On binlerce kişinin göz göre göre katledildiği, yüzbinlerce kişinin yaralandığı ve milyonlarca insanın doğrudan etkilediği depremler sonrasında Türkiye burjuva siyaseti, kendi gündemine döndü. Halkın depremle birlikte yaşamak zorunda bırakıldığı acıyı ve yaşam koşullarını kendi siyasi çıkarları için kullanmakta mahir olan burjuva siyaset, yaşanan toplu katliamın “kırkı bile çıkmadan” seçim ve aday tartışmalarına başladı.
İktidarı ve muhalefetiyle burjuva muhalefetin temel gündeminin halk ve onun içinde bulunduğu koşullar olmadığı, bütün klikleriyle Türk hakim sınıflarının sözcüsü partilerinin asıl hedefinin göz göre göre halka yaşatılan toplu katliamın gündemden hızlıca düşürülmesi ve depremin yarattığı enkazın üzerinden kendi sınıf çıkarlarını önceleyen bir politika geliştirdiklerine tanık olmaktayız.
AKP-MHP iktidarının daha enkaz altında binlerce insan kurtarılmayı beklerken eski TBMM Başkanı Bülent Arınç aracılığıyla seçimlerin ertelenmesi “öneri”si ve ardından ertelenmezse “kaos çıkar” tehdidi yapıldı. Faşizm bu denemesiyle bir nabız yoklamış ve gelen tepkiler üzerine ise seçimlerin deprem öncesinde ifade edilen 14 Mayıs tarihinde yapılacağını açıklamak zorunda kalmıştır.
Sadece iktidar değil, kendilerini “Altılı Masa” olarak örgütleyen burjuva muhalefet partilerinin de depremlerin ağır sonuçları etkisini sürdürür ve halen çadır dahi ulaştırılmayan depremzedeler varken aday tartışması adı altında seçimleri gündemleştirdiklerine tanık olduk. AKP-MHP iktidarı ve Cumhur İttifakı’na muhalefet eden Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı belirleme sürecinde yaşananlar; iktidarı ve muhalefetiyle rejimin bütün aktörlerinin asıl amaçlarının -daha depremlerin yıkıcı etkisi orta yerde dururken- halkın içinde bulunduğu duruma çözüm sunmak değil, kendi iktidarlarını tesis etmek olduğu net olarak görüldü.
Depremlerde yaşanan toplu katliamdan birinci dereceden sorumlu olan AKP-MHP iktidarı, suçunu gizleme telaşı içinde yapmadığı arama kurtarma çalışmalarını bitirdiğini ilan ederek halen enkaz altında olan cenazeleri bile çıkarmadan, “ihya ve inşa” adı altında apar topar yeni inşaat müjdesi vermiş; sürecin uzaması halinde daha fazla yıpranacağını hesap ederek seçimlerin açıkladıkları tarihte yapılacağını ilan etmiş durumdadır.
Depremler öncesi yoğun bir “güçlü devlet” propagandasıyla var olan ekonomik krizin geniş halk kitleleri üzerindeki yarattığı öfke ve tepkiyi bastırmak için kullanan AKP-MHP iktidarının, depremlerle birlikte yaşanan gelişmeler nedeniyle geniş kitleler nezdinde halk düşmanı yüzü teşhir olmuş durumdadır. Depremzedelere yardım ulaştırmak bir yana, yardım etmeye çalışanları engelleyen bir pratik, AKP-MHP iktidarını ve somutta R.T. Erdoğan şahsında “Saray Rejimi”ne yönelik geniş kitlelerin öfke ve tepkisini çekmesine yol açmıştır. Bir “şirket gibi yönetilen” devletin ve onun örneğin Kızılay gibi bir kurumunun “çadır ticareti” yaptığı açığa çıkınca bu tepki öfkeye dönüşmüş ve örneğin geniş kitlelerin biraraya geldiği mekanlarda kendiliğinden “hükümet istifa” sloganları atılır olmuştur.
Depremler sonrasında halka yardım etmek yerine, eleştirenleri suçlayıp parmak sallayan ve “not ediyoruz” diyerek tehdit eden rejim, tehditlerinin dozajını yükseltmiş ve bir futbol maçı vesilesiyle ’90’lı yılların kontrgerilla artıklarını ve simgelerini devreye sokmuştur. Faşist MHP’nin birinci ağızdan Amedspor’a yönelik gerçekleştirilen ırkçı faşist saldırganlığı desteklemesi, bu saldırının bizzat rejim tarafından örgütlendiğini göstermektedir.
“Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek”
Depremler AKP-MHP faşist iktidarının ve TC faşizminin halk düşmanı yüzünü özellikle depremzedeler nezdinde çıplak bir şekilde gösterirken, durumdan vazife çıkaran burjuva muhalefet ise yaşanan toplu katliamı temsilcisi olduğu burjuva kliğin iktidar olması için kullanmaya soyunmuştur. CHP ve İYİ Parti’nin başını çektiği bu kesimler, deprem nedeniyle halkımızın katledilmesinde rol oynayan “imar affı” gibi suçlarda rolleri yokmuş gibi hareket etmektedirler. İktidarı ve muhalefetiyle burjuva hakim sınıf partilerinin halkımızın barınma sorununu çözmek yerine kapitalist rant ve yağma hırsında ortaklaştıkları bilinmektedir. Depremlerin bu derece yıkıcı bir etki yaratması ve on binlerce insanın hayatına mal olması, en temel insan haklarından olan barınma sorununun kapitalist kâra tahvil edilmesinden kaynaklıdır.
Burjuva muhalefetin konut ve barınma sorunun yaşanmasının gerçek nedenine dair temelden bir eleştirisi olmaması, dahası bu sorunun kaynağını oluşturan kapitalist rant ve yağma düzenini savunması, depremlerde yaşanan ve adına “kader planı” denilen toplu katliamın suç ortağı olduğunu göstermektedir. Bu suç ortaklığı nedeniyle burjuva muhalefetin halkın bu sorununun çözümünden ziyade, depremlerde yaşanan toplu katliamı kendi iktidar mücadelesi açısından bir kaldıraç olarak kullandığı anlamına gelmektedir. Burjuva muhalefetin deprem nedeniyle yaşanan toplu katliam nedeniyle gerçek sorumluların yargılanması çağrısı yapmaması da bununla ilgilidir. “Muhalefet” iktidarın bu suçlarıyla hesaplaşma çağrısı dahi yapmamaktadır. Yapmamaktadır çünkü özellikle yerellerde halkın konut ve barınma sorununu iktidar ve muhalefet olarak ortaklaşa bir biçimde kendi rant ve yağma politikaları ekseninde ele almakta, zenginleşmenin ve servet biriktirmenin aracı olarak kullanmaktadırlar.
Depremlerle birlikte yaşananların halk kitlelerinde “Nerede bu devlet?” biçiminde somutlanan soruyla görünür bir öfke ve tepkiye neden olması, kendisini Millet İttifakı olan burjuva muhalefet partilerini de hareketlendirdi. Bu hareketlenmenin iki yönü bulunmaktadır. Birincisi halkta devlete karşı yönelen öfke ve tepkininin AKP-MHP iktidarına yöneltilmesi ve kendi iktidarı için kaldıraç olarak kullanılması; ikinci ise bu öfke ve tepkinin sadece AKP-MHP iktidarı ve “Saray Rejimi”yle sınırlı kalması.
Burjuva muhalefet, halk kitlelerinde yaşanan tepkiyi sadece “Saray Rejimi”yle sınırlandırmak istemekte ve “müesses nizam”ın bekası için devreye girmektedir. Depremlerin etkisi halen devam ederken “Altılı Masa” denilen ve burjuvazinin muhalefetteki kliklerini temsil eden partiler arasında yaşanan aday tartışması ve İYİ Parti lideri faşist Meral Akşener’in önce masayı devirmesi, ardından ise tekrar masaya oturması bununla ilgilidir.
Burjuva muhalefetin aday belirleme sürecinde yaşananlar ve M. Akşener’in tavrında somutlananlar, faşist düzen partilerinin ilkesizlikleriyle ilgili olsa da somut durumda sadece bununla sınırlı değildir. Muhalefetteki burjuva muhalefetin temsilcilerinden M. Akşener’in “ölüme de sıtmaya da razı olmayacağız” diyerek “Altılı Masa”dan kalkması ve faşist CHP’nin lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığını sıtmaya, “kumar masası-noter masası” karşıtlığı üzerinden de Altılı Masa’yı bir “noter-kumar masası”na benzetmesi ve yeni bir “milli mücadele”den söz ederek CHP’nin iki belediye başkanına aday olma çağrısı yapmasının ardından kısa bir süre sonra yeniden “kumar masası”na dönmesi ve K. Kılıçdaroğlu’nun adaylığını kabul etmesi sadece burjuva ikiyüzlülüğüyle açıklanamaz.
- Akşener’in bu tavrında faşist burjuva siyasetin ilkesizliği ve ikiyüzlülüğü etken olsa da asıl neden, depremler sonrasında ortaya çıkan somut durumdur. İktidarı ve muhalefetiyle düzen partileri halkta biriken tepkinin farkındadırlar. Bu nedenle düzenin bekası adına olası yol kazalarına mahal vermemek için iktidar hemen seçim yapmak; muhalefet ise iktidara yönelen tepkileri sadece R.T. Erdoğan karşılığında sınırlayarak, doğrudan düzene yönelmesini engellemek, düzenin “kazasız belasız” restorasyonunu sağlamak istemektedir.
Bu anlamıyla M. Akşenir’i tekrar masaya oturtan güç, halkın rejime karşı tepkisinin burjuva muhalefeti de aşarak, devrimci demokratik muhalefetle birleşme ihtimalinin belirmesidir. M. Akşener’i “ya tarih yazacağız ya tarih olacağız” cümlesiyle ifade ettiği sadece kendi temsilcisi olduğu kliğin değil iktidarı ve muhalefetiyle bir bütün hakim sınıf kliklerinin tarih olma tehlikesinin varlığı ona geri adı attırmış durumdadır.
- Akşener’in ifade ettiği AKP-MHP iktidarının “ölüm”, K. Kılıçdaroğlu’nda kendini temsil eden burjuva kliğin “sıtma” olması gerçeği –kendisinin de kısa bir süre içinde sıtma olmayı kabul ettiği de unutulmamalıdır– somut bir gerçekliktir. Bu anlamıyla muhalefetteki burjuva klikte halka “yaşam değil sıtma” vaat etmektedir. Halk ne ölüme ne de sıtmaya mahkum değildir. Halk depremle birlikte “ölüm” karşısında “devlet nerede” diyerek rejimi ve devleti haklı olarak sorgularken çözüm olarak “sıtma”da ve devlette ortaklaşmak ve bu vaadi desteklemek zorunda değildir.
“Şekere bulanmış vaat” ve birleşik devrimci mücadele
Halkın AKP-MHP faşist iktidarına karşı “kırk katır mı kırk satır mı” ikilemi içine sokulması, ilerici devrimci ve yurtsever güçlerin politik yönelimi olamaz. Devrimcilerin görevi halkı “ölüm”den kurtulma iradesiyle özne haline gelme iradesinde ortaklaştırırken “sıtma” vaadiyle yetinmek ya da “sıtma”yı desteklemek olmamalıdır. Böylesi bir taktiksel yönelim tarihsel olarak halka karşı affedilemez bir politik suç olacaktır.
Devrimcilerin görevi halkın “ölüm”den kurtulma iradesini kendi iradesiyle birleştirebilmesi; “ölüm”e de “sıtma”ya da karşı “hayatı” savunması, mücadelenin asıl hedefinin “ölüm”ü savunan en gerici kliğe yöneltilirken, diğer yandan diğer kliğin de özde aynı olduğunu propaganda edilmesi ve “sıtma” karşı mücadeleyi örgütlemektir.
Depremler nedeniyle yaşanan toplu katliam ve sonrasında devletin pratiği halk devlet çelişkisini açığa çıkarmış durumdadır. Bu gerçeği iktidara yakın anket şirketleri net olarak ifade etmektedir. Depremler sonrası yapılan kamuoyu yoklamalarında hem iktidar hem de muhalefet partileri oy kaybetmiş durumdadır. (Metropol, 10 Şubat) Halk, “Deprem gibi bir durumda dahi benim yanımda yoksa bu devlet nerede” sorusunu sormaktadır. Bu objektif gerçeklik iktidarı savunma pozisyona iter ve başta deprem bölgesinde OHAL ilanı olmak üzere en küçük itiraza dair faşist bir şiddetle yönelmeyi doğururken; muhalefetteki burjuva kliği ise “içi boşaltılmış devlet kurumlarını” yeniden örgütleme vaadinde bulunmaktadır. Muhalefetteki burjuva kliği halkın yaşadığı toplu katliama yönelik öfke ve tepkisini kendi iktidar mücadelesi açısından kullanmak istemektedir. Böylelikle halk kitlelerinin rejime yönelik tepkisi seçim sandığına sıkıştırılmak istenmektedir.
Burjuva muhalefetin cumhurbaşkanı adayı belirleme sürecinde yaşananlar, “Birleşe birleşe kazanacağız” sloganında ifadesini bulan Saray Rejimi’nden kurtulma isteği, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” vaadiyle devletin yeniden restore edilmesi hedeflenmektedir. Halkın yeni sisteme dönük tepkisi devletin asıl amaç ve işlevine dokunmadan eski sistem ihya edilerek sönümlendirilmek istenmektedir. Halkın tepkisinin düzen sınırlarının dışına taşmasından korkulmakta, bunun için “sosyal, demokratik, laik bir hukuk” devleti vaat edilmektedir.
Burjuva muhalefetin AKP-MHP iktidarına karşı geliştirmiş olduğu bu söylemin gerçekçi olmadığı bilinmez değildir. Muhalefeti oluşturan partilerin bileşimi incelendiğinde bu gerçek rahatlıkla görülür. Örneğin Kürt ulusal sorununda, Alevi inancına yaklaşımda, kadın ve LGBTİ+ mücadelesinde vb. birçok temel meselede kimi nüanslar dışında iktidarla aynı düşünmektedirler.
Bu anlamıyla K. Kılıçdaroğlu’nun adaylığını ilan ederken “Bizim soframız Halil İbrahim Sofrası”dır dediği sofra, halkın sofrası değildir. Bu sofra, iktidarıyla muhalefetiyle komprador ve bürokrat burjuvaların, şeyhlerin, tüccarların sofrasıdır. Bu sofrada yüzyıldır yapıldığı gibi Kürde, Alevi’ye, kadına kısacası ezilen, sömürülen, baskıya uğrayan geniş halk kesimlerine yer yoktur. Yüzyıllık cumhuriyetlerinin tarihi buna fazlasıyla tanıkken, ağır ekonomik kriz ve depremler nedeniyle yaşanan toplu katliam “başkanlık sistemine”ne fatura edilirken; TC faşizmini, “parlamenter sistem”le yeniden restore edilmek istenmektedir.
Bu noktada özellikle halk saflarında olan çeşitli kesimlerin ve reformist solun, “Tayyip gitsin de ne olursa olsun” ya da tek aday parantezi içinde K. Kılıçdaroğlu’dan “solcu” ve giderek “devrimci Kemal”(!) yaratma çabasına değinmek gerekir. Kuşkusuz R.T. Erdoğan’da somutlanan rejim halka karşı büyük suçlar işlemiştir/işlemektedir. Halk düşmanıdır. Ancak bu objektif durum yüzyıllık TC rejimini temize çekmek anlamına gelmemelidir. Faşizm bu topraklara R.T. Erdoğan’la gelmedi. İşçi ve emekçilerin hakları söz konusu olduğunda, rejimin üzerinde yükseldiği temelin AKP-MHP iktidarından önce de var olduğu unutulmamalıdır.
Şimdi halkın depremler karşısında devletin işlevi ve rolünü sorguladığı ve düzen dışına çıkma eğiliminin ortaya çıktığı koşullarda, bu durumu “tek adam rejimi”ne fatura ederek yüzyıllık cumhuriyetin, kimi makyajlarla yeniden kurulmasını yönünde kullanmak 14 Mayıs’ta yapılacak seçimlerle halka vaat edilen İslamcı Kemalist faşizm yerine, yeniden altı ortaklı Kemalist İslamcı faşizmin tesis edilmesidir.
Halka yalan söylemek suçtur. Kitlelerin bir kesiminin faşist AKP-MHP iktidarından kurtulmak için K. Kılıçdaroğlu’ndan umut beklediği koşullarda, bunun “denize düşen yılana sarılır” deyimiyle karşılık bulması tehlikesi vardır. Ancak unutmamak gerekir ki; yılan yılanlığından vazgeçmeyecek ve mutlaka kendi fıtratına uygun olarak yeri ve zamanı geldiğinde mutlaka sokacaktır. K. Kılıçdaroğlu’na atfedilen onun “Kürt ve Alevi” kimliği bu bahiste bir anlam ifade etmemektedir. Kılıçdaroğlu müesses nizamın Kürdü ve Alevi’sidir!
Bu koşullar altında yapılması gereken, iktidarı ve muhalefetiyle hakim sınıfların kitlelerin devlete yönelik açığa çıkan tepkilerini başta seçim olmak üzere düzen içine hapsetmesine karşı mücadele etmek, halkın deprem sonrasında da bizzat deneyimlediği üzere kendi gücüne güveni örgütlemek olmalıdır. Seçim sathı mahalline girildiği koşullarda halkın devleti sorgulayan öfke ve tepkisini örgütlemek için birleşik devrimci mücadeleyi yükseltmek şimdi daha günceldir.