İstanbul-Beşiktaş’ta TAK’ın üstlendiği bombalı saldırının ardından 14 Aralık günü (Kaç)Aksaray’ında düzenlediği 32. Muhtarlar toplantısında “Bugün de adı konulmamış bir Sevr anlaşmasıyla karşı karşıyayız. Gezi’de başaramadıklarını, emniyet yargı darbesiyle yapmaya çalıştılar. Bölücü terör örgütüyle de başaramayınca darbeyi yaptılar. Bazıları sanıyor ki hedef benim ya da partim. Mesele bundan ibaret değil. Ortada daha büyük oyun var. Bizim şahsımızda özleştirdikleri, saldırdıkları özgür Türkiye mücadelesidir” diyen Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan, “milli seferberlik” çağrısı yaptı: “Buradan tüm vatandaşlarıma sesleniyorum, Anayasamızın 104. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başı olarak, PKK’sıyla, DEAŞ’ıyla, FETÖ’süyle, DHKP-C’siyle ve tüm diğerleriyle, adı, söylemi, yöntemi ne olursa olsun, tüm terör örgütlerine karşı milli bir seferberlik ilan ediyorum.” Bu çağrıyı 17 Aralık’ta Kayseri’de 14 askerin öldüğü saldırının arkasından da “Terör örgütlerine karşı, milletimizle birlikte, bir milli seferberlik ruhu içerisinde hep birlikte kararlılıkla mücadele edeceğiz” şeklinde tekrarladı.
“Milli seferberlik” çağrısının muhtarlar toplantısında verilmiş olmasının “gayri ciddiliği” tartışıladursun ertesi gün Mabeyn Köşkü’nde Erdoğan başkanlığında Başbakan, yardımcıları, Adalet, Aile ve Sosyal Politikalar, Dışişleri, Enerji ve Tabii Kaynaklar, İçişleri Bakanları ve üst düzey bürokratların katıldığı ve 2 saat süren Güvenlik Toplantısı’nın gerçekleştirilmesi bu konuda devlet aklının “ciddiyetini” ortaya sermekte, önümüzde faşizmin tırmandığı günlerin halkımızı bekleyen bir tehlike olduğu görülmektedir.
Peki “milli seferberlik” noktasına bir anda mı gelindi ve bu karar bir anda mı alındı? Ekonomiyi bile feda edecek derecede OHAL ve sıkıyönetim uygulamalarını devreye sokan faşist Kemalist diktatörlüğün gözünü bu kadar karartan “Erdoğan’ın iktidar hırsı” mı? Aslında bu iki soru birbirine sıkı sıkıya bağlı ve biri doğru cevaplanmadığı takdirde “bir delinin arkasından uçuruma sürüklenen halk” sonucuna ulaşılmaktadır! Ancak ortada “gözünü iktidar hırsı bürümüş bir diktatör”den ziyade emperyalist-kapitalist sistemin bitmek bilmeyen krizlerinin yardımına koşan faşist diktatörlük, onun OHAL ve sıkıyönetim uygulamaları ile anayasal düzenlemeleriyle “eşeğini sağlam kazığa bağlama” gerçekliği, sınıflar mücadelesi görülmelidir.
Faşizmde akraba, Kürt düşmanlığında kardeşler!
OHAL ve “milli seferberlik” aslında Eylül 2014’te Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nca hazırlanarak Genelkurmay Başkanlığı’na sunulan ve Genelkurmay Strateji Plan Dairesi, Strateji Şube Müdürlüğünün “Çöktürme” planı adını verdiği “gizli” ibareli eylem planının devamıdır. Bu plan; Sri-Lanka’da Tamil ülkesinin bağımsızlığı için mücadele eden Tamil Kaplanları örgütüne karşı uyguladığı “Gömme-Silme” eylem planı ve Saddam Hüseyin ile Kimyasal Ali (Ali Hasan El-Mecid)’nin Irak Kürdistanı’na 1987-1988 yıllarında uyguladığı Xalepçe katliamı ile zirve yapan “Enfal” operasyon planının birebir kopyası ve başta Kürdistan coğrafyası olmak üzere ülkeye uyarlanan halidir. Bu eylem planının bir benzerini de Kolombiya devleti FARC’a uygulamış, bu operasyonlarda FARC’ın lider kadrolarının dörtte üçü nokta operasyonlarıyla katledilmişti. Keza hatırlanacağı üzere daha yakın zamanda Amed Büyükşehir Belediye Eşbaşkanı Gültan Kışanak’ın gözaltına alınmadan bir gün önce mecliste tanık olarak dinlendiği (daha doğrusu sanık gibi sorgulandığı) görüşmede “Barış olmalı” diyen Kışanak’a AKP’liler tarafından “Sri Lanka’da nasıl olduysa burada da barışı sağlayacağız” cevabı verilmişti. Diğer yandan OHAL sonrası KHK’lerle gerçekleştirilen saldırılar da (televizyon ve gazetelerin kapatılması, vekil ve esbaşkanların muhattap alınmaması, ordu komutanları ile Vali ve kaymakamların sıkı bir işbirliği içerisinde olması…) bu eylem planında yerini almıştı.
Sri Lanka’nın “Gömme-Silme” eylem planı kapsamında 2006-2009 yılları arasında Sri Lanka faşist hükümeti Tamil Kaplanları ve onlara yakın oldukları varsayılan en az 42 bin kişiyi katletmiş, on binlerce kişiyi yaralamış, binlerce kadına tecavüz etmişti. Irak Kürdistanı’ndaki Enfal sürecinde ise insan cenazeleri yerlerde bırakılarak, şehitlikler bombalanarak, kimyasal silah kullanarak direnenlerin moral ve direnci düşürülmeye çalışılmış; Kürtler topluca katledilerek çukurlara doldurulmuş, bölgedeki de- mografik yapı değiştirilmeye çalışılmış, Xalepçe katliamı ile binlerce kişi katledilmişti. TC’nin “Çökertme” planından yansıyan ise yapılacak operasyonlarında “10 bin ila 15 bin imha, 8 bin civarı yaralı, 5-7 bin arası tutuklama, bombalanmış küçük ve büyük yerleşim alanlarında 150-300 bin civarı insanın yer değiştirmesi” planlandığıydı. Bu benzerliklerin yanı sıra Kimyasal Ali’nin o döneme damgasını vuran “Kürdistan’da yıkılmadık tek bir Kürt evi kalmayacak” sözü ile Erdoğan’ın “Taş üstünde taş, baş üstünde baş kalmayacak” söyleminin yakınlığı aynı zamana faşizmdeki akrabalıklarını, Kürt düşmanlığındaki kardeşliklerini göstermektedir.
Faşizm koşullarında devrimcilik, işini iyi yapmaktır
Kimi kesimlerce “AKP/Erdoğan’ın son çırpınışları” gibi adlandırılsa ve kimi haklı belirlemeleri içerse de sürece “Çöktürme” adı verilmesi daha derinlemesine değerlendirilmelidir. Keza bahsi geçen kavram, aslında ülkede var olan sınıflar mücadelesini hedef almakta, bir bütün bu coğrafyanın işçi-emekçilerinin, ezilen ulus, azınlık ve inanç topluluklarının yan yana gelme ve birlikte mücadele etme umudunu yok etmeyi arzulamakta, kamplaştırma ve taraflaştırmanın yanı sıra tüm devrimci, ilerici ve yurtsever güçlere diz çöktürmeyi, faşizmin resmi geçidiyle direnenleri teslim almayı istemektedir.
İlan ettikleri “seferberlik” tam da bu konudadır. Ve kesinlikle tehdit değildir! Bu savaş çağrısı Aliboğazı’ndan Lice kırsalına gerillalara dönük sürdürülen operasyonlarla, HDP’ye dönük gözaltı ve tutuklama teröründen binalarının yakılıp bombalanmasına kadar geniş yelpazedeki saldırılarla, demokratik alanda komünistlerin, devrimcilerin, yurtseverlerin kazanımlarının yok edilmesiyle, “gözaltında kaybetme”, sokakta infaz gibi yöntemlerin yeniden devreye sokulmasıyla yapılmaktadır.
Komünistlere de ülkenin ilericilerine düşen ise buna karşı “seferberlik” haline geçmekle mümkündür. Devrimcilerin bir an önce yüzünü ülkelerine dönmeleri bir aciliyet, gündemlerini meşgul eden kısır tartışmalardan kurtulmaları elzemdir. Çünkü devrimcilerin işi ülkelerindeki devrim mücadelesidir, devrimcilerin görevi devrim iddiasının omuzlarına yükledikleri görevleri yerine getirmektir. Çünkü “Faşizm koşullarında en büyük devrimcilik, işini iyi yapmaktır.” (Walter Benjamin) Bunun yolu da önder yoldaş Sefagül Kesgin’in de dediği gibi “Herkes kendi işini yapsın” sözünün hayata geçirilmesinden geçer!
* Fotoğrafta devrim şehitleri Sefagül Kesgin ve Suzan Zengin yan yana…