Korona virüs salgınının etkilerinin devam ettiği koşullarda, normalleşme adımları atılmaya başlandı. Milyonlarca insanın, özellikle de yoksulların, sağlık hizmetlerine erişimde sıkıntı yaşayanların yaşamını yitirdiği salgının etkisi daha uzun bir süre devam edecek.
Salgının, sınıflı toplum gerçeğini daha da belirginleştirdiği koşullarda, önümüzdeki süreçte özellikle de işçi sınıfını, emekçileri, işsiz ve yoksulları etkilemeye devam edeceği açıktır.
Dünyada 2.5 milyara yakın insanın açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşamak zorunda bırakıldığı koşullarda, salgın bu sorunları daha da artırmış durumdadır. Birleşmiş Milletler’e bağlı (BM) Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), salgın nedeniyle dünya çapında 100 milyondan fazla emekçinin yoksulluğa sürüklendiğini açıkladı.
(3 Haziran) ILO’nun her yıl hazırladığı Dünyada İstihdam ve Sosyal Görünüm adını taşıyan rapor, istihdam açığının bu yılının sonunda 75 milyona yükseleceğini, 2022 yılında ise 23 milyona gerileyeceğini öngörüyor. ILO, 2019 yılıyla kıyaslandığında dünya genelinde 108 milyonun yoksul veya aşırı yoksul kategorisine gerilediğini bildirdi. Bu, çalışanlar ve ailelerinin kişi başına günde 3.2 doların altında bir rakamla geçinmek zorunda olduğu anlamına gelmektedir.
Türkiye’de ise salgının sonuçlarını daha da yıkıcı olmaktadır. Salgın öncesinde yaşanan ekonomik kriz, salgınla daha da derinleşmiş, bu durum açlık ve yoksulluğu, işsizliği artırmıştır. “Türkiye’de çalışan nüfusun yüzde 60’ı asgari ücrete veya altında bir gelire sahip ve en az 20 milyon insan aslında açlık sınırını altında yaşıyor. İşini kaybedenlerle birlikte açlık sınırı altında yaşayan insanların sayısı 30 milyonu buluyor.” (HDP Emek Komisyonu)
İnsanların çaresizlikten intihar ettiği bir dönemden geçiyoruz. Türk hakim sınıfları ve onların sözcülerinin, salgın gerekçesiyle uygulamaya koyduğu politikalar, sorunları daha da derinleştirmiş durumdadır. Bıçak kemiğe dayanmış, işçi ve emekçiler, halk öfke içindedir.
Buna rağmen hakim sınıf sözcüleri adeta halkla alay etmektedir. AKP’li Mersin Akdeniz Belediye Başkanı M. Mustafa Gültak, ekonomik nedenle bir inşaat işçisinin intiharını; “Ekonomiyle alakalı intihar olmaz. En fakir, zavallı insan intihar eder mi? O zaman memleketin yarısının intihar etmesi gerekir” diyebilmektedir. (2 Haziran)
Belediye Başkanı bu açıklamasıyla kendi iktidarları döneminde memleketin yarısının fakirleştiğini, açlık ve yoksullukla, işsizlikle boğuştuğunu da itiraf etmektedir. Ekonomik krizin yıkıcı etkisi karşısında halk kitlelerine doğrudan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Cuma hutbeleri aracılığıyla tevekkül ve sabır tavsiye edilmektedir. Din, halkın acılarını dindirmek için göreve çağrılmakta, her hafta bir cami açılışı yapılmaktadır.
Faşizm sıkıştıkça Karadeniz’de “gaz çıkarmakta”dır. Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan: “Karadeniz’de 135 milyar metreküplük doğal gaz keşfettik” demektedir. (4 Haziran) Ancak sistemin bu “müjde”si bırakalım kitlelerde bir heyecan yaratmayı, öfke ve tepkiyi daha da artırmakta, dahası alay konusu olmaktadır.
Geniş bir kitle faşizmin bu “müjde”sinden sonra tıpkı daha önceki “müjde”ler sonrasında olduğu gibi doğalgaza ve akaryakıta zam beklemektedir. (Rejimin doğalgaz “müjde”sinin bedeli olarak son 10 ayda yüzde 25 zam gerçekleştirildi.)
Kabul etmek gerekir ki; AKP-MHP iktidarı bu politikalarıyla kendi tabanını konsolide etmek istemektedir. Bunda da özellikle medyayı kullanarak belli oranda başarılı olmaktadır. Ancak son süreçte bir kontrgerilla aparatının, Sedat Peker’in itirafları faşizmin fıtratına dair önemli veriler sunmaktadır. TC rejiminin halk düşmanı olduğu, “devletin bekası” adı altında, “vatan, millet, ezan, bayrak” sloganlarının gerçekte bir avuç kişinin çıkarı için kullanıldığı geniş kitleler nezdinde de daha da görünür ve tartışılır durumdadır.
Kontrgerilla İtirafçısı Krizi Derinleştirdi!
TC’nin bölge halklarına yönelik bir kontrgerilla rejimi olarak örgütlendiği gerçeği her geçen gün daha da belirginleşiyor. Sedat Peker’in itiraflarının faş ettiği bir rejim gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Ancak kabul etmek gerekir ki, devrimciler dışında önemli bir kesim halen yaşanan bu itiraflarla açığa çıkan devlet niteliği konusunda bir netlik içinde değildir.
Bir kontrgerilla itirafçısının kendi çıkar çatışmaları içinde yaşanan ve gerçeğin çok az bir kısmına değinen itiraflarını; “çetelerin devleti ele geçirmesi”, “mafyanın devletleşmesi”, “derin devlet”, “devletin rutin dışına çıkması” vb. olarak tanımlamak eksiktir, hatalıdır. Rejimin rutini budur. Diğer bir ifadeyle TC’nin normali budur!
- Peker’in videolarının tetiklediği kriz, tüm hızıyla sürüyor. Savaşın sürdüğü sadece S. Peker’in açıklamaları değil aynı zamanda bürokrasiden sızdırılan çeşitli belge ve bilgilerden de anlaşılmaktadır. Kimi gazetecilerin haber “kaynak”larından aldıkları belgeleri ardı ardına yayınlamaları rejim bürokrasisi içinde çeşitli kliklerin birbirleriyle savaşının arttığına işaret ediyor. Bu anlamıyla Peker’in itirafları kişisel bir mesele olmaktan çoktan çıkmış durumdadır.
Gerçekte S. Peker yeni şeyler söylememektedir. Ancak bu itiraflar, bir kontrgerilla aparatı tarafından yapıldığı ve bu anlamıyla “içerden” geldiği için etki yaratmaktadır. Örneğin geride bıraktığımız haftanın en çok konuşulan itiraflarından biri olarak, TC’nin SADAT aracılığıyla Suriye savaşında El Nusra örgütüne silah yardımı yaptığı bilinmiyor değildi. Konu, “MİT Tırları” haberinde ortaya çıkmıştı.
Yine iktidarın bugünkü ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 2015 yılında Bayburt mitinginde R.T.Erdoğan ve dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’na yönelik: “Erdoğan Türkiye’yi böyle bir açmaz ve çukura nasıl sürüklemiştir? Erdoğan hangi yetkiyle eli kanlı gruplara silah sevkiyatı yapmış, ne gibi çıkarlar elde etmiştir? Davutoğlu kimlerin silahını, hangi mihraklar adına ve hangi terörist gruplara gönderilmesine suç ortaklığı yapmıştır? Davutoğlu 1,5 yıldır gerçekleri çarpıtmış, teröