İnsanlık tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir. Ve tarihin her döneminde iktidarı elinde bulunduran egemen güçler, toplumsal muhalefete, direnişçi güçlere karşı başvurdukları devlet terörüne, yasal bir “meşruluk” sağlamaya çalışmışlardır. Bunun yanısıra devlet denilen zorbalık aygıtına adeta bir “kutsallık” misyonu yükleyerek geniş yığınlarda bir itaat kültürünün kökleşmesine de yol açmışlardır. Diğer bir yanda baskı, şiddet vb. karşı devrimci uygulamalar, korku mikrobunu yayma araçları devletin tekeline alınmıştır. Yani büyük tekellerin devleti, şiddeti de tekelleştirmiştir. Bundan dolayıdır ki, bu, sömürüye dayalı, zorbalık egemenlik sistemi, bir avuç egemen sınıfın çıkarları için dünyayı koca bir felakete sürüklemeyi bir hak olarak görüyor-görmeye de devam ediyor. Buna itiraz edeni, “yeni bir dünya mümkündür” deyip baskıya, zulme karşı direnme, özgürleşme hakkını kullanan herkesi de “terörist” ilan ediyorlar.
Tüm bu “şeriatın kestiği parmak acımaz”, “devlet baba”, “devlete karşı boynumuz kıldan incedir” safsataları, egemen güçlere karşı düşünsel planda modern köleliği ifade eden sembol argümanlardır. İşte tam da burada, bu devlet kimin devletidir? Emperyalist-kapitalist sistem, hangi sınıfların çıkarlarını korumakla yükümlüdür? vb. soruların yanıtlarını somutlaştırmak, günlük yaşamda geniş yığınlara yansıyan kareleri net olarak ortaya koyarak, bu zihinsel köleliğin oluşturduğu kara bulutlara karşı fırtına olmak gerekiyor.
Genel manada en basit tanımıyla “Devlet, bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde baskı- tahakküm kurma aracıdır”. TC’nin yüz yıllık tarihi, bu gerçeğin somut ifadesidir. Ve bu devlet, emperyalist efendilerine hizmet eden bir avuç egemen sınıfın devletidir. Eğer bu devlet, herkesin devleti olmuş olsaydı, milyonları aşan bir militarist güce, yüzlerce hapishaneye, koca adalet saraylarına ihtiyaç olmazdı. Eğer bu devlet herkesin devleti olmuş olsaydı, bir yanda açlık sınırı altında yaşayan on milyonlar, diğer yanda her yıl milyar dolarlarına milyarlar katan binler olmazdı. Bu demektir ki; gelirde, vergide bu denli adaletsizliğin olduğu bir ülkede, insanca, onurlu bir yaşamın yolu, bu azınlığın çıkarlarını korumakla yükümlü olan faşist düzene ve emperyalist efendilerine karşı mücadele etmekten geçer.
Keza, emek ile sermaye arasındaki çelişki temel bir çelişkidir. Sermayeyi denetiminde bulunduran bir avuç egemen güç, her geçen gün geniş emekçi yığınlara yaşamı zehir etmektedir. Aşırı emek sömürüsünün, doğanın tahribatı ve buna paralel yaşanan iklim krizleri vb. tüm felaketlerin sorumlusu kapitalist-emperyalist sistemdir. Bu sistem var olduğu müddetçe insanlığın geleceği tehlikededir. Dolayısıyla anti-emperyalist, anti-faşist mücadele yalnız demokrasi, bağımsızlık ve özgürlük mücadelesini içermiyor aynı zamanda insanca, onurlu bir yaşamı da garanti altına alıyor.
Tüm bu gerçekler bize neyi gösteriyor? Şunu gösteriyor: Tepeden tırnağa militaristleşmiş bu yapıdan kurtulmanın yolu, devrimci bir savaştan geçer. Tabi ki, silahlı mücadelenin ana eksen olarak kabul edilmesi, diğer mücadele biçimlerinin reddi anlamına gelmez. Yani barışçıl mücadele yöntemleri ana eksene hizmet edecek tarzda ele alındığı sürece, izlenen çizgi doğrudur. Ve yine tüm faaliyetler esas olarak illegal bir yapı üzerinde yükselmek zorundadır. Tüm bunlar bir niyet beyanıyla veya keyfiyetçi bir yaklaşımla belirlenen görevler değildir. Eğer sınıf düşmanlarımız her türden demokratik hak ve özgürlük talebimizi devlet terörüyle susturmaya çalışıyorsa, devrimci zor ve şiddete başvurmak kaçınılmaz bir görev haline geliyor. Dolayısıyla çalışma tarzı, örgütlenme biçimi vb. tüm görevlerimizi bu nesnel koşullara uygun olarak yerine getirmek zorundayız. Dahası hiçbir devrim partisi böylesi koşullarda kendisini barışçıl bir mücadele stratejisine göre şekillendiremez. Bilakis her adımını fırtınalı dönemlere göre atar. Tüm hazırlıklarını büyük muharebelere göre yapar. Savaşa göre şekillenme, her şeyi sınıf savaşımı mantığıyla, iktidar bilinciyle ele almak bunu gerektiriyor.
Sonuç olarak, mücadele biçimleri her ülkenin toplumsal ve iktisadi yapısına göre belirlenir. Elbette ki, taktik mücadele biçimleri sürekli bir değişkenlik arz edebilir. Bu, sınıf savaşımı mantığına da uygundur. Ama her taktik değişiminde temel mücadele biçimi tartışılır hale getirilemez.