Burjuva egemenlik sisteminin hüküm sürdüğü ve faşist terörün geniş emekçi yığınların günlük sosyal yaşamlarının bir parçası haline geldiği bir ülkede, işçi ve emekçileri en geniş şekilde devrimci propagandalarla etkilemek, harekete geçirmek oldukça zordur. Özellikle Türkiye gibi ulusal, dinsel-mezhepsel çelişkilerin egemen sınıflar tarafından sürekli kışkırtıldığı bir ortamda, devrimden menfaati olan güçlere ulaşmak, birleşik bir mücadele hattını oluşturmak daha da zorlaşır. Çünkü egemen sınıflar, ellerinde tuttukları yazılı-görsel medya aracılığıyla her gün toplumun bu kesimlerin arasına nifak tohumlarını ekmekte, yalan propagandalarla aldatmaya çalışmaktadır.
Gelinen aşamada işçi sınıfının yoğun olduğu kimi şehirlerde, semtlerde ırkçı ve faşist partilerin daha güçlü olması veya geçmişte ilerici ve devrimci güçlerin ağırlıkta olduğu kimi bölgelerde çeteleşme, yozlaşma, kısacası toplumsal bir çürümenin yaşanması egemenlerce on yıllardan beridir yürütülen bu karşı devrimci politikaların, uygulanan devlet terörünün doğal bir sonucudur. Yine dünyada ve bölgemizde güçlü devrimci bir dalganın esmemesi, devrimci seçeneğin geniş emekçi yığınlar tarafından yeteri düzeyde kabul görmemesi var olan durumu daha da olumsuz yönde etkilemekte.
Keza yaşadığımız coğrafyada 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Darbesiyle birlikte, darbecilerin teşvikiyle İslamcı güçlerin önü açıldı. Ve bu güçler, kitleler içinde zamanla daha geniş bir nüfusu etkilemeye başladılar. Bu durumu, ABD emperyalizminin genel manada bölge için öngörülen yeşil kuşak projesinin adım adım hayata geçirilmesinin bir parçası olarak da tarif edebiliriz. Tabii ki, TC’nin emperyalizmin bölgedeki ileri karakol rolünün tarihi daha da eskilere dayanmaktadır. Ve yine komünizme karşı mücadele tarihi de.
Türkiye’de kurulan komünizme karşı mücadele dernekleri içinde Fethullah Gülen gibi figürlerin bulunması, İslamcıların emperyalizmin bu projesinin figüranlığı konusunda somut bir veri olarak karşımızda durmaktadır. Bu nedenle bu grupların anti-emperyalizm söylemleri birçok alanda yaptıkları ikiyüzlü politikalarının bir parçasıdır. Bu grupların gerçeklerden uzak bu sahte söylemleri emperyalist müdahalelere karşı geniş yığınlarda oluşan tepkileri kendi potalarında toplama amaçlıdır. Özellikle kimi ülkelerde bu örgütlerin işgal karşıtı mücadelelerde dönemsel olarak almış oldukları pratik tutumlardan dolayı bu hareketleri değerlendirmelerde belli kafa karışıklıkları yaşanmaktadır. Tüm bunları önlemenin ve asgari düzeye indirmenin yolu anti-emperyalist mücadelenin niteliği, stratejik ittifaklar sorunu vb. konulara dair hem tarihsel hem de güncel pratikler üzerinde bilimsel sosyalizm perspektifiyle tartışmalar yürütmek, sorunun daha doğru bir temelde kavranmasına hizmet edecektir.
Her şeyden önce ülkesi işgal edilen herhangi bir gücün bu işgale karşı direnmesi haklı ve meşrudur. Bu haklılığa ve meşruluğa dikkat çekmek, bu direnişe yön veren hareketin siyasal niteliğini değerlendirmemizin önünde engel değildir. Bilakis hareketin genel manada emperyalizme karşı tutumu, bölgedeki faşist iktidarlar ve gericilikle olan ilişkilerinin düzeyi, komünistlere, ilerici-devrimci güçlere karşı tutumu vb. tüm faktörler bu değerlendirmelerde hesaba katılır. Ve sunulacak desteğin veya yapılacak geçici ittifakların sınırı-boyutu da bu çerçevede belirlenir. Bu konudaki tüm tarihsel örnekleri koşullardan soyutlayarak mekanik bir tarzda ele alamayız. Aynı zamanda bugün de geliştirilecek her pratik tutum, somut koşullar üzerine de belirlenmelidir. Ve burada asıl olan her olayı her olguyu proleter devrimci bakış açısıyla ele alma gerçeğidir.
Devrimci mücadeledeki zorluklar ve fırsatlar
Devrimci ve komünist hareketin bugün karşı karşıya olduğu en büyük zorluk işçi ve emekçilerle olan bağının zayıflığıdır. Keza bir devrimci hareket kendi içinde asgari düzeyde bir iç bütünlüğe-örgütlülüğe sahip olabilir. Ama bu durum, o hareketin varlığını sürdürmenin teminatı olamaz. O varlığını ancak kitlelerle bağını sürekli geliştirip güçlendirerek sürdürebilir.
Kendini kitlelerden tecrit eden, ağırlıklı olarak kendi iç sorunlarıyla meşgul olan bir hareket süreç içinde kaçınılmaz olarak çözülür. Çünkü kitlelerin sorunlarına yabancılaşan, kitlelerde beslenme yönelimi içine girmeyen bir hareketin kitlelerden destek görmesi, kitlelere dönük yapmış olduğu çağrıların karşılık bulması düşünülemez. Kitlelerden destek görmek, ancak onların somut sorunları üzerinde sistemli ve kararlıca yürütülecek bir mücadeleyle mümkün olabilir.
Elbette ki, işçi ve emekçiler cephesinde gelişen her haklı ve meşru mücadeleye destek vermek, sahiplenmek değerli ve anlamlı bir çabadır. Ama bu cephede kalıcı örgütlenmeler yaratmak, daha sistemli ve planlı bir çalışmayı zorunlu kılar. İşçi sınıfı üretim alanlarından kopuk bir çalışmayla örgütlenemez. Bu durum yoksul köylüler, öğrenci gençlik vb. tüm kesimlerin örgütlenmesi için de geçerlidir. Yine işçi ve emekçilerin sorunlarına vakıf olmak ve bu güçleri örgütlemek sürekli bir teması gerektirir. Egemen sınıfların devrimci güçlerin aleyhine yürütmüş oldukları kara propagandalar da ancak bu sistemli çalışmalarla boşa çıkarılarak, yeniden kitlelerle bağ kurma fırsatı yakalanabilir. Bu nedenle sınıf savaşımında yalnız zorlukları değil, fırsatları da görmeliyiz. Ve zorluklar fırsatların değerlendirilmesiyle aşılır.
Bu anlayış doğrultusunda atılacak her olumlu adım, kitlelerin somut talepleri, siyasal anlamda ana eğilimleri konusunda daha somut bilgilere ulaşmamızı sağlar. Bu bilgilenme, söz ve eylemlerimizin daha da somutlaşmasına, kitlelerle ilişkilenmemize olumlu temelde katkı sunacaktır. Dolayısıyla güncel bağlamda haksızlığa ve hukuksuzluğa karşı ezilenler cephesinde her geçen gün açığa çıkan öfkeyi bu bilinçle örgütlemek, birleşebilecek tüm güçlerle birleşerek hareket etmek, olması gereken en doğru yönelimdir. Açık ki, sınıf mücadelesinde büyük yıkımların yaşandığı tarihi süreçlerde yeniden ayağa kalkmak için proleter ideolojik netlik ve örgütlülük şarttır. Ama iktidar yürüyüşü için asıl olan geniş işçi ve emekçi yığınların bu şartlara-anlayışa uygun olarak şekillenip harekete geçmesidir.