Yeni yılın ilk saatlerinde, İstanbul Reina’da yaşanan vahşetin acısı hala yüreğimizde. Katliamla, yeni yıla dair tüm iyi niyet, dilek ve temenniler kana bulandı. Halkımızın payına yine ölüm düştü… Katliamın üzerinden iki haftaya yakın bir süre geçmesine rağmen, hala yanıtlanmayan çok sayıda soru ortada duruyor. Eylemi gerçekleştirenlerin sayısı, Reina’ya nasıl, nereden geldiği, eylemi nasıl planladığı, katliamdan sonra nasıl kaçtığı, bağlantıları vb. konularda “sır” perdesi aralanabilmiş değil. IŞİD’in ilk defa resmi olarak sahiplendiği katliamda, yine bilindik istihbarat “zaaflarına” tanık olduk.
Adeta, MİT’in bir elemanı gibi çalışan Hürriyet’ten Fevzi Kızılkaya’nın 30 Ocak tarihli yazısına bakılırsa da; 30 Aralık Cuma günü akşam 20:00’de Amerika merkezli ciddi bir istihbarat gelmiş. Bugüne kadar kamuoyuna yansıyan haberlere göre polis, eylemin bir kişi tarafından yapıldığı üzerinde duruyor ve bu eksende soruşturma yürütüyor. Ne var ki, çok sayıda görgü tanığı, katliamı en az iki kişinin gerçekleştirdiğine dair vermiş durumda.
Reina katliamı dosyası, öyle anlaşılıyor ki, fail yakalansa bile, 20 Temmuz Suruç, 10 Ekim Ankara ve Antep’te Kürt düğününde yaşanan katliamlara benzer bir akıbete uğrayacak. Hatırlanacağı üzere bir kısmını saydığımız IŞİD’in eylemlerine dair, yetkililerin çok sayıda istihbarat bilgisine sahip olduğu, çok ciddi “ihmallerin” altına imza attığı ortaya çıkmıştı. Görmedim, bilmiyorum ve duymadım; söz konusu saldırılarda devlet ricalinin temel refleksleri ola geldi. Reina’da da gerçeklerin şimdiden benzer bir istikamete girdiği ve yol aldığı ortada!
IŞİD’in Reina’da düzenlenen yılbaşı etkinliğine atıfla “kafir” kutlaması ve Türkiye’nin Suriye’deki askeri harekatının hedef alındığına ilişkin açıklamasıyla sahiplendiği katliam; nasıl bir kültürel atmosfer, politik iklim içinde yaşandı? Bunu incelemek, resmin tamamına bakmak, katliamla verilmek istenen mesajı ve eylemin kimin için faydalı sonuçlar doğurduğunu anlamak için önemli.
“Burası Dingo’nun Ahırı Değil!”
Yeni yıla yaklaştıkça İslami kesimlerin, yılbaşı kutlamalarına yönelik öfkesi ve tepkisi daha görünür olmaya ve daha yüksek sesle dillendirilmeye başlandı. “Biz Müslüman’ız, yılbaşı ve Noel kutlamalarına hayır” pankart ve afişleri; sakallı, fesli bir gencin Noel Baba’yı yumruklayan görselleri pek çok yerde boy gösterdi. Milli gazete, Akit kutlama; “KutlaMA”, “Yılbaşı da, piyango da haram” manşetiyle çıktı. Yayınlarıyla; demokrat ilerici kesimlere; Alevilere ve Müslüman olmayan kesimlere, Kürtlere düşmanlığını bize sıklıkla kanıtlayan Akit, 1 Ocak’ta “Medeniyetiniz Batsın” manşetini attı!
Diyanet İşleri Bakanlığı, 84 bin camide okunan hutbesinde yılbaşı kutlamalarını gayri meşru ilan etti. Aydın-Nazilli’de (28 Aralık) Alperen Ocakları üyesi bir grup, Noel Baba’nın kafasına silah dayayarak gerçekleştirdikleri etkinlikte, öz kültürlerine sahip çıktıklarını ilan etmiş, bu arada yılbaşını kutlayanlara da tehditler savurmuştu. Küçük bir bölümüne yer verdiğimiz, “yılbaşı istemeyiz” söylemleri hemen her yıl bu dönemde artıyor. Ne var ki; Suriye’de çatışmaların başladığı bugünden yana, coğrafyamızda söz konusu iklimden beslenen ve halka yönelen cihatçı örgütler ortaya çıktı. Böyle bir tablo içinde hem de bugüne değin benzer saiklerle onlarca saldırı yaşanmışken durum daha nazik bir hal alıyor.
Reina sonrası kamuoyuna yansımaları, bu çizgide bir ısrar olduğu ve yaşananlara pragmatik bir bakış açısıyla yaklaşıldığını gösteriyor. Siyasi iktidar, gerek doğrudan kendisine yönelik gerekse de saldırıyı var eden politik atmosfere dair eleştirilere üst perdeden, inkâra sığınarak yanıt verdi, veriyor. IŞİD’in açıkça yılbaşı kutlamasını hedef aldığı açıklamalarına rağmen, saldırının “asla bir yaşam tarzına” yönelik olmadığı retoriğine sıkı sıkıya sarıldı.
Adalet Bakanı’nın saldırıdan sonraki ilk icraatı, vatandaşlarına teröristleri ihbar etmeleri yönünde çağrı yapmak oldu. Katliamdan sonra üst düzey bir yetkilinin; “provakatif olarak kullanılan bütün sosyal medya hesaplarını takip ediyoruz. Burası Dingonun ahırı değil” demesinin ardından 347 sosyal medya hesabı hakkında soruşturma başlatıldı.
Cumhurbaşkanı’nın danışmaları, katliamın arkasında ABD olduğunu açıklamasını yaptı. Siyasi iktidarın gerçek nedeninin etrafında dolaşan ve süreci, rakiplerine, muhaliflerine vurmak için bir fırsata dönüştüren tutumu pek çok kesim için beklenen işaret anlamına geliyordu. Nitekim, ipi ilk göğüsleyen Güneş gazetesinin genel yayın yönetmeni Turgay Güler hızını alamadı: “Reinanın faili Amerika’dır, Amberin Zaman ve Mehmet Ali Albora da katliamın planlayıcı.” Milat gazetesi yazarı Serdar Arseven ise Kanal A’da yaptığı konuşmada yine mağdur metaforuna sarıldı. “Yılbaşına karşıyız istedikleri yeri patlatsınlar. Yılbaşı kutlamalarında içki içilmesiyle sonuna kadar mücadele edeceğiz.” Türkmen Alevi-Bektaşi Derneği Başkanı Özdemir Özdemir ise, daha iddialıydı: “Zaman gelir ortalık kızışırsa, o yalıda oturan Alevi vakıf başkanına sesleniyorum. O yalıları başınıza yıkarlar, orada oturamazsınız. O paralarınızı elinizden alırlar, sizi bu Türkiye’de öldürürler!”
Yaşanan katliamı teşhir eden ve mücadele çağrısı yapan gençler ise Okmeydanı’nda Adalet Bakanı’nın çağrısına kulak veren “duyarlı” bir vatandaşın ihbarıyla, bir sabah baskınıyla gözaltına alınıp tutuklandı. Modacı Barbaros Şansal’ın, “öldürülenler Alevi” tweeti attığı gerekçesiyle önce Kıbrıs’tan sınır dışı edilmesi sonrasında havalimanında herkesin gözü önünde linç edilmesi, muktedirlerin Reina’yı nasıl yorumladığının sade bir örneği. Kuşkusuz bunları kolayca çoğaltmak mümkün!
Bu esnada sosyal medyada, “Yaşasın IŞİD” adıyla çok sayıda tag açıldığını Antep’te “Reina’yı tarayacağım” tweeti atan bir kişinin gözaltına alındıktan sonra suçsuz bulunarak bırakıldığını (hükümetin sosyal medyaya yönelik operasyonuna rağmen) belirtelim. Tabi, benzer şekilde; demokrat, ilericilere, Alevi ve Kürtlere, Ermenilere yönelik nefret söylemi, tehdit içeren yığınla örneğin olduğunu da not düşelim!
“Sayın Kılıçdaroğlu Alevidir”
Ortada, “tarafsız”, “herkesi” kucakladığını iddia eden devlet ricalinin çifte standartlı bir yaklaşımının olduğu açık. Saldırıya uğrayan katliamların hedefi olan toplumsal kesim ve güçlerin, iktidarın “hizaya” komutuna uymayanlar olması bunun nedenleri arasındadır. Tam da bu yüzden, havalimanında yaşamını yitirenlerden şehit sıfatıyla söz edilirken; Suruç, Ankara vb. katliamlarda çok genel ifadelerle ve esasta teröre yapılan yoğun vurgularla, soğuk demeçler verildi. İktidarın, gemisine binmek istemeyen kesimlere karşı duygularını çoğu zaman saklamadığını da biliyoruz. 10 Ekim katliamından sonra vezirlerin gülücükler içinde düzenlediği basın toplantısı ve utanmazlığı hafızamızdaki tazeliğini koruyor. Bu, yapmacıklık da olsa üzülmeme tutumu; hitap ettiği kitleyi, tabanını coğrafyanın tek rengi olarak görmekten kaynaklanıyor kuşkusuz! “Makbul vatandaş”ın koordinatları böyle olunca da, çemberin dışında kalanlara yapılanlar önemsiz bir ayrıntıya dönüşüyor. Bunun sonucunda; “… Etnik, kimlik ve inanç üzerine siyaset yapılmasına benim kadar karşı çıkan var mıdır? Tüm siyasi hayatım bununla mücadele ile geçmiştir… Ben şu şekilde yaşamak istiyorum da yaşayamadım şöyle giyinmek istiyorum da giyinemedim diyen var mı?…” (33.üncü Muhtarlar Buluşması-Başmuhtar- 5 Ocak 2017) demeçlerini vermek zor olmuyor!
Bu sözler henüz atmosferde yayılmamışken; muhtarlar buluşmasına “tarafsızlığım tartışır hale getirir” gerekçesiyle katılmayan, Trabzon Vakfıkebir ilçesi Çarşı Mahallesi muhtarı Gökhan Bahadır hakkında “Cumhurbaşkanına hakaret” iddiasıyla soruşturma açıldığı ortaya çıktı. OHAL’in ilan edildiği günden bu yana; 177 medya organının kapatılmasını ve 656’sının tutuklanmasını, 12 milletvekilinin hala hapishanelerde olmasını ve 51 belediyeye kayyum atanmasını, “terörle mücadele” parantezinde öpüp başımıza koymamız isteniyor.
Biz yine de beyefendilerin sözlerine yoğunlaşıp; yaşam tarzına yönelik “istemeyerek de” olsa, hasbelkader de olsa bir müdahale, açıklama var mı diye soralım! Hatırlarsınız, Ayşegül Terzi, İstanbul’da bir otobüste şort giydiği gerekçesiyle saldırıya uğradı, saldırgan serbest bırakıldı. Başbakan, “mırıldanabilirsin” açıklaması yaptı. Dört aylık hamile Ebru Tireli, Manisa’da bir parkta spor yaparken “bir daha burada spor yapmayacaksın” sözleriyle saldırıya uğradı. Saldırgan tabi ki dışarıda. Tarih 4 Kasım 2013. Dönemin başbakanının, “Genç kız, erkek öğrenci ile aynı evde kalıyor. Muhafazakâr demokrat yapımıza ters. Talimatı verdik, denetim yapılacak” demecini müteakip, Eskişehir’de öğrenci evleri basıldı. Devamla, yine başbakan 26 Nisan 20132te “Alkol kullanımının yaşam tarzı olarak savunulacak hiçbir tarafı yoktur. Bizim milli içkimiz ayrandır”; 30 Nisan 2011’de Muş’ta, “Biliyoruz ki Sayın Kılıçdaroğlu Alevilik kültürüyle yetişmiş bir insandır, Alevidir (Yuuuh!)” demeçleriyle tartışmaya yaklaşımını ortaya koymuştur!
6 Ekim 2013’te başbakan yardımcısı Hüseyin Çelik’in ATV’de yayımlanan bir yarışmada sunucu Gözde Kansu’nun kıyafetini beğenmeyerek sarf ettiği; “Öyle bir kıyafet giymiş ki olmaz yani. Kimseye karıştığımız yok ama çok aşırı…” sözlerini de ifade özgürlüğü kapsamında olmalı…! Kansu’nun işine son verildiğini de not geçelim. “Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum” (25 Mayıs 2012- RTE) demecini de henüz unutmadık!
Açık ki siyasi iktidar yaşama geçirdiği politikalarla toplumu her gün biraz daha fazla karlaştırma yolunda mesafe kat ediyor. Bunun kendi tabanında belli bir karşılık bulduğu, saları sıklaştırdığı kendisine olan bağlığa bir düğüm daha attığı da bir gerçek. Bu yapılırken, söz konusu kalabalığın dışında kalanlara yönelik, güçlü bir ötekileştirme, sindirme, baskı altına alma; aktif bir karşı koyuş pratiği sergileyen dinamiklere de gözaltı ve tutuklama cenderesinin işletildiği de… IŞİD, tam da 14 yıllık uygulamalarla yaratılan bu atmosfer içinde kendine yaşam alanı bulmakta ve ortak düşmana yönelik kanlı pratiklere imza atmaktadır. Bunu ise toplumun daha fazla kutuplaştırılması, gerilimin artması ve kaosun derinleşmesine yol açtığı, açacağı da bir gerçek!
Bu gerçeği, siyasi iktidarın gördüğü, algıladığı dahası bu denklemi bir yönetim biçimi olarak ele aldığı bir sır değil. Elbette, gelişmeleri; artık neredeyse hükümetin basın bültenlerine dönüşmüş gazeteler ve iliştirilmiş yazar, aydın sıfatıyla boy gösterenlerin gürültüsüne prim vermeden takip edebilenler açısından, her ne kadar inkar etse de siyasi iktidar, her uygulamasıyla, Türkiye toplumunun, yığınların öfke ve tepkiden müteşekkir fay hatlarına büyük bir enerjiyi pompalıyor. Aynı zamanda toplumu, bölerek, parçalayarak; birbirine düşmanlaştırıyor. Açığa çıkan gerilimin; ırkçı, milliyetçi, söylem ve adımlar; daha otoriter, tek merkezden yönetilen bir rejim inşası; toplumun muhafazakârlaştırılması adına işlev kazandırıldığı anlaşılıyor.
Nitekim, “eyyyy” nidalarıyla meydan okuyan, AB’nin, ABD’nin, uluslar arası güçlerin yaklaşımları da bunu gösteriyor. Sözgelimi; Newyork Times, “… saldırı Türkiye toplumunun ‘fay hatları’ üzerindeki basıncı arttıracak. Erdoğan’ın muhalefeti daha da baskı altına almasını kolaylaştıracak”; The İndependent, “… Türkiye’yi, Irak, Suriye, Yemen, Mısır gibi terör kurbanı dominolarının içine katarak düşük yoğunluklu terörün ülkede sıradanlaştığı…” tespitlerine yer veriyor. Wall Street Journal; “… Erdoğan’ın İslamcı ve otokratik eğilimleri ülkenin kırılganlıklarını çoğaltıyor… Elindeki gücü biteviye arttırmaya çalışırken, Türkiye toplumunu, tam da cihatçı teröre karşı birleşilmesi gereken bir dönemde daha fazla kutuplaştırıyor…”; Telegraph ise; “… zor zamanlarda halkın güçlü bir lider araması doğaldır. Ancak, ya zor zamanlar güçlü liderin döneminde başlamışsa…?” Analizleriyle tabloyu ortaya koyuyor. (Kaynak; Ergin Yıldızoğlu, 5 Ocak Cumhuriyet)
Bahsi edilen tablonun pekte iç açıcı olmadığı ortada. Başbakan’ın Reina katliamından sonra; “2017’de benzer saldırılar olabilir” demeci de buna işaret ediyor. Referanduma yaklaşıldıkça, toplumsal muhalefetin, dinamiklerin baskılanmasına hizmet etmek üzere; çatışma ve kutuplaştırma yönteminin, ırkçı-milliyetçi bir ideolojik zemin üzerinde yaşam bulacağını söylemek mümkün. 7 Haziran-1 Kasım döneminin bir başarı hikâyesi olarak, yeniden masaya yatırılacağı ve güncellenerek devreye sokulacağı anlaşılıyor.
Söz konusu gelişmeler aynı zamanda, toplumsal bağlamda çelişkilerin üzerine benzin dökmek demek! Egemenlerin, politik özneler marifetiyle; yığınlara dönük, kuşatma, saldırı ve teslim olma harekâtının; büyük bir öfkenin, tepkinin ve direnişin büyümesine yol açtığını, biliyoruz. Sınıfsal, ulusal, mezhepsel; cins ve cinsiyet kimliği başlıklarında çatışma ve hesaplaşmanın düzeyi ve çapını büyütecek bir düzlemde, çelişkilerin keskinleştiği, daha da keskinleşeceği bir gerçek!
Bunca olanağa, geniş, radikal kitle desteğine rağmenişlerin öyle kolayca yürütülmediğinden dahası, kazanda kaynayan suyun ne kadar ısındığının farkında olunduğundan olsa gerek, kapağı her an fırlatmasından duyulan korkuyu da! Öyleyse, yığınların yeri göğü sarsacak büyük enerjisi ne daha fazla dikkat kesilmenin, buradan beslenmenin; direnişi ve umudu büyütmenin tam da zamanıdır!