DerlediklerimizGüncel

Resmiye Vatansever | Kadın Devrimi mücadelemizin neresinde?

"Sınıfsal perspektifle yapılmaya başlanan ilerlemeci tarih anlayışına karşı eleştiriler kapsamında, pek çok temel konu ele alınmaya başlanmıştır. Yakından bakıldığında, hiç de şaşırtıcı olmayan erkek tarihinin, iktidarların tarihi olduğu gerçeğini bir kere daha görüyoruz"

Bugün kadınlar siyasette ve alanlarda her zamankinden daha görünür haldeler. İtirazları ve protestoları ile iktidarlara geri adım attırabiliyorlar. Dünyada ve ülkemizde politik yaşamın bu en dinamik kesimi bulunduğu her yere kadın devrimi ruhunu taşıyor.

Kadınların içinde yer aldığı her renkten muhalif özne, kadın iradesinin dönüştürücü etkisini yaşıyor. Ve bu gerçekle ilişkilenmek durumunda kalıyor.

Gelişmelere baktığımızda; Kadın Özgürlük Mücadelesi adı altında tanımlanmaya başlanan bir politik duruş ve çatı kavramın oluşmaya başladığını görüyoruz. Oluşan bu çatı tanım devrim ve sosyalizm mücadelesine yön verebilecek teorik-politik-örgütsel gelişimi gerçekleştirebilecek mi?

Zira kadınlar geçmişte de tüm devrimlere bütün güçleriyle katıldılar. Bu süreçler, kahramanlaşan birkaç kadını tarihe yazdırarak, erkek dünyası erkeklere bırakılarak evlere dönüşle sonuçlandı.

Alanlara çıkmalarıyla, evlere dönüşleri arasında geçen zaman diliminde, örneğin Sovyetler Birliği’nde, kadınlar sosyalizmin medar-ı iftiharı haline gelebildi. Erkek egemen sisteme dayanıklı, bu kurallara göre yaşayabilen milyonlarca kadın yetişti.

Devrimin ilk kuşakları bu duruma coşkuyla uyum sağlayan “süper kadınlar”dı. Ama sonraki kuşaklar gericileşen kadın politikalarına giden yolu “kadın erkek el ele” diyerek kendi elleriyle döşediler. Jenotyel’in kadınların talebiyle kapatılması bu sürecin en ibretlik öykülerindendir.[1] Sonunda, ev, iş, politik yaşam koşturmacasından yorulan süper kadınlar erkek dünyasında var olabilme mücadelesinden yorgun düşmüştü.

Coğrafyamızdaki sınıf örgütlerinin devrim stratejileri birbirinden ne derece “farklı” olageldiyse de kadın politikaları yukarıda özetlenen modelin bir örnek kopyası gibiydi. Pek çok konuda karşı karşıya gelebilen örgütlerde, kadına yönelik yok sayma ittifakı yakın zamanlara kadar sürdü. Erkek örgütlerine dayanıklı az sayıda kadın kahraman bu yok saymayı gizleyen vitrin olarak gösterilmek istendi.

Gelinen aşamada böylesi bir yok sayma yaklaşımına karşı, Kadın Devrimi perspektifi geliştirilmiştir. Geçmişten farklı olarak bugün hedef, erkek dünyasına adapte olabilmek değil, dünyayı erkek dünyası olmaktan çıkartmaktır. Bunun önündeki engeller hakkında daha fazla düşünmek ve araştırmak günün ve yakın geleceğin en önemli politik gündemlerindendir.

Kadın Özgürlük Mücadelesini Çatı Kavram Olmaktan Daha İleriye Taşımak

Yükselen kadın hareketlerinin en önemli sorunlarından biri, en geniş kadın kitleleriyle yeterince buluşamıyor olmalarıdır. Tüm muhalif kesimlerin ortak sorunu olan bu konuda yine de çözüme en yakın kesin kadın hareketleridir. 2016 yılında TBMM’nden tecavüz yasasının çıkartılmasının kadınlarca engellenmesi, kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddete karşı ortaya çıkartılan irade, Las Tesisler, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele günü eylemlerindeki kitlesellik ve duruş bunun kanıtlarındandır.

Fakat yukarıda sayılanlar daha ziyade geçmiş kazanımların gaspına karşı çıkma, bariyer oluşturma ve yaşam hakkı savunuculuğu türünden pratiklerdir. Demokrasi mücadeleleri şeklinde yürümekte olan bu kadın gücünün doğru temelde siyasallaşıp, devrimci niteliğinin daha fazla açığa çıkartılması noktasında işler biraz daha sıkıntılı yürümektedir. Sorunların düğümlendiği yer, teori üretimindeki eksikliklerdir. Buna bağlı olarak da kadınların politik varlığını güçlendirecek asıl nokta olan devrimci cins bilinci ile yürütülecek ideolojik mücadeledeki gelişimdir.

Kadın Özgürlük Mücadelesine yön verecek teorik birikimin esasta iki ana kaynaktan geldiğini ve bu iki kaynağın ideolojik olarak birbiriyle sentez teoriler oluşturma sorunu taşıdığını söyleyebiliriz. Devrimci kadınların teorik konularla uğraşırken bu doku uyuşmazlığı ile ilgilenmeleri de kaçınılmaz olacaktır.

Kadın Devrimini besleyen teorik kaynaklardan ilki feminist menşeilidir. Diğer temel teori ise marksizmdir. Marksizmin ve feminizmin birbiriyle ilişkisine dair farklı farklı kesimlerin yaptığı tespitleri bir kenara bırakarak, bu iki ilişki ve karşıtlıktan yaşama neler yansıdı, buna bakmak önemlidir.

Örneğin 1. Dalga Feminizmin teorisini geliştirip, pratik mücadelesini yürüttüğü talepler (seçme-seçilme hakkı, eğitim alma ve çalışma hakkı, miras ve velayete dair haklar vb.) farklı siyasal kesimlerden kadınlar tarafından da savunuldu, benimsendi. Böylece 20. Yüzyılda devletlerin yasalarına girdi. 1. Dalga Feministlerin yürüttüğü mücadele, misyonunu bu şekilde tamamlamış oldu. Çıkış amaçları ve talepleri bakımından burjuva karakterli olan bu hareketler politik ve ideolojik olarak kendileri dışındaki kesimler tarafından eleştirilip ret edildi. Yine de 1. Dalga Feministlerin teorisi ham malzeme olarak kullanılmıştı.

Sosyalist kanatta yer alan ülkeler bu ham malzemeyi Marksist teorinin o günkü yorumları ve kendi yerel devrim programları ile yoğurdu. Kapitalist ilişkilerin hüküm sürdüğü devletler ise burjuva demokrasisi ile/veya burjuva feodal devlet geleneği ile yorumladı. Ama her iki sistem kanadı da ham malzemenin feminist kaynaklı olduğunu resmi tarihlerine yansıtmadı. Zira kadınlar o dönemlerde kadın ve cins bilinci açısından böylesi bir sahipleniş oluşturacak durumda değillerdi. Tarih yazımındaki erkek hegemonyası henüz görünür olmamıştı.

2. Dalga Feminizm ise 1960’larda iktidar, ataerki ve aileye yönelik çözümlemeleri ile kendini gösterdi. Bu çözümlemeler aynı konularda daha önce ortaya konulmuş politik, akademik ve entelektüel çalışmalarda yer almayan boyutlar ortaya koyuyordu. Dikkatle ve bağlamında bakıldığında bu çalışmaların o dönem henüz sınıf örgütleri tarafından bile fark edilmemiş konulara işaret ettiği görülecektir.

İnsan (erkek) merkezli dünya görüşüne karşı eleştiriler, Batı Merkezli Düşüncenin kategorik olarak yok saydığı en büyük kesim olan kadınların durumu, Aydınlanmacı ve ilerlemeci tarih anlayışlarının hesaba katmadığı gerçek tarihin kadınlar tarafından yaratıldığının gösterilmesi bu çalışmaların ana ekseniydi.

Özellikle 1980’lere doğru feministler kendi aralarında da ayrışmaya başladı. Batı Merkezli, oryantalist yaklaşımdakiler kendilerini daha ziyade akademik alanda ifade ederken, bunların dünyanın ezilen, sömürülen kadınlarına alternatif olamayacağını gösteren diğer feminist kesimler kendi çizgilerini oluşturmaya başladı.[2] 1980’ler ve 1990’larda Afrika ve Asya’da geliştirilen ulusal ve halk kurtuluş mücadelelerinde bu kesimin savunduğu kadın hakları kavramları Kadın Devrimi ve Kadın Özgürlük Mücadelelerine temel oluşturdu.

Bu gelişmeler sınıf hareketlerine önemli etkiler yarattı. 2. Dalga Feministlerin sosyalist kesimlere yansıması Türkiye’de de benzer sonuçlara yol açtı. 1970’lerin ikinci yarısında, kimi sınıf örgütlerince kadın yayınları çıkartıldı. Bu yayınlar muazzam tirajlar yaptı. Kurulan bazı kadın dernekleri ülke geneline yayıldı.[3] Daha da önemlisi bazı devrimci örgütler kadın özgün örgütlerini tartışmaya bile başladı.[4] Yönetimlerde kadın varlığının artırılması hedeflendi. Bu gelişmeler henüz çok yeniyken 12 Eylül 1980 AFC’nin saldırıları gerçekleşti. Yıllarca tüm siyasetlerin birincil gündemi güvenlik sorunu ve var olan gücün korunması oldu. O yıllarda kadın politikalarına dair yeni başlatılmış tartışmalar gelişemeden kapandı.

Aynı dönemde sosyalist örgütlerdeki kadınların, kendini var etme sorunu yakıcı hale gelmişti. Bu kadınlar kendi yaşadıklarının kişisel sorunlar olmadığını o dönemde yeni yeni çevirisi yapılan feminist eserlerden ve Aleksandra Kollontai gibi sosyalist kadınların eserlerinden öğrendi. Bu süreç sosyalist kadınların bir bölümünün feminizme yönelmesine yol açtı.[5] Ülkemizdeki feminist mücadelenin temellerini atan öncü kadınların büyük bölümü geçmişin sınıf devrimcisi kadınlardır. Bugün T.C. yasalarında yer alan ve son dönemlerde gasp edilmek istenen pek çok hak bu feminist kadınların 1990’lardaki mücadeleleri ile kazanılmıştır.

Coğrafyamızdaki en büyük kadın hareketi ise 1980’lerde ve 1990’larda Kürt Kadınlarının attığı adımlarla ortaya çıkmıştır. Kadın Devriminin ete kemiğe büründürülmüş halini pratikte onlar göstermiştir.

Böylece günümüzdeki tüm kadın muhalefetinin ve hatta çok daha geniş kesimlerinin sahiplendiği çatı kavramların toplam teorik-politik-örgütsel malzemesi ve modelleri ortaya çıkmış oldu. Diğer bir ifadesiyle; kadınlar, kadın kimliğini sahiplenerek politika yapmaya başladılar. Bu bir ilkti. Politik sahnedeki kadınlar artık hem feminist hem sınıf devrimcisi hem de geleceğin devrimci duruşunun görünen yeni yüzleriydi. Bunların yaşama etkisi, eski politikaların en radikal eleştirisi oldu.

Sosyalist örgütlerde örgüt program ve stratejilerinin yaşama cevap olamama sorunları büyürken, kadın bakış açısıyla yapılan eleştiriler, sadece kadınların görünürlüğünü artırmaya yönelik değil genel sorunların çözümüne de katkı niteliğindeydi. Bazı hareketler bu değişimle ilişkilenmeye çalışsa da ağırlıklı ortaya çıkan sonuçlar, erkek statükolarının bazen dayatmalarla bazen de gizlenmeye çalışılarak korunması çabasıydı. Buna karşı savunma olarak feministlik damgası kadınlar tarafından eskisi gibi üstlerinden atmaya çalıştıkları bir kötü imaj olarak görülmekten çıkıp, sahiplenildi. Bu tartışmalar zayıflasa da halen devam etmektedir. Değişen, bu saldırıların artık açıktan yapılamıyor oluşudur.

Sonuç olarak, 1990’lardan itibaren pek çok sosyalist örgüte feminizmin temel kavramları sızmaya başladı. Bugün programlarında kadın eksenli değişimler yapmamış örgütler de dahil olmak üzere, politika yapışları bakımından ve pratikteki duruşları ile sahada feminizmin rengini taşımayan sınıf örgütü yok denilecek kadar azdır. Kısacası devrim ve demokrasi mücadelesinin mor rengi vardır ve bunu yaşatan kadınlar her yerdedir.

Kadın Özgürlük Mücadelesi ezilenlerin birleşik mücadelesinin temel şekillenişine ve motivasyonuna dair eski statükoları parçalayabilmesinin örneklerini de gösteriyor. Buna rağmen hala kadına ait tarihsel, teorik ve politik birikime güven duymama tutumu tüm örgütlerde, çeşitli derecelerde kendisini gösteriyor.

Özellikle sosyalist örgütlerde tanımlanması henüz yapılmamış bir duygudaşlık farklılaşması gelişmektedir. Kadınlar arasında dilde, kültürde, devrimciliği kavrayışta, örgütlenme tarzında yepyeni gelişmeler ve arayışlar vardır. Kesin bir şekilde söylenebilir ki bu yaşananlar kadın kültür devriminin başlangıcıdır.

Ancak Kadın Devrimi içine erkeklerin de katılması sağlanmaksızın sürdürülebilir olmayacaktır. Ne yazık ki sınırlı sayıda erkek devrimcinin kendi çabalarıyla aktif bir değişim tutumu almalarının dışında, bu konuda genelde bir değişim çabası yoktur. Eskisinden farklı olan şey erkek devrimcilerin kadınların pratiklerini ve bu konudaki duruşlarını olumlamaları ve kadınlar yerine eskisi kadar çok konuşmamalarıdır. Erk düşüncesine hemen hiç dokunulmamakta, erkekler kendilerini genel geçer kabuller dışında tartışma konusu yapmamaktadırlar. Oysa bugün feministleşmeye kadınlardan daha fazla erkeklerin ihtiyacı vardır. Zira kadınlar, feminizmi de bir basamak olarak kullanıp kendilerini bunun da ilerisine taşıma hedefini belirlemişlerdir.

Devrimci saflardaki ezilen cinsiyetin geçirdiği bu değişimi ezen cinsiyetin de yaşayabilmesi elzemdir. Erkeğe dayatılan sürekli iktidar kalma köleliği, bu “imkansız iktidar” çabasını ret etmekle aşılabilir.[6]

Fakat erkeklerin kendileriyle hesaplaşmaları, kadınlara ait işgal ettikleri alanları bırakmaları mücadelesi örgütlerdeki geleneksel tutum olan eğitim, ikna, eleştiri-özeleştiri ile sınırlı kalınarak başarılamaz. Tarihte kazanılan hiçbir hak iktidarlar iktidarlar ikna edilerek kazanılmamıştır. Aynı şey kadın kazanımları ve cinsiyet mücadelesi için de fazlasıyla geçerlidir.

Bu gerçeği camiamız özgülünde incelediğimizde, erkek tutumlarının ortaya çıkma biçimlerinde benzerlikle olduğu görülüyor. Tıpkı toplumda olduğu gibi, cinsiyete dayalı işbölümü ve kafa-kol emeği ayrımındaki cinsiyetçilik kaba biçimde olmasa da sürüyor.

Buna bağlı olarak politika üretimi ve yönetimsel işler esasta erkekler tarafından yapılıyor. Kadınlar ise politik yaşamın görünmeyen işlerini, sekretarya görevlerini, dar pratikteki koşturmacaları üstleniyor. Bu geleneksel işbölümü kadınlar tarafından sorgulanıp eleştiriliyor. Erkeklerin bu eleştirilere karşı ilk refleksi ise kadınların kendileri kadar politik ve entelektüel birikim oluşturmadıkları müddetçe erkek iktidarlarını tartışmaya haklarının olmadığı şeklinde.

Peki bilginin bu şekilde bir kesimin tekeli altında tutulup, iktidarın devamını sağlamak için bir araç halinde kullanılması hangi düşünce biçiminin ürünüdür? Daha fazla bilgi sahibi olmak, neden devrimci kişilikteki içsel iktidarın ortadan kaldırılmasına yol açmıyor da saflarımızdaki iktidar inşasını ortaya çıkartıyor? Erkeğe yönelik avantajlar oluşturan bu çifte standart devrimci kültür ve ahlakla nasıl uyuşturulabiliyor?

İşte burada erkek düşüncesinin beslendiği zeminleri görmeye başlıyoruz. Kapitalizmin ortaya çıkışına düşünsel temel oluşturan Aydınlanmacı Pozitivist düşünce, dünyanın geri kalanını tahakküm altına alabilmek için, bilginin kutsallaştırıldığı bir dünya görüşünü yaygınlaştırdı. Bilgi kapitalist sistemin evrensel tanrısı haline getirildi. Hatta günümüzün yeni türden “ırkçılığı” olan bilgi ve zeka kutsayıcılığı da Aydınlanmacı Pozitivist düşüncenin gizlenerek yeni paradigmalara intikali ile inşa ediliyor.

Ezilen, sömürülen halklar, yoksul ve emekçi kesimler ya da ezilen cinsiyetler, ulus veya inanç sistemleri kategorik olarak iktidar tarafından benzer şekilde tanımlanır. Oryantalizm başlı başına bu amaçla oluşturulmuştur. Batılı, beyaz, erkek, eğitimli, genç vb. olmayanlar; yabanıl, geri, cahil, eğitilmesi gereken ve hiç büyümeyecek bir çocukluk durumunda gösterilir. [7]Bu ayrım bazen ezilenin kendisine bile kabullendirilir. Tartıştığımız bu konu itibarı ile sınıf örgütlerinde kadına yaklaşım noktasında da benzerlikler olduğunu söylemek abartı değildir.

Böylesi pozisyonların ortadan kaldırılması kadının kendisini erkek iktidarlara kanıtlanmasına da bağlı değildir. Kadının kendisini erkek dünyasında tek başına kabullendirmesi elbette mümkündür. Fakat kadının varlığını kitleselleştirmek ve kalıcılaştırmak tam olarak bu türden bir başarı ile sağlanamaz. Daha önceleri ve halen öncü pek çok kadın tarafından kadınların erkek dünyasında tek başına başarılı olabildikleri gösterilmiştir.

Bu kadınların bulundukları yerde tek olma durumu, onları çalışma tarzı bakımından esasta erkek usulüne tabi hale getirebilir. Yani kolektif yaşamın nispeten kadınlar aleyhine zayıflatıldığı bir usul içinde, kadın tarzını yaşama geçirmek zorlaşacaktır. [8]Oysa erkek yöntemleri gibi erkek düşüncesi tarafından kurgulanmış olan program, strateji ve teorilerde, genel geçer eleştirilerle yetinilmeyip daha ayrıntılı bir araştırma ve incelemeye tabi tutulmalıdır.

Devrimci örgütlerdeki erkek egemenliği ile mücadelenin kimi sorunlarından bahsederken bazı doku uyuşmazlıklarının ve teorik sorunların altını çizmiştik. Sorunların çözümüne (eğitim ve eleştiri-özeleştiri ile sınırlı) bilindik yaklaşımların konuyu stratejik görememekten kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Kadın Devrimi ve öz örgütlenmelerine dair olumlu adımlar soruna daha derinlemesine bakmanın kapısını aralıyor. Bununla birlikte, devrimci cins bilinci ile erkek egemenliğine karşı ideolojik mücadele henüz yapılmıyor. Ve bunun yapılabilmesinin nesnel zemininin oluşturulabilmesi, sınıf mücadelesi ile cinsiyet mücadelesinin teori ve ideolojisini sentez teoriler oluşturmak amacıyla incelemekten geçiyor.

Örneğin bugün sosyalist örgütlerin iradelerine yön veren en son kongre ve konferans kararları, strateji ve programları bu doku uyuşmazlığı baz alınarak incelenebilir. Bu türden bir inceleme Kadın Özgürlük Mücadelesi ve Kadın Devriminin kolektif ruhuna uygun olarak tüm kadınlara sunulup derinleştirilebilir. Hatta bu sonuçlar kadınların ortak iradesi ile örgütlerdeki erkek egemenliğine karşı, ideolojik mücadelenin teorik ve siyasal kılavuzu haline getirilebilir.

