7 Haziran Genel Seçimleri’nin ardından geçen bir aylık süreyi saymazsak savaş ve saldırı konseptinin hayata geçtiği bir yaz dönemi içindeyiz. Suruç Katliamı, askeri ve siyasi operasyon terörü, Silopi’de yaşananlar derken her gün yeni bir saldırı ve her gün yeni ölümlerle karşı karşıya kalıyoruz. Bu yüzden de bu süreç aynı zamanda bu faşist saldırganlığa karşı mücadelemizi derinleştirmemiz gereken bir dönemi ifade ediyor.
Kuşkusuz yaşanan bu saldırılara karşı sokakta olmak ve daha güçlü bağlarla örgütlenmek atmamız gereken ilk ve önemli adımdır. Ancak böylesi dönemler faşist saldırıların yoğunluğundan kaynaklı kimi önceliklerimizin, mücadelemizin silikleşmesine de yol açabilmektedir. Bahsini ettiğimiz “kimi öncül mücadele alanı” elbette ki toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı verdiğimiz mücadeledir.
Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim: Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve ataerkiye karşı verdiğimiz, kurumsallaştırmamız gereken mücadelemiz “barışçıl dönemlerde” öne çıkaracağımız, dönemsel ataklar yapacağımız bir mücadele alanı değil, böyle de görülmemesi gerekiyor. Aksine faşizmin yoğunlaştığı, her türden saldırının arttığı dönemlerde daha sıkı sarılmamız gereken bir mücadele alanıdır. Çünkü hem “savaş” ta, “barış” ta kadın kimliğimizden kaynaklı saldırılar sonlanmıyor hem de “savaş konseptinin” devreye sokulduğu dönemlerde militarizmin artmasıyla bu saldırılar arka planda kalmak yerine daha da derinleşiyor.
Yani kimse “bugün katliam oldu. Kimseye taciz ve tecavüzde bulunmayayım” ya da “bugün de saldırılar çok yoğundu, eşime şiddet uygulamayayım, onu öldürmeyeyim” diye düşünmüyor. Aksine bu saldırı ve savaş konseptinin yarattığı erkek egemen, militarist ortam şiddetin her türlüsünün tırmanmasına ve fırsat bu fırsat (eğer de kadın ve LGBTİ mücadele özneleri görece daha pasif bir durumdaysa) kadın ve LGBTİ’lerin elde ettiği demokratik kazanımların tırpanlanmasına neden olur.
Şu an içinde bulunduğumuz ve hangi katliama, hangi saldırıya tepki vereceğimizi “şaşırdığımız” dönemde ne kadın bilinci yaratma ne de toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelemizden vazgeçme lüksümüz var. Nefes aldığımız her an erkekliğin her türlü saldırısı ile yüz yüze gelirken (saldırıların yoğun olduğu bu Temmuz ayında erkekler 19 kadını öldürdü; 12 kadın ve kız çocuğuna tecavüz etti; bir kadını fuhuşa zorladı; 36 kadını yaraladı; 10 kadın ve kız çocuğunu taciz etti) erteleyemeyiz bu mücadeleyi…
Bu yüzden günlerimizi, haftalarımızı, aylarımızı bu mücadeleyi daha da derinleştirmenin yol ve yöntemleri konusunda derinleşerek, ısrarlı bir hat izleyerek geçirmeliyiz. Erkten arınmış alan yaratma ısrarımızı sürdürmeliyiz. Bunlardan biri de kadın yaz kampı örgütlemek olmalıdır. Geçtiğimiz yıllarda 2 kez örgütlediğimiz bu kampların yeniden örgütlenmesi bizler açısından “kendimizi geliştirebileceğimiz, kendimizle yüzleşebileceğimiz ve kadın örgütümüzü kurumsallaştırabileceğimiz erk’ten arınmış duraklar” yaratmak adına gereklidir.
Geçtiğimiz yıllarda 2 kez örgütlediğimiz bu kamplarda kendine güven, inisiyatif ve kadınlık hallerimiz üzerine tartışmalar yürütmüş ve ciddi anlamda verim elde etmiştik. Şimdi bu çalışmaların üzerine basarak yükseleceğimiz bir çalışma inşa etmeliyiz. Kadın olmanın kendisi bir mücadele ve savaş hali iken, bunu bilinçli yapıp erkek egemenliğinin sahasında ringe çıkacak özneler olma iddiamız öyle kolay bir görev ve sorumluluk değildir. Bu yüzden de teorik donanımımızı artıracak, önümüzdeki süreçte erkek egemenliğine karşı savaşta bizi güçlendirecek konu başlıkları ile örgütlenecek bir kadın kampı son haftalardaki durgunluğumuza da darbe vuran ve adımlarımızı hızlandıran bir yerde durmalıdır.