Simavne Kadıoğlu Şeyh Bedreddin’in ölümünün üzerinden altı asır geçmiş olmasına rağmen onun tutuşturduğu kıvılcımı canlı tutan şey Anadolu halkının bilincine, yüreğine yüzyıllar boyu nakış nakış işlenen eşit toplumcu bir düzenin düşüdür.
Şeyh Bedrettin, yazmış olduğu kitaplardan ziyade Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal ile birlikte başlattığı kıyam ile tarihe silinmeyen bir sayfa yazmıştır. Bedreddin yaptıklarından çok, resmi tarih yazıcılarının yazdıklarıyla, söyledikleriyle suçlanmış, karalanmış ve üstü örtülmeye çalışılmış bir kişidir.
Bugün onun hakkında yazan, çizen, konuşan resmi tarih kalemşorları onun yaşamını ve görüşlerini değersizleştirmek için Osmanlı’ya karşı başlatmış olduğu başkaldırıyı sınıfsal-sosyal-toplumcu kimliğinden arındırarak “Padişah olma heveslisi bir şeyh” veya “Çağının en büyük din bilgini” kimliğine hapsedip içini boşaltmak istiyorlar.
Bunu yaparken de bilimsellik adı altında en sık başvurulan şey, Varidat da dâhil olmak üzere Şeyh Bedreddin’in yazmış olduğu kitaplarda Sünni İslam içinde olan fıkıh, hadis, belagat, sarf-nahiv, tefsir vb. şeyler dışında toplumsal eşitlik gibi düşüncelerin, ifadelerin olmayışı tezidir.
Altı asır sonra Şeyh Bedreddin hakkında sıklıkla söylenen kimi yalanlara bakacak olursak İbrahim Kiraz’ın Karar gazetesinde aylarca devam eden “Şeyh Bedreddin Yazı Dizisi”ne değinmek gerekir.
Kiraz’ı diğerlerinden ayıran şey Bedreddin’i lanetleyen muhafazakâr çevrenin onun eserlerini bilmeden, okumadan sadece hakkında yazılanlara bakarak bir yargıya varmış oldukları “eleştiri”dir. Kiraz, canla başla çalışarak Şeyh Bedreddin’i sınıfsal halkçı kimliğinden koparıp, onun yaşadığı dönemde halifesi Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in yaptıkları nedeniyle haksızlığa uğramış ve bu nedenle sıradan bir din bilgini olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Şeyh Bedreddin ortakçı, iştirakçi bir toplumcu kıyam önderi olmadığı iddiası, tarihi açıktan aleni bir şekilde çarpıtan kurmaca yalanlar dizisinden başka bir şey değildir.
Kiraz kurgusal tezlerinin başına Bedreddin’i dar seçkin bir çevre dışında kimse bilmez, tanımaz diye lanse ederek; “Uzun Osmanlı asırları boyunca yalnızca dar bir seçkinler çevresinde bilinen Şeyh Bedrettin’i Cumhuriyet devrinde nispeten geniş bir okur yazar kitlesinin gündemine getiren ve üstelik kısa sürede devasa bir literatür oluşmasının kapısını açan sosyalist şairimiz Nazım Hikmet’in ‘Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Destanı’ndaki tarihi tablonun gerçeğe uygunluk problematiği” diye belirtir.
Gerçekte Kiraz’ın yazdığı gibi Şeyh Bedreddin’in Nazım Hikmet’in yazdığı destanlardan sonra mı bilinir, tanınır oldu? Tarih bu basit yalanı tartışmaya yer bırakmayacak bir açıklıkla reddediyor. Bedrettin, bir isyan lideri olduğu kadar çeşitli inançlara mensup yoksul halk için bir inanç önderidir.
1411-1413 yıllarında Edirne’de Musa Çelebi yönetiminin kazaskerliğini yaptığı dönem kethüdası da olan ve onun rehle-i tedrisinden geçen Börklüce Mustafa ve dervişleri Selçuk, Karaburun bölgesinde yoksul köylüler ile birlikte kurduğu ortakçı-komünal toplum istemi onun yol gösterici öğretisi ışığında kurulmuş ve Börklüce Mustafa’nın ağzından tarihe geçen o meşhur sözle; “Yar’ın yanağından gayrı paylaşmak için her şeyi” propagandası yapılmıştır. Yine aynı perspektifle Torlak Kemal’in Manisa ilinde köy köy dolaşarak yapmış olduğu ortakçı toplum çalışmaları Şeyh Bedrettin’i “dar bir seçkinler” zümresinden kopartarak yoksul emekçi halkın bilincine nakşederek unutulmaz kılmıştır.
Ancak Bedreddin sadece Ege bölgesinde köylülerin bilincine nakşedilmemiştir. Bizzat kıyamını başlattığı ve ilk tohumlarını ektiği Balkanlar-Deliorman bölgesinde de farklı inanç sistemlerine mensup ezilenlerin gönlünde de derin izler bırakarak seçkinler zümresinin değil halkın yakından tanıdığı, bildiği tarihi bir kişiliktir.
Alevi tarihçiliğiyle de bilinen Irene Melikoff “Uyur İdik Uyardılar” adlı Alevi-Bektaşilik araştırma kitabında Balkan bölgesinde bulunan üç büyük (Kızıl Deli Sultan, Sarı Saltık ve Demir Baba) Kızılbaş inanç önderinden biri olan Demir Baba için “Geleneğe göre Demir Baba Silistre’den onunla birlikte gelmiş, bir Şeyh Bedrettin taraftarı idi. Bedreddin’in yenilgisinden sonra, Demir Baba’da münzevi yaşamı sürdürdüğü Dipsiz Gölü’ne çekilmiştir” diye belirtir. (Burada adı geçen Dipsiz Göl, Gümüşhane’de define yüzünden yok edilen 12 bin yıllık buzul göl değildir, bahsedilen göl Deliorman’dadır.) Şeyh Bedreddin’in, Silistre ve Deliorman’da bulunduğunu, Osmanlı tarihçileri de doğrulamaktadır. Orada birçok taraftar toplamış olacaktır. Anısına Deliorman’da ve bütün bölgede saygı gösterilir. Öldüğü sayılan günde Kızılbaşlar Serez Çarşısı’nda çıplak olarak asılmış olmasından kaynaklı Üryan Semahı adı verdileri bir semah yaparlar. Kars yöresinde de Üryan Semahı yapılır.
Bedreddin’in yolundan gidenlerin Rumeli Bektaşileri arasında Simavilik adlı bir kol bulunmaktadır. Simavilik, din ayrımı yapmadan toplumsal eşitlik ve ortakçı bir yaşam biçimi savunduğu için Rumeli’de sadece Müslüman halk içinde değil, aynı zamanda Hıristiyanlar içinde de karşılık bulmuş, taraftar edinmiştir. Simavilikte bütün dinler aynıdır ve felsefe öğretisi hâkimdir.
“En kalabalık oldukları Rumeli’nin Kırklareli, Tekirdağ dolaylarıdır. Bunların daha sonraları, Bektaşiliğin içine girmişlerdir. Eski inançlarını, geleneklerini sürdürdüğünü öğrendiğimiz bu toplulukların Anadolu’nun köy Bektaşilerinde görülen bir yaşam biçimi vardır. Eski yerlerinden göçtükten sonra Bektaşi olduğunu söyleyen bu insanların önderleri Bedreddin’in adıyla anılan bir inanç topluluğu oluşturdukları, Şeyh Bedrettin’in düşüncelerini benimsedikleri yüzyıllar boyunca yaşattıkları biliniyor.” (Varidat-Şeyh Bedrettin-İ.Z. Eyüboğlu). Bölgede, Kızılbaşların ölümünün ardından saygı için altı yüzyıldır döndükleri semah İbrahim Kiraz’ın teorisini açık bir şekilde çürütüyor. Bedreddin yüzyıllar boyunca ezilen inanç topluluklarının dilinde, yüreğinde dolaşıyorsa bunun tek bir nedeni vardır o da bir avuç seçkinler sınıfının yanında değil ezilenlerin yanında saf tutuşudur.
Altı asırdır bitmeyen tahammülsüzlüğün adıdır Bedreddin!
“Bedreddin’in üzerine sayısız şiir, çok sayıda roman, tiyatro eseri kaleme alınmıştır. Bunlarda sömürüye karşı ‘sınıf mücadelesi’ veren devrimci bir figür vardır. Sol edebiyattaki bu olumlu ‘devrimci şeyh’ portresine mukabil, sağ kesimdeki olumsuz “devlet düşmanı, zındık şeyh” imajı ise bir anıyla tarihteki Bedreddin’den ziyade Nazım’ın ve takipçilerinin ürettiği solcu Şeyh Bedrettin anlatısını hedef alıyordu.” (İbrahim Kiraz, Karar Gazetesi).
Kiraz’ın burada da tarih bir kez daha tersyüz edilmeye çalışarak muhafazakâr sağ kesimdeki Şeyh Bedreddin husumetini, bir tepki var ise bunun nedenini sosyalistlere bağlayarak, parçası olduğu muhafazakâr topluluğu aklama hevesi taşımaktadır. Resmi tarih yazıcılarının ve iktidarı elinde bulunduran muktedirlerin Şeyh Bedreddin ismine duydukları tepkinin kökleri Nazım’a değil altı asır geriye uzanır. “Nizam-ı Alemi” sarsan halkçı toplumcu öğretisinedir. 15. yüzyıldan günümüze uzanan bu öfke öyle basit bir şekilde sosyalistlerle açıklanamaz. “Haydar Herevi başkanlığında Molla Fahrettin Acemi olmak üzere kurulan mollalar mahkemesi baştan belirlenen cezayı şer’i kılıf üretmek üzere yargılamayı başlatır.
Ancak Bedreddin’in katı savunması karşısında, kararı şeriat açısından gerçekleştirmeyi başaramayan heyet, onu siyaseten, devlete isyan gerekçesiyle asmaya karar verir. Bedreddin 18 Aralık 1416’da ibret-i âlem olsun diye Serez Çarşısı’nda halkın gözü önünde asılır. Bedreddin’in Osmanlı tarihindeki önemi doğrudan devlet bürokrasisinden ve ciddi bir Sünni gelenekten çıkıp gelmesidir. Nitekim onu yargılayan heyet ‘ulemanın yüzünü yere yapıştırıp. İtibarına leke düşürdüğü’ gerekçesiyle öfke belirtir. Sistematik bir Sünnileştirme siyasetinin izlendiği bir atmosferde, üstelik devletin en üst bürokrasisinde de sorumluluklar almış en üst düzeyde bir şeyhin hem devlete karşı ayaklanmaya hem de ortodoksiden hetorodoks görüşe geçişinin deprem etkisi söz konusudur.” (Osmanlı Gerçeği-Erdoğan Aydın).
Resmi ideoloji savunucusu muhafazakârların Şeyh Bedreddin tahammülsüzlüğü, sosyalistlerin onu sahiplenmesine karşı oluşmuş bir tepki değildir. Onların öfkesi Bedreddin’in hayallerine, düşlerine, ideallerine, isteklerinedir.
Ortakçı bir toplum için Osmanlı saltanatına, onun önüne verdiği ayrıcalıklı imkânlara, şatafatlı lüks saray yaşamına sırtını dönmesinedir. Yoksul köylünün yanında saf tutarak orakla, dirgenle Nizam-ı âlemin yıkılmaz denilen kalelerini yıkmasına, parçalanamaz denilen surlarını parçalayıp un ufak eden yanına, “Mademki bu kere mağlubuz, mademki fetva bize ait, getirin bağrına basalım mührümüzü” diyebilen sadeliğine tahammülsüzlüğüne ve çaktığı kıvılcımın altı asırdır sönmeyen ateşine tepki göstermektedirler.
Varidat (İçe Doğuşlar)…
Şeyh Bedreddin’in Varidat eserinden önceki kitapları (Tanrı-Evren-Yaradılış-İnsan ve çevresiyle ilişki, toplumsal iç düzen, dünyayı sorguladığı değişiminden önceki) klasik Sünni Ortodoks bir din uleması kimliğiyle yazılmış kitaplardır. Varidat ise Şeyh Bedreddin’in Ortodoks İslam çizgisinden kopuşu, tasavvuf ilmiyle birlikte tanrı, evren, insan ve yaradılış mitini sorgulayan, soyuttan somuta doğru evrilişinin, Vahdet-i Vücut (Varlık Birliği) inancını benimseyişidir.
Varidat eserinin günümüzde orijinal haliyle tam nüshasının olmadığı, ortalıkta Varidat olarak dolaşan kitapların büyük bir bölümünün (bu nedenle Varidat’ı okurken, değerlendirirken, örneklendirirken hangi kaynaklarca teyit edildiğine, çevirisi yapıldığına ve yorumlandığına bakmak gerekir.) Aradan geçen yüzyıllar içinde değişime uğramış olduğunu belirtmek gerekir.
Resmi tarih yazıcıları, Sünni veya Şii gelenekten gelen kişiler Varidat nüshalarını çoğaltırken, çevirisini yaparken kendi inançlarıyla uyuşmayan yerlerini çıkartıp yerine kendi inançlarına uygun görüşleri Bedreddin’in düşünceleriymiş gibi tahribata uğratarak “Yeni Varidat’lar” yaratmış yazmışlardır. Bu nedenle bugün birbirinden ayrı, birbiriyle çelişen Varidat yorumu içeren kitap vardır. Piyasadaki Varidat çevirilerini okurken bu hususlara dikkat edilmez ise resmi tarih savunucularının dezenformasyonuna maruz kalınacaktır.
Tanrı, insan, evren ve doğa ilişkisinde Sünni Ortodoks İslam inancı varlığı yaratan ve yaratılan olarak ikiye ayırır. Tanrı-insan ve var olan her şey iki ayrı şeydir.
Bedreddin’in benimsediği Bâtınilik ise tanrı ile insan-doğa, yaratan ve yaratılan olarak iki ayrı şey olarak ele alınmaz, ikisi birdir, tektir, aynı varlık, tek varlık madde üzerinden oluşmuştur. Yani birin bölünmesinden oluşmuştur. Ayrı iki varlık yoktur. Dünya, madde, nesneler tanrının evrende görünür alana çıkmasıdır. Hallacı Mansur’un, Nesimi’nin Enel Hak demesi de bu inanç öğretisinden gelir. Evrendeki bütün varlıkların tanrıyla özdeş olduğu Varlık Birliği öğretisi olmuştur.
Bâtınilik felsefesi maddeyi yoktan var etmez, bir şeyin var olması, oluşması onun başka bir şeye dönüşmesiyle mümkün olur. Esat Korkmaz “Varidat” kitabında bu inanç biçimi için; “Evreni, tanrısal özün görünüre çıkma biçimi olarak, yani Doğa olarak algılamak özünde materyalist bir anlayıştır” diyor. Bedreddin de ahret, cennet ve cehennem bu yeryüzündedir. Şeytan, cin, melek gibi soyut kavramlar ise rüyada ve düştedir dedirten bu felsefe öğretisidir.
Varidat’ı ortaya çıkartan sorgulama “düşünce değişimine yol açan olaylardan biri de evrenin varlığı, geleceği konusundaki İslam bilimlerinin ileri sürdüğü nedenlerin yetersizliği, doyurucu olmayışıdır. Özellikle insanla ilgili yorumlar, düşünme, bilgi, ruh, yaradılış, ölüm gibi konularının açıklanışında İslam dini pek aydınlatıcı bir tutumda değildir.” (İ.Z. Eyüboğlu)
Sorguladıkça Değişen Hayat…
Bedreddin’in düşünceleri hiçbir zaman sabit, dar bir fikir etrafında sıkışıp kalmamıştır. Onun yaşam pratiği var olanla yetinmeyen, her daim sorgulayan, araştıran, ileriye yönelen bir çizgide olmuştur. Işığın etrafında dönen pervane gibi o da bilginin etrafında pervane gibi yol almıştır. Onu Sünni Ortodoks inanç sistemi içindeyken bile çağdaşlarından ayıran “ilmin kutbu” denilen yanı, bir adım öne çıkarken özelliği var olanla yetinmeyen, “bir şey yapılacak ise sorgulanarak, emek verilerek yapılmalı” diyen kişiliği olmuştur. Bu nedenle de yaşamı sorguladıkça ileriye doğru değişmiştir.
Bedreddin’i klasik Sünni âlimliğinden sıyırıp, yeni kimliğine yönelişiyle ilgili kimi bilgileri torunu Hafız Halil’in yazmış olduğu “Menakıb-ı Şeyh Bedrettin İbn-i Kadı İsrail” kitabından öğreniyoruz. Hafız Halil Menakıbnamesi’nde dedesini Osmanlı’ya karşı duran halkçı, toplumcu bir kıyam lideri kimliğinden arındırıp sadece “din bilgini” olarak göstermiştir.
Bütün kalkışmaların sorumluluğunu dedesinin halifeleri Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’e ve dervişlere yüklemeye çalışsa da Menakıbname Bedreddin’in Simavna’da dünyaya gelişinden Serez Çarşısı’nda asılışına kadar uzanan 61 yıllık ömrü hakkında ilk ağızdan önemli bilgiler de sunmaktadır. Menakıbname’nin bir diğer özelliği de çağın yazılış ruhuna uygun olarak kişilere insanüstü başarılar, davranışlar yüklemesi ve doğaüstü niteliklerle kişileri nitelemesidir. Bu nedenle menakıbnamelerde anlatılan olayları başka tarihi kaynaklarla karşılaştırıp bir sonuca varılmalıdır.
Menakıbname’ye göre Bedreddin’in babası Kadı İsrael, “Osmanlı’yla Rumeli’ye fethe giden ilk gazilerden birisidir.” Annesi Hristiyan’dır. Bedreddin, 1358-59’da Simavna’yı fetheden kişilerin yerleştiği bir kilisede dünyaya gelmiştir.
İlk eğitimini çocukluğunda Edirne’de alır. Hocası Molla Yusuf onu fıkıh alanında yetiştirir. Bu alanda çağının en ilerileri arasında anılma süreci de burada aldığı eğitimin kökleriyle başlar. Edirne’nin eğitim alanında sınırlarının yetersiz olmasına karşılık Bedreddin’in sınırsız öğrenme arzusu vardır.
Bu arzu onu yeni arayışlara iter. Osmanlı yönetiminin önemli eğitim merkezlerinden birinin Bursa olması nedeniyle Bedreddin eğitimine devam edebilmek için yolunu Bursa’ya doğru çevirir.
Manastır Medresesi’nde Molla Şemsettin sayesinde İbn Arabî’nin “Işık Felsefesi”ni öğrenir. Bursa’nın sınırları Bedreddin için yetersiz kalınca Selçuklu döneminde medreseleriyle ünlü kent olan Konya’ya gider. Orada Hurufilik inancıyla tanışır ve “İlm-i Huruf” dersleri alır. “Bedreddin’in Feyzullah-Fazullah bağlantısı araştırmacılarda ‘ortak kabul’ görmez, ancak menakıbname yazarının Fazullah konusundaki suskunluğu, ilişkinin doğruluğunu kanıtlar niteliktedir.” (Varidat-Esat Korkmaz). Hurufilik öğretisini öğrendikçe Fıkıh’ta öğrendikleri şeylerle ilgili çelişkiler yaşamaya başlar ve bu çelişkileri aydınlatmak için Konya’dan ayrılma vakti gelir.
Edine Bursa ve Konya medreselerinde aldığı eğitim yetersiz kalınca Bedreddin yolunu bu defa da 1382’de İslam coğrafyasının o yüzyılda üniversite başkenti olarak anılan Mısır’ın Kahire kentine çevirir. Burada daha sonra mürşidi olacak olan Şeyh Hüseyin Ahlati ile tanışır. (Mürşid: Kılavuz, müritlere tanrısal sırların çözümünü gösteren dervişleri yöneten ve yönlendiren, sözü yasa niteliği taşıyan, üstün aşamalı tarikat ulusu. Alevi-Bektaşilik Sözlüğü, Esat Korkmaz.).
“Söylencesel anlatıma göre … yapılan bir yola giriş töreniyle Ahlati’nin müridi olur. Bu durum Bedreddin’in yaşamında belirleyici bir kırılmadır. Daha önce eğitimini gördüğü ‘Fıkıh’ biliminden vazgeçer, dervişlerin kıl hırkasını giyer, mallarını yoksullara dağıtır, tüm kitaplarını Nil Nehri’ne atar ve ardından yeni yaşamının ‘çile’ dönemi başlar.” (E. Korkmaz)
Bedreddin Mısır’da döneminin ünlü şeyhlerinden Muhammed Bin Mahmut Ekmelüddin’den de ders almış, gelişimine katkısı olmuş olsa da asıl değişimi Ahlati’nin yanında olur. Şeyhin yanında dönemin ünlü bilginleriyle tanışır, ilişki kurar ve yeni bilgiler edinir. Belli bir olgunluğa ulaştıktan sonra Ahlati’nin önerisiyle Tebriz’e gider. Orada hem Dai’lik yapar hem de tasavvuf bilgisini genişletir (Kahire’de hastalandığı için hava değişimi için Ahlati’nin onu Tebriz’e gönderdiği de söylenir.). Tebriz aynı zamanda Alevi inancında önemli bir yere sahip olan Hatayi’nin (Şah İsmail) de mensubu olduğu safeviliğin o dönem merkezi konumunda ve Hurufiliğin etkin olduğu bir yerdir.
Bedreddin’in bulunduğu dönem Tebriz Timur’un egemenliği altındadır. Söylenceye göre ordunun kış karargâhında (1403’de) Bedreddin Timur ile çevresine toplanmış bilginler ile karşılaşır.
Bedreddin’in ilminden etkilenen Timur yapanında kalmasını ister ama Bedreddin bu öneriyi kabul etmez ve oradan ayrılır. Daha sonra Ahlati’nin rahatsızlığını öğrenir ve Kahire’ye geri döner (Bedreddin’in Timur’la karşılaştığı vb. şeyler söylense de bu bilgi somut bir veriye dayanmaz.). Ahlati öldükten onun vasiyeti üzerine dergâhın şeyhliği Bedreddin’e verilir. O dönem Mısır’ın içinde bulunduğu siyasi kargaşa ortamı ve yurda dönme isteği nedeniyle kısa bir süre şeyhlik yaptıktan sonra oradan ayrılır.
Yurda dönüş…
Dönemin İslam Üniversiteleri başkenti Kahire’ye kafasındaki çelişkileri çözmek için giden Bedreddin, Ahlati ve çevresinden aldığı eğitim sonrası Anadolu’ya yeni kimliğiyle “yol önderi Şeyh Bedrettin” olarak döner. Kahire’den Halep’e oradan da Karaman üzerinden Konya’ya gelir. Konya daha önce yaşadığı bir yer olduğu için bildiği, tanıdığı bir kenttir.
Çevresinin yardımıyla bir süre burada kalır ve medresede öğrencilerine dersler verir. Ayrılık zamanının geldiğine karar vererek varmak istediği menzile doğru harekete geçer. Baba İlyas İsyanı’na katılmış olan Türkmen Alevilerin yoğun olarak Hristiyan nüfusla iç içe yaşadığı Aydın eline gider ve orada da İzmiroğlu’nun daveti üzerine Bedreddin Tire’den geçip İzmir’e gider. İzmiroğlu, Osmanlı egemenliğine karşı çıkan bir kişiliktir.
Esat Korkmaz, Bedreddin düşüncesinin İzmiroğlu Cüneyt’in yönetimindeki bölgede kendine geniş bir çevre bulmasının bir nedeninin de Menakıbnamede yazılı olanlara dayandırarak “Bedreddin ile Cüneyt arasında mürşit-mürit ilişkisinin olma olasılığı”nın yüksek olduğunu belirtir. Yine Hafız Halil Menakıbnamesi’nde dedesinin Edirne’ye gittikten sonra “davet üzerine tekrar bu bölgeye geldiğini ve Aydıneli bölgesiyle birlikte Cenevizlilerin egemenliğinde olan Sakız Adası’nda yaşayan Hristiyan nüfus içinde de Bedreddin görüşlerinin yaygın olduğunu” yazar.
Kuşkusuz, Bedreddin davet üzerine tekrar geldiği Ege bölgesine “misafir” olarak gelmemiştir. Buralarda yeni öğretisini yaymak için çalışma yürütmüş ve öğretilerini köylülere taşıyan Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’le nasıl bir toplumsal perspektifle hareket edileceğinin de altyapısını oluşturmuştur.
Bunlar, Bedreddin’in bölge halkıyla kurduğu ilişkinin ciddiyetini, aidiyetini gösterir. Bedreddin, çalışmaları belli bir olgunluğa eriştikten sonra Edirne’ye gitmek için Bursa’ya doğru yola çıkar. Bursa yolunda Kalenderi gezgin derviş topluluğu Torlaklar ile karşılaşır. Burada ikinci büyük halifesi Torlak Kemal’le tanışır.
Torlaklar, Baba İshak’tan, Baba İlyas’tan bu yana hiçbir merkezi otoriteye biat etmedikleri için Bedreddin’e de kuşkuyla yaklaşır. Menakıbname’ye göre Torlaklar ilde Bedreddin’in şehir kökenli oluşu, şehir medreselerinde eğitim almış oluşu vb. nedenlerle onu “beylere hizmet etmekle” suçlar ve yakınlık göstermezler.
Bedreddin’i tanıdıkça, düşüncelerini öğrendikçe yaklaşımları değişir ve ona bağlanırlar. Bursa’ya ulaştıktan sonra Edirne’ye doğru yolculuğuna devam eder. Davet üzerine tekrar Aydın bölgesine gittiği süre hariç İznik sürgününe kadar orada yaşar ve çalışmalarını orada sürdürür.
Yurda döndüğünde Anadolu’nun genel durumu…
Şeyh Bedreddin’in Mısır’dan yurda döndüğü tarihte Anadolu’da büyük bir toplumsal kargaşa hüküm sürmekteydi. Selçuklu İmparatorluğu’nun dağılışı sonrası Anadolu’da beylikler kendi içlerinde iktidar mücadelesine girmiş, savaşa tutuşmuştu. Osmanlı bu kargaşa ortamından yararlanarak, kimi beyliklerle de anlaşarak, kimisini de şiddetle ezerek egemenlik alanını parça parça genişletmişti.
Osmanlı merkezi iktidarda güçlendikçe Anadolu’da yaşayan çeşitli inanç ve etnik gruplara mensup halkın üzerindeki baskısını da artırmıştır. Kimi beyleri merkezi iktidardan uzaklaştırarak merkezin nimetlerinden yararlandırmamaya başlar. Osmanlı kuvvetlendikçe, bizzat kuruluş sürecinde yer almış, ona katkıda bulunmuş, hizmet etmiş beyleri ileride başına bela olur korkusuyla bir bir tasfiye eder.
Katı Ortodoks Sünniliği topluma dayattıkça da Türkmen Kızılbaşları karşı duruyor, inanç öğretilerini yaşatmak için buldukları her fırsatta ayaklanıyor, dayatılan inanç sistemini kabul etmiyordu.
Osmanlı, beylikten imparatorluğa, batıya doğru topraklarını genişleterek ilerlerken, aynı şekilde doğuya doğru genişletmek için de harekete geçmiştir. Osmanlı’nın hızlı büyümesinden kaynaklı egemenlik alanını yitirmeye başlayan güçler Timur’dan yardım ister. Bunun üzerine Türkmen beylerine yardım etmek için Timur Yıldırım Beyazıt’a mektup yazarak; Doğu’dan kayıtsız şartsız geri çekilmesini ister.
Beyazıt öneriyi reddedince Timur ordusuyla Anadolu’yu en vahşi yöntemlerle işgale başlar. Başta Sivas ve Erzincan gibi Osmanlı’nın egemenliği altında olan şehirlerde Osmanlı Ordusu’nu son ferdine kadar yok eder. Canlı canlı elleri-ayakları bağlı bir şekilde kuyulara atılan binlerce kişinin üzerine toprak atılarak boğdurulur. Timur’un ilerleyişini durdurmak için Beyazıt komutasındaki ordu ile Timur’un komuta ettiği iki büyük askeri güç 1402’de Ankara’nın Çubuk ovasında karşı karşıya gelir. Savaş gün boyu sürer. Osmanlı Ordusundaki Aydın, Saruhan, Sivas vb. Türkmen beyliği askerleri saf değiştirerek Timur’un tarafına geçer.
Bu tablo hızlı bir şekilde savaşın tüm dengesini Timur lehine değiştirir. Türkmen askerlerinin saf değiştirmesiyle büyük bir yara alan Beyazıt, ikinci büyük darbeyi içten ihanete uğrayarak alır. Çandarlı Ali Paşa savaşın yitirildiğine karar verip çekilme işareti verir. Ardından Şehzade Süleyman’ı çektirir. Mehmet ve İsa şehzadeler de güçlerini çeker. Beyazıt geri çekilmeyi reddeder ve yeniçerileriyle savaşı sürdürmeye devam eder. Yeniçeriler son bireylerine kadar ezilirken Beyazıt esir düşer. Esir alınan bir avuç insanın arasında babasıyla birlikte sonuna kadar savaşan Şehzade Musa vardır.
Beyazıt’ın Ankara Savaşı’nda Timur’a esir düşmesi ve ardından ölmesiyle birlikte Osmanlı tarihinde Fetret Devri (1402-1413) olarak geçen kardeşler arasındaki taht kavgasını kendi lehine çevirmek isteyen beylerin kimisi bağımsızlıkları için başkaldırır, kimisi de hangi şehzade daha güçlü ise onun yanında saf tutar.
Halk açlık ve yoksulluk içinde kıvranırken, bir yandan da yaşanan taht kavgasının yükünü çekmek zorunda bırakılır. İşte Şeyh Bedreddin böyle bir toplumsal kargaşa içinde dünyaya gelmiştir. Halk açlığın pençesinde perişan olurken sarayda toplumdan kopuk bir şekilde tüm imkânları hoyratça kullanmaya alışmış olan devşirme bürokrasi ve ulema sınıfı bu kargaşa içinde eski güçlerine tekrar kavuşmak, ayrıcalıklı seçkin pozisyonlarını korumak için Osmanlı merkezi yapılanmasına ihtiyaç duyuyordu.
Ellerinden gitmekte olan sınıf egemenliğini yaşatmak için harekete geçen bürokrasi, taht kavgasında ilk olarak Süleyman’ı desteklemiş, daha sonra Musa’nın Süleyman’ı yenerek Balkan bölgesinde hâkimiyet kurması ve kazasker olarak ta “aristokrasiye karşı Müslüman ve Rum aşağı tabakadan insanları bir araya getiren halkçı bir politika seçmiştir.” (E. Aydın).
Şeyh Bedreddin’i kazasker yapmış olması Osmanlı bürokrasisini Mehmet etrafında birleştirmiştir. Sadece Osmanlı bürokrasisi değil, sınır komşuları Bizans, Sırp ve Macar egemenleri de Musa’ya karşı Mehmet’i desteklemiştir.
Sınırlarının dibinde halkçı bir özellik taşıyan bir yönetim biçiminin nüveleri tarihin her kesitinde olduğu gibi tüm egemen güçleri rahatsız etmiş, egemenliklerinin selameti için hâkim sınıflar arasında ittifak yapılmıştır. Musa’yı yenerek saltanat koltuğuna oturan Mehmet’in ilk icraatı Ankara Savaşı sonrası Anadolu’da tekrar bağımsızlıklarını kazanmış olan beyliklerin üzerine yürümek, onları ezerek egemenliğini pekiştirmek olmuştur.