Sorunu Stratejik Ele Alamamanın Önündeki Engellere Dair Bir Örnek

Sınıf mücadelesinde, sömürenler ve sömürülenler arasındaki karşıtlık son noktada uzlaşmaz düzeydedir. Felsefi bakımdan geçerli bu genel doğruyu birbirinden farklı her strateji kendine göre yorumlar ve şekillendirir. İttifaklar ve karşıtlıklar buna göre oluşturulur. Bu tanımlamalar yapılırken ataerkinin denklemdeki yeri ve etkileri yakın geçmişe kadar sosyalist örgütlerin gündemine girmemiştir. Nispeten hesaba katıldığı bazı örneklerde ise yapılmış doyurucu bir düzenleme ve teorik açıklama bulunmamaktadır.

Bu türden boşlukların zamanla ya kadını yeniden görünmezleştirme ya da mücadelesini düzen içileştirme riski vardır. Program ve stratejilerindeki uyuşmazlıklar giderilmeksizin yapılmış olan değişiklikler eklektik kalmıştır. Bunu görmenin en basit yolu ataerki kavramına daha yakından bakmaktır.

Ataerki kavramı halihazırda ve genel kabulü bakımından salt üstyapıya dair ve kültürel içerikte algılanmaktadır. Daha kaba yaklaşımlarda ise feodal ilişkilerle aynılaştırılmaktadır. Kapitalistleşmenin kültürel olarak ataerkini zayıflatan hatta ortadan kaldıran bir gelişme olduğu fikrini savunanlar dahi vardır. Bazen de toplumsal cinsiyet ayrımcılığı ölçütleri ile sınırlı yani ortaya çıkardığı sonuçlar üzerinden değerlendirme yapılabilmektedir. Bu gibi açıklamalar cinsiyet mücadelesinin neden stratejik bir konu olduğunu açıklamak için yetersizdir. Ve ataerkine karşı mücadelede kadınları savunmaz bırakmaktadır.

Sınıfsal perspektifle yapılmaya başlanan ilerlemeci tarih anlayışına karşı eleştiriler kapsamında, pek çok temel konu ele alınmaya başlanmıştır. Yakından bakıldığında, hiç de şaşırtıcı olmayan erkek tarihinin, iktidarların tarihi olduğu gerçeğini bir kere daha görüyoruz. Kadının tarihi buralarda yer almıyor. Bazı mitolojik ve antropolojik çalışmalarda izine rastlanan kadın tarihi günümüz siyasetine bağlantı oluşturacak temellerden yoksun. Ataerki ve kadın emeği konusunda noksan çalışmalar ilerlemeciliğin erkek haline dokunulmadığını gösteriyor. Bu durumda akla gelen ilk soru; öyleyse kadının tarihi hangi bakış açısına göre yorumlanıp politik çözümleme yapılıyor, oluyor.

Cevabı çok açık: Sınıflı ve cinsiyetçi toplum biçimleri arasından kapitalizm, kendisinden öncekilere nazaran kadın için en iyisidir (!) Zira kapitalizm kadını ev dışına çıkartmış, toplumsal üretime katmış, onu feodal üretimdekinden daha iyi bir konuma taşımıştır. Sosyalist topluma geçmek için kadının artı-değer sömürüsüne dahil edilmesi özellikle de dışarıda çalışması şarttır (!) savunulan klasik yaklaşım özet olarak bu şekildedir veya buna benzerdir.

Oysa ataerki kendisini tıpkı diğer toplum biçimlerine adapte edebildiği gibi, kapitalizmdeki ilişki türüne de adapte etmiştir. Bunu yaparken aynı zamanda da o ilişkileri kendisine benzer hale getirmiştir. Ataerkinin bu adaptasyon özelliği her türden mülkiyet ve iktidar ilişkisi ile kopmaz, ayrıştırılamaz karakterinden gelmektedir. Reel sosyalizmler ve Halk İktidarlarındaki aile, toplumsal yaşam, siyaset ve ekonomi ilişkileri bunun en büyük ispatıdır. Ataerki ve erk iktidarı buralarda da kendini göstermiştir.

Yaşanmış tüm deneyimlere rağmen, sosyalist örgütlerin cinsiyet politikalarında geçerli yön verici yaklaşımların ne derece anlık ve pamuk ipliğine bağlı olduğu yeterince görünür değildir. Bardağın dolu tarafına baktığımızda; kadının toplumsal üretime katılmasının aileyi parçalayacağını artık kimsenin savunmadığını görüyoruz. Bu yoldan cinsiyete dayalı işbölümünün ve kadın ve erkek ücretleri arasındaki farkların da kapanamayacağında genel olarak hemfikir durumdayız. Buraya kadarki bölümlerde genel bir görünürlük var. Ama asıl sorun daha farklı.

Artı-değer sömürüsü bağlamındaki konular herkesin malumu da, emeğin yeniden üretimi ile kapitalizmin ne şekilde tahkim edildiği konusuyla ilgilenenlerin sesi komünist ve sosyalist örgütlerde pek duyulmuyor.[9] Kadının ev eksenli işler ve çocuk-yaşlı bakımında, ücretsiz aile işçisi olarak tarımda, farklı farklı geçimlik el sanatlarında, çeşitli küçük üretimlerde ücretsiz olarak çalışırken sadece ailesini kalkındırmadığı, uluslararası sermaye birikimine de muazzam katkılar yaptığı Marksist ekonominin de pek ilgilendiği konulardan değil. Oysa sadece bu konu bile, kadın eksenli olarak kapitalizme stratejik eleştiri yapılması için yeterlidir.

Elbette böylesi bir stratejik eleştirinin belgesel kanıtı; örgüt programlarındaki varlığı olacaktır. Bunun yapılması için yukarıda saydıklarımızdan daha fazla neden vardır. Kadının görünmeyen emeği ve emeğin yeniden üretimine dair saldırılar kadınlarla sınırlı bırakılmamıştır. İçine en yoksullardan başlayarak peyderpey tüm dezavantajlı grupları katarak genişletilmektedir. Esnek ve güvencesiz üretim dünya genelinde yaygınlaştırılmıştır. Neoliberalizm böylesi bir model olarak emeğin genel anlamda kadınlaştırılmasına yönelmiştir. Coğrafyadan coğrafyaya değişim gösterse de yabancı emeği, göçmen emeği, Kürt, Suriyeli, Çinli emeği vb. şeklinde kendisini göstermiştir.

Neoliberalizmin tıkanması ve kapitalizmin kendini bu krizden kurtarma çabaları, içinde bulunduğumuz dönemin güncel sorunudur. Kendisini tahkim etmeyi bir kez daha deneyen egemenler, bu kez karşılarında en büyük muhalif güç olarak bütün dünyada kadınları buldular. Kadınların geçmiş kazanımlarının genişletilmesi için yapılan saldırılar aslında tüm ezilenlere yöneliktir. Ne yazık ki muhalif kesimleri bölmeyi şimdilik başarmış olan iktidarlar, karşılarında tüm muhalefeti birleşik bir güç olarak bulamıyorlar.

Bu bölünmüşlük hayatın içindeki gerçek nedenlere dayanmamaktadır. Başta kadın ve erkek emekçiler olmak üzere, yoksulları birbirine yabancılaştıran güçler, bunu kadına yapılan genel saldırıların mantığı ile geliştirmektedirler. Bu saldırılar karşısında, gerçekte birleşik bir güç haline gelememiş olsa da en bütünlüklü duruşu kadınlar sergilemektedir.

Konuyu güncel siyasete daha fazla kaydırmadan, ona da yön verecek olan genel teoriye geri dönersek; üretim ve yeniden üretim süreçlerinin kapitalizm öncesi birbiriyle bütün olduğunu, bu ilişkinin kapitalizmle kopartıldığını söylemeliyiz. Kapitalizmden önce kadının ekonomik varlığı üretimden gelen gücü ve buna bağlı statüsü devam ediyordu. Cinsiyete dayalı işbölümü kadının toplumsal statüsünü bu nedenle pek fazla olumsuz etkilemiyordu. Kapitalizmdeki yok sayma kadını toplumsal olarak görünmezleştirdi.

Zira kapitalist üretimin yapılan analizlerinin hiçbirinde, artı-değer üretimi ve rant vb. dışındaki gelirin hesap dahilinde olmadığını, sermaye birikimi hesaplarının da bu çerçeve ile sınırlı tutulduğunu görüyoruz. Vasıfsızlık ve statüsüzlük buradan doğmaktadır ve sömürünün görünmezleştirilmesine yol açmaktadır.

Burada anlatılmak istenen kapitalizm öncesi sömürü biçimlerinin makbul veya kabul edilebilir olduğu değildir. Kapitalizme bakışta onunla dolaylı yoldan da olsa uzlaşılan en önemli konulardan birisinin kadına yönelik saldırılar olduğunun altını çizmektir. Diğer bir ifadesiyle, ataerki ve emeğin yeniden üretimi ilişkisi ele alınmadığı için sınıf örgütlerinin kadın politikaları eklektik kalmaktadır. Dolayısıyla da karşıtlıklar ve ittifaklar oluşturulurken, halk içindeki çelişkiler tanımlanırken, sınıf düşmanları belirlenirken ataerki hesaba katılmadığı müddetçe, kadınlar kendilerini savunmasız bırakmış olacaklardır.

Cinsiyet eksenli konularda da uzlaşmaz karşıtlık yani antagonizma vardır. Bunu bugün göremezsek yarınımız tehlikeye girmiş demektir. Mücadelemizdeki bir konunun antagonist ilişkilerden arınmış tanımlanması, yeni türden bir reformizm olacaktır. Geleceğin adımlarını gerçek anlamda devrimcileştirecek öncü ve temel güçler arasına kadınlar girmiş bulunmaktadır. Ve tüm devrimci güçler, bu gerçekle yakın gelecekte daha fazla sınanacaktır.

  • Resmiye Vatansever – Özgür Gelecek Yazarı | Kandıra 1 No’lu F Tipi Hapishanesi

[1] Sovyet Devrimi’nde ve SSCB’de kadın konusunda ve Jenotyel tarihi hakkında; Gül Özgür’ün “Rusya’da Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu” kitabından yararlanılmıştır.

[2] Batı merkezli feminist düşünceye karşı gelişen feminist akımlar hakkında Maria Mies’in “Son Sömürge Kadınlar” ve Himani Banerji’nin “Marx’tan Yeniden Doğmak” kitaplarından yararlanılmıştır.

[3] Türkiye’de kadın çalışmalarının bir örneği olarak 1975-1980 arasında faaliyet yürüten İlerici Kadınlar Derneği deneyiminin anlatıldığı, Emel Akal’ın “Kızıl Feministler” kitabından örneklendirilmiştir.

[4] TKP-ML tarihinde 1. konferans ve alt konferans düzeyindeki kadın ve cinsiyet perspektifli gündemler buna örnektir. Hasan Aksu “Şafak Alazında Harpagos’a Kafa Tuttuk” kitabında bu tarihi, anı-anlatı şeklinde aktarmaktadır.

[5] 1980 öncesi sınıf örgütlerinde olup sonrasında feministleşen kadınların anı anlatı ve röportajlarının derlendiği, Gülfer Akkaya’nın “Sanki Eşittik” kitabından yararlanılmıştır.

[6] Erkeklik çözümlemeleri için Serpil Sancar’ın “Erkeklik: İmkansız İktidar”, Pınar Selek’in “Sürüne Sürüne Erkek Olmak”, PJA Yeniden Doğuş Eğitim Devresi’nin “Erkeği Dönüştürmek” çalışmalarından yararlanılmıştır.

[7] Erkek egemen sistem ve toplumsal erkeklik gözünden kadının durumuna dair; Shulamith Frestone’un “Cinselliğin Diyalektiği” ve Maria Mies’ın “Son Sömürge Kadınlar” çalışmalarından yararlanılmıştır.

[8] Kadının siyasal yaşamda kendisine yer açması ve karşılaştığı engellere dair; Ingrid Strobl’un “Silahlı Direnişte Kadınlar”, Cisconda Belli’nin “Tenimdeki Ülke Nikaragua”, Sakine Cansız’ın “Hep Kavgaydı Yaşamım”, Gurbetelli Ersöz’ün “Gurbetelli’nin Güncesi”, “Zinarin’in Güncesi” ve Gültan Kışanak’ın “Kürt Siyasetinin Mor Rengi” kitaplarından yararlanıldı.

[9] Kadın emeğinin görünmezleştirilmesi ve uluslararası sermaye birikimindeki rolü hakkında Silvia Federici’nin “Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim” ve Maria Mies’in “Ataerki ve Birikim: Uluslararası İşbölümünde Kadın” kitaplarından yararlanılmıştır.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu