İçinde yaşadığımız kapitalist sistem bir kez daha tarihinin en derin krizlerinden birini yaşıyor. Üstelik bu durumu bizzat kapitalistlerin kendisi ifade ediyorlar. Örneğin Oxfam International geride bıraktığımız haftada, “Zenginlerin Yaşam Mücadelesi” başlığıyla yayınladığı raporda, şu an içinde bulunduğumuz koşullarda 100 doların 63 dolarının nüfusun yüzde 1’ine giderken kalan 37 doların geriye kalan yüzde 99 arasında paylaşıldığına işaret etmekte ve uyarmaktadır.
Oxfam’ın bu rakamları 1980’lerde başlayan ve neo-liberal politikalar adı altında sürdürülen sermayenin, dünya çapında sınırsız tahakkümünü hedefleyen yöneliminin ülke ekonomilerine ve uluslararası ekonomik ilişkilere hâkim olmasının geldiği aşamaya işaret etmektedir. Böylelikle bizzat sistemin sahipleri tarafından kapitalist sistemin emperyalizm koşullarında geldiği aşamaya dair somut bir veri ortaya konulmaktadır.
Bu veriler servet (yani mülkiyet) dağılımındaki kutuplaşmaya işaret ediyor. Bu somut durum, kapitalist sistemin kendi doğasının yani onun üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetinin doğrudan sonucu olarak ortaya çıkmakla birlikte sürdürülemezliğinin göstergesi olarak da ortaya çıkıyor. Kapitalist sistem içinde bulunduğu krizden kurtulmak ve düzenini sürdürebilmek için yine büyük altüst oluşlara ihtiyaç duyuyor. Çatışmalar, savaşlar ve elbette devrimler bir kez daha tarihin kapısını çalıyor.
Son olarak Rusya’nın Ukrayna işgali ve emperyalistler arası örtülü savaş bunun ilk adımlarını oluşturuyor. Dahası batılı emperyalistlerin Rusya emperyalizmini güçten düşürme hedefiyle Ukrayna’ya yönelik mali ve silah yardımına ek olarak tank desteği verecekleri açıklamasında bulunmaları, savaşın geldiği aşamaya işaret ediyor.
Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik işgal saldırısı önümüzdeki süreçte emperyalistler arası çelişkinin daha da keskinleşeceğine işaret ederken, ortalıkta uçuşan “nükleer silah” tehditleri, gezegeni topyekün bir felaketin eşiğine getirdiklerini gösteriyor.
Emperyalistler arası çelişkinin keskinleşmesi aynı zamanda yeni isyan ve devrimlere kapı aralıyor. Kapitalist sistem içindeki krizin ve onun ürünü olan savaşların, yeni devrimlere yol açması tamamen uluslararası işçi sınıfının örgütlenme ve kendi sınıf çıkarı doğrultusunda harekete geçme kapasitesine bağlıdır.
Sistemin kendini bu koşullarda sürdürmesinin zorluğuna daha fazla dikkat çekilirken, “çözüm” olarak hem Oxfam raporunda hem de geçtiğimiz hafta gerçekleşen Davos Zirvesi’nde “zenginlere daha yüksek vergiler konulması” gündeme getiriliyor. Bunun bir çözüm olmadığı, palyatif bir tedbir olduğu son derece açıktır. Sorun, kapitalist sistemin fıtratındadır. Dolayısıyla esas olarak özel mülkiyet dünyası ortadan kaldırılmalıdır. Bu hedefin dışındaki hiçbir çözüm gerçekçi değildir.
Kapitalist sistemin, milyonlarca insanın canı pahasına, kendi içinde mülkiyetin el değiştirmesi ve büyük altüst oluşlarla kendini yenilediği bilinmektedir. Tam da bu nedenle özel mülkiyet dünyası ortadan kaldırılmadıkça nihai bir çözüm bulunmamaktadır.
AKP-MHP Faşist İttifakı’nın Saldırganlığı Artıyor!
Coğrafyamızda ise kapitalist sistemin içinde bulunduğu krizin doğrudan etkilerini görmekteyiz.
Örneğin Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı (KEDV), Türkiye’de gelir dağılımına dair yaptığı araştırmada; 13 milyarderin servetinin, 44 milyon kişinin toplam servetinden daha fazla olduğunu açıklamaktadır. Yine en zengin yüzde 1’in sahip olduğu servetin, en yoksul kesimlerin yüzde 90’ının sahip olduğu toplam servetten 1.5 kat daha fazla olduğu ifade edilmektedir.
Ekonomik krizin sürdüğü, geniş halk kitlelerinin yüksek enflasyon karşısında alım gücünün düştüğü, en temel insani ihtiyaçlara ulaşmada dahi sorunlar yaşadığı böylesi bir süreçte, Türk hakim sınıfları giderek artan bir şekilde “seçim” oyununu sahnelemektedirler.
Türk devleti seçimler yaklaştıkça saldırı ve işgal tehditlerini artırmaktadır. Son olarak Cumhurbaşkanlığı sözcüsünün Kuzeydoğu Suriye Özerk Yönetimi topraklarına yönelik saldırı açıklamasına tanık olduk. Bölgedeki dengeler şimdilik işgal saldırısına imkan vermemekle birlikte, TC faşizmi fırsat kollamakta ve hazırlık yapmaktadır.
Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani’nin Ankara ziyareti bu kapsamda değerlendirilmelidir. Türk devleti özellikle seçimler yaklaştığında, kitlelerin desteğini alabilmek için yeni bir ırkçı ve şovenist dalga eşliğinde, Irak Kürdistanı ve Rojava topraklarına yeni bir işgal saldırısı başlatabilir. Irak Kürdistanı’nda gerilla karşısında alınan yenilgi, devletin kendi varlığı açısından Kürt ulusunun kazanımlarını bir “beka sorunu” olarak görmesi nedeniyle politikasında bir değişikliğe neden olmayacaktır.
Öte yandan yeni yılla birlikte Ortadoğu’da Siyonist İsrail rejiminin Filistinlilere yönelik saldırıları da sürmektedir. İsrail rejiminin Cenin Mülteci Kampı’na yönelik saldırısında Filistinlileri katletmesine misilleme olarak İsrail’de sivilleri hedef alan saldırılar, önümüzdeki süreçte bölgede çatışmaların artarak devam edeceğini göstermektedir.
Yine İran’da kadınların öncülüğünde başlayan isyanın yer yer halen devam ediyor olması da dikkat çekidir. Yüzlerce ölüme, binlerce insanın tutuklanmasına rağmen İran Molla Rejimine yönelik kitlelerin dinmeyen öfke ve tepkisi, İran’da çelişkilerin keskinliğiyle ilgili olduğu kadar, coğrafyamızdaki direniş dinamiklerinin varlığı ve sürekliliğine dair önemli bir göstergedir.
Gelinen aşamada Türkiye siyaseti, Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimlerine kilitlenmiş görünmektedir. Burjuva siyaseti seçim sath-ı mailinine girmiş durumdadır. Bu durumu öyle sanıldığı gibi burjuva partileri arasında karşılıklı açıklama ve atışmalardan ziyade hapishanelerde artan tecrit saldırısından, hak gasplarından, infaz yakmalardan ve devrimci basına yönelik yasak, engellemelerden ve tutuklama saldırılarından görmek mümkün.
Bu seçim hazırlıklarına bir de HDP’ye yapılan hazine yardımının engellenmesi ve kapatılma kararının hızlandırılmasını da eklemek gerekir.
Sonuçta Türk hakim sınıf partilerinin şu veya bu kliğinin temsilcisi olan partilerin açıklamaları önemli olmakla birlikte seçim startının verildiği esas olarak bu gelişmelerden anlamak mümkündür.
Bilineceği üzere Türk hakim sınıflarının iki ana kliği kendilerini “Cumhur” ve “Millet” ittifakında ifade etmekte; AKP-MHP ve onlara yedeklenen Vatan Partisi’yle, deyim yerindeyse halka “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” politikası izlemektedirler. Şimdilerde bu kliğe Hizbullah artığı bir parti de dahil edilmektedir. AKP’nin ’90’lı yıllarda devletle işbirliği içinde Kürt yurtseverleri katleden Hizbullah artığı bir partiyi de kendi ittifakına dahil etmesi, özellikle T.Kürdistanı’ndaki yönelimine dair bir işaret oluşturmaktadır.
AKP’nin dünün azılı faşistleri MHP, “solcu” maskesini yüzünden düşürmeyen Perinçekgiller ve Hizbullah artığı partilerle kurduğu ittifak tam anlamıyla “devlet”leştiğini göstermektedir. Bu ittifaktaki partilerin varlığından da rahatlıkla anlaşılacağı üzere hırsızı, katili, yağmacısı ile tam bir “devlet ittifakı” söz konusudur.
Rakip burjuva kliğinin başını ise CHP-İyi Parti ittifakı çekmektedir. Bu ittifakın kitlelere “çözüm” önerisi ise düzenin restorasyonundan ibarettir. Kitlelerin sokağa çıkmasından alabildiğine korkmakta ve çözüm olarak seçim sandığı gösterilmektedir.
Bilinmelidir ki, hakim sınıf klikleri her ne kadar karşıt gibi görünseler de gerçekte onlar sınıf kardeşidirler. İşçi sınıfı ve emekçi halkın çıkarları söz konusu olduğunda aynı safta birleşmekte bir an için bile tereddüt etmezler. Bu siyasetlerini de “ulusal çıkar”, “vatan, millet”, “beka sorunu” politik argümanlarıyla gerekçelendirirler. Bu amaçlarına da önemli oranda başarıya ulaşırlar. Hatta halk saflarında olan ve kendilerine solcu, ilerici diyenlerin bile desteğini almayı başarırlar. Nitekim gelinen aşamada bunun örneklerini görmek mümkündür.
Gelişmelerin seyri, Türkiye siyasetinde en azından mayıs ayına kadarki süre içinde esas olarak seçimlerin önemli bir gündem olacağını göstermektedir. Türkiye’de seçimlerin ve parlamentonun işlevi bilinmiyor değildir. Ancak biz yine de hatırlatalım.
Seçimler ve parlamento faşist diktatörlüğü maskelemenin, demokrasi yalanıyla geniş halk kitleleri nezdinde rıza üretmenin aracı olarak kullanılagelmiştir. TC faşizminin parlamenter demokrasi yalanından “Türk tipi başkanlık rejimi”ne geçmiş olması bu gerçeği değiştirmektedir. Ülkemizde seçimlerin ve parlamentonun işlevi kimi biçimsel değişikliklere rağmen esasta değişmemiştir.
Ancak özellikle son süreçte iki gelişmenin altını çizmek önemlidir. Bunlardan birincisi; geniş halk kitlelerinin içinde bulundukları koşullara itirazlarını ve AKP-MHP iktidarına yönelik duydukları tepkiyi; “Tayyip gitsin de kim gelirse gelsin” şeklinde özetlenebilecek bir şekilde düzenin yeniden ve daha güçlü bir şekilde kendini yeniden üretmesi politikasına yedeklenme tehlikesidir. Kitlelerin faşist diktatörlüğe yönelik tepki ve itirazlarını kendisini CHP’de somutlayan rakip hakim sınıf kliğinin politikası arkasında yedeklenmeye götüren bu anlayış, her fırsatta eleştirilmeli ve mahkum edilmelidir.
Kitlelerinin gerçek sorunlarının parlamenter sistem içinde ve seçimle çözülemeyeceğinin bilincinde olarak; seçim gündemli çalışmalarda ve tartışmalarda bu husus özellikle vurgulanmalıdır.
HDP ve aradından Emek ve Özgürlük İttifakı’nın seçimlerde kendi adayını çıkaracağını açıklamasından sonra kendisine sol ve hatta devrimci diyenlerin, bu açıklamaya yönelik tepkilerinin boyutu, hakim sınıfların CHP’de somutlanan kliğinin halk saflarındaki bu çevrelerdeki etkisini göstermektedir. Dolayısıyla seçim gündemli ajitasyon propaganda çalışmalarında bu noktaya özellikle dikkat edilmelidir.
İkinci önemli husus ise Ankara’da, faşist bir terör yuvası olan MHP’ye bağlı eski Ülkü Ocakları Başkanı’nın öldürülmesidir. Faşistler arasındaki rant paylaşımının bir ürünü olarak gerçekleştiği anlaşılan bu cinayet, hakim sınıfların siyasetinde önemli bir yer tutmaya ve dahası seçim endeksli hakim sınıf partileri arasındaki dalaşta gündemi meşgul etmeye devam etmektedir.
Devrimciler açısından bu saldırı şaşırtıcı değildir. Bu örgütlenmenin başta halkımız olmak üzere, ilericilere ve devrimcilere yönelik katliamları bilinmektedir. Dolayısıyla ilk başta bu saldırı faşist güçlerin kendi içinde rant dalaşının ürünü olarak sıradan bir vaka gibi görünmekle birlikte, sonrasında yaşanan tartışmalar ve açığa çıkanlar önem taşımaktadır.
Saldırı sonrasında özellikle burjuva medyanın bir kesiminde, “gerçek ülkücülük bu değil” diyerek “yeni bir tanımlama” propaganda edilmektedir. Faşiste faşist demenin bile sulandırıldığı, halk düşmanı katillerin “vatan evladı” olarak aklanmaya çalışıldığına tanık olmaktayız.
Dahası saldırı sonrasında bir MİT raporunun varlığından bahsedilmektedir. Seçim sürecine doğru yol alırken; İstiklal Caddesi’nde devlet eliyle patlatılan bombadan, Paris’te Kürtleri hedefleyen saldırıya ve son olarak Ankara’da faşist iç çatışma ve sonrasında yaşanan gelişmeler önemlidir. Bu durum, devlet örgütlenmesi içinde belli saflaşmalara işaret ettiği kadar, özellikle devlet aygıtının kontrgerilla örgütlenmesi aracılığıyla halka karşı yürüttüğü savaşın başta uyuşturucu ticareti olmak üzere her türlü kirli işle finanse etmesinin boyutunu da göstermektedir.
Eski Ülkü Ocakları başkanı bir faşistin kendi “dava arkadaşları” tarafından öldürülmesinin özellikle Mersin Limanı merkezli uyuşturucu ticareti kaynaklı olduğu anlaşılmakla birlikte hakim sınıflar buradan bile bir mağduriyet çıkarmaya çalışmakta, “yeni ve kabul edilebilir bir ülkücülük” tanımlaması yapılmaya çalışılmaktadır. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun ifadeleriyle “CHP ülkücüleri”nden bahsedilmektedir.
Faşistin faşist olduğu ve bu kişiliklerin halk düşmanı oldukları unutturulmak istenmekte, kitleler tarafından kabul edilebilir “makbul faşist” yaratılmaya çalışılmaktadır.
“Açlığa, Faşizme, İşgale Karşı Tek Yol Devrim”
Seçimlere dair tartışmalar tüm gündemi meşgul ederken halkımızın gündemi ise kendi mecrasında akmaya devam etmektedir. İşçi sınıfının en demokratik haklarından biri olan grev hakkı, “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklanmaktadır. İş cinayetleri, kadın katliamları tüm hızıyla sürmektedir.
Yoksulluk derinleşmektedir. Borçlu kişi sayısı bir yılda 2 milyon kişi daha artarak 37 milyonu aşmış durumdadır. Geniş halk yığınları en temel ihtiyaçlarını borçlanarak karşılamaktadır. Nitekim geride bıraktığımız yılda bankalardan kullanılan toplam “ihtiyaç kredisi” miktarının 461 milyar liradan 693 milyar liraya çıktığı ifade edilmektedir.
Kürde “ölmüyorsan suçlusun” politikası ise tüm hızıyla sürdürülmektedir. Van’ın Çatak ilçesinde helikopterden atılan ancak tesadüfen kurtulan Osman Şiban hakkında “örgüt üyesi olmak” iddiasıyla açılan davada 15 yıla kadar hapis cezası talep edilebilmektedir.
Bu koşullar altında seçimler gündemini de gözardı etmeden, Birleşik Mücadele Güçleri’nin “Açlığa, Faşizme, İşgale Karşı Tek Yol Devrim” şiarlı kampanyasını, daha da zenginleştirerek görünür kılmak önemlidir.
Seçim sath-ı mailine girildiği koşullarda rejimin kendi içinde tasfiyelerine ve halka yönelik provokasyon saldırılarına karşı duyarlı bir devrimci pratik içinde, gerçek kurtuluşun devrimci mücadelede olduğu propaganda edilmeli, örgütlenme ve mücadele çağrısı ısrarla sürdürülmelidir.