek yakınlık ilişkisi kurmaları ve etrafında birleşmeleri amacını taşıyordu. Kimi çevrelerce propaganda edilenin aksine AKP sonradan gerici faşist bir karaktere bürünmedi. Daha ilk yıllardan itibaren bugün hayatın her alanında işçi-emekçi halkın yaşamını zorlaştıran uygulamaların temelleri o zamanlar atıldı.
Bir kriz sonrası hükümete getirilen AKP, bir taraftan AB’den yüklü miktarda sermayeyi alabilmek için “demokratikleşme” programları açıklarken diğer yandan da bugünlerin faşist rejimini inşa etmekteydi. Bir örnek olarak, polisin silah kullanma serbestliğinin artırılması kararı ile “demokratikleşme beyanı”nı, AB ilerleme programını takip ettiklerini aynı dönemde açıklıyorlardı. AKP kendini o dönemler İslamcı ya da Kızıl Elmacı değil “muhafazakar demokrat” olarak tanımlıyordu!
Daha 2009 yılında, henüz Suriye’de savaş başlamamışken, Türkiye-Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi ihalesinin de göstermekte olduğu gibi AKP kendisine verilen rolü oynamaktaydı.
Bu rolün elbette bir parçası da Suriye’deki Kürtlerin öngörülen federasyonu elde etmeleri halinde ABD ve Türkiye’yi memnun edecek bir çizgide olmasının sağlanmasıydı. Geleneksel, feodal ağ ve ilişkilerle birlikte Kürt toplumu düşünüldüğünde AKP, İslamcı özellikleriyle de Kürtleri bu ağ ve ilişkilerden yakalayabilecek gibi görünüyordu.
Bugün dahi, onca katliam, tutuklama vb. saldırılar sonrası Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi cephesinden kimilerinin AKP ile yeni bir çözüm süreci beklentilerini ifade etmeleri veya aslında R.T.Erdoğan ve AKP’nin Kürt ulusal sorununun çözümünü istediklerini ancak ittifak yapmaya mecbur bırakıldıkları ve kimi çevrelerin bunu engellediği yönündeki yorumların kodları bu ağ ve ilişkilerin karşılıklı etkileşiminde bulunabilir. Ancak AKP ve ABD istedikleri çizgide bir Kürt özerkliği için PKK’yi tasfiye etmeye yönelmiş ve bu amaçla çözüm sürecini gündeme almışlardı.
Devletin çözüm sürecinden çok önce savaşa karar vermiş olduğu, devleti yöneten hakim sermaye grubunun politik temsiliyeti için kimi başka sermaye grupları ya da devlette örgütlenmeleriyle ekonomik, politik bir güç elde etmiş olan kişi ve gruplar arasında bir konsensüs oluşturması ve bununla birlikte o güne kadar AKP’ye muhalifmiş imajı çizen; Numan Kurtulmuş, Süleyman Soylu, Yiğit Bulut, Tuğrul Türkeş gibi politik figürlerin -elbette temsil ettikleri kliklerle birlikte- AKP’ye dahil olmalarından da görülebilir.
Neden Soylu?
Kesintisiz faşizm uygulamaları arasında 1990’lar Türkiye’sindeki uygulamalar ayrı bir yer tutar. Bu yıllarda işçi sınıfının 1970’lerdeki mücadelesi ile elde ettiği hakların gaspı ve sendikasız, güvencesiz çalışmaya mecbur edilmelerine yönelik saldırılar, Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’ne yönelik azgın devlet terörü ile birleşmiş; binlerce insanın gözaltında kaybedildiği, on binlercesinin hapishanelere doldurulduğu, kitlesel katliamların gerçekleştirildiği bir dönem olmuştur.
Bu süreci çok önceden planlayan ve Türkiye burjuvazisine her dönem yol gösteren emperyalist haydutlar, bu özgül dönemi yönetmek için Amerikancı kanadının politik temsilcisi olan Doğru Yol Partisi’ni hükümete getirmiştir ve tıpkı şimdiki gibi bölünme korkusunun artmasıyla burjuvazinin tüm politik temsilci gruplarının dahil olduğu koalisyonlar da gündeme gelmiştir.
Bir burjuva politik figür olarak Süleyman Soylu işte bu koşullarda DYP içerisinde siyasete başlamış, o gün koşullarında önemli hiçbir görünürlük kazanamamış, ancak DYP egemenler açısından işlevselliğini yitirdiğinde DYP’nin (daha sonra DP) başına geçebilmiştir. Bu bakış açısıyla Soylu’nun kendisinin bir politik figür olarak bir hareket örgütleyip organize edecek ve onu yönetip geliştirebilecek kabiliyetten yoksun olduğu görülmektedir.
Ancak, dönem DYP’sinin 1990’ları yöneten kadroları gerek emperyalist haydutlar gerekse Türkiye burjuvazisi açısından “savaş tecrübesine” sahiptir ve Soylu da o dönemin savaş kadrolarından Mehmet Ağar’ın öğrencisi, takipçisi olarak emperyalistlere ve onların Türkiye’deki kontrgerilla kadrolarına yakın, özel ilişkilere sahipti.
Kontrgerilla faaliyeti için gerekli olan finansmanı sağlamak üzere örgütlenen uyuşturucu ağlarından, silah kaçakçılığına, insan ticaretinden kimi devlet kurumlarından aktarılan kaynaklara bir dizi ilişki ve ağı barındıran bir örgütlenmenin parçasıydı. Soylu’nun adının sıklıkla mafya-uyuşturucu ağı ile anılmasını sağlayan bu ilişkileridir. Onu subjektif olarak önemli hale getiren işte bu ilişkileridir.
Her ne kadar politik ekol olarak aynı kökenden gelseler de Nizamettin Erbakan’la birlikte 1970’lerde sermayenin bir kısmının daha muhafazakar, İslami-dinci görüşler etrafında örgütlenmesi ve bu sayede büyüme arayışına girmesiyle bugünkü “İslamcı kapitalistler” AKP çevresi olarak ortaya çıkmış, görünümde daha seküler olanlar DYP-ANAP çizgisini devam ettirme gayretinde olagelmiştir. Ancak bugün süreç devam etmektedir ve aynı kökenden gelen bu iki sermaye bloğu arasındaki geçişliliğin son derece kolay olması nedeniyle politik sürtüşmeler sıkça yaşanmaktadır.
AKP içerisinde R. T. Erdoğan ve ailesi ve onlarla olan ilişkileri sayesinde palazlanan rant sermayesi, geçmişten bugüne “İslamcı” sermaye, Soylu ile temsil edilen geçmişin DP’si (sonra DYP ve tekrar DP’nin temsil ettiği sermaye), MHP ile temsil edilen daha çok orta-küçük sermaye gruplarının vb. varlığından bahsedebiliriz. Unutmayalım ki; sermayenin temel amacı kendi lehine kâr maksimizasyonunu sağlamak, bunun için işçi sınıfı emeğini daha yoğun, daha fazla sömürmek ve aynı zamanda kendisine rakip olan diğer sermayeleri de kendi mülkiyetine geçirmektir. Zira, büyümeyen sermaye ölmeye mahkûmdur.
O halde, işçi sınıfı ve Kürt ulusuna karşı örgütlenen AKP bloğunun kendi içinde de pek çok çelişkiyi taşıdığını anlayabiliriz ki; böylelikle Berat Albayrak-Süleyman Soylu kavgası diye kişisel bir sürtüşme olarak lanse edilenin aslında sermaye gruplarının çatışması olduğunu da anlamış oluruz.
Soylu’nun şu anki tüm faaliyetleri, bir görev adamı edasıyla yaptığı tehditler, organize ettiği saldırılar vb. bir yönüyle işçi sınıfının devrimci hareketine ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’ne saldırı anlamı taşıdığı kadar, temsil ettiği sermaye grubunun politik-ekonomik faaliyet alanını genişletmeye de dönük faaliyetlerdir. Soylu ve temsil ettiği grubun politik olarak güçlenmesi, AKP içindeki kimi sermaye gruplarının da desteğini alabilecek olduğu ve bunun da bu sermaye gruplarının kendi lehlerine büyümesi anlamına gelecektir. İşte AKP’yi yöneten sermaye gruplarının bunu kabul etmesi mümkün değildir.
Dönem dönem Soylu-Albayrak, Soylu-Metiner, Soylu-A. Gül vb. arasında yaşanan tartışmaların temel nedeni bu kişilerin temsil ettiği sermaye gruplarının kendi lehlerine ve diğerleri aleyhine giriştikleri büyüme hamleleridir. Tekrar söyleyecek olursak; yaşanan bu çatışmaların nedeni ekonomiktir ve gelecekte de bu klikler arasında bu çatışmalar yaşanacaktır.
Bu süreç, ta ki birisi yeterince güç biriktirip diğerini tasfiye edene kadar da devam edecektir. T. Erdoğan’ın gerek ABD’nin siyasal İslam projesiyle yoğrulmuş Büyük Ortadoğu Projesi içindeki konumu, gerekse 18 yıllık süreçte elde ettiği ilişkiler ağı, Soylu’nun temsil ettiği ilişkiler ne kadar derin ve tarihsel olsa da, R.T.Erdoğan ve çevresinin Soylu’nun temsil ettiği grup tarafından saf dışı bırakılabilir olmasını engellemektedir. R.T.Erdoğan’ın grubu ile Soylu arasındaki çatışmanın bir istifa krizine evrilmesi ancak R.T.Erdoğan’ın Soylu’yu görevde tutmasının gösterdiği gibi şu anki durumda Erdoğan, Soylu ve temsil ettiği grubu tasfiye etmek değil bir süre daha kullanmak eğilimdedir.
Soylu’nun sıklıkla halkı, devrimcileri, demokrat-yurtsever kişi ve kurumları tehdit etmesinin yalnızca onun halk düşmanlığı, görevini icra eden basit bir burjuva politik figür olmasından ileri gelmediğini, Soylu’nun bu şekilde görünürlük kazanmak ya da görünürlüğünü korumak niyetinin göstergesi olduğunu unutmamalıyız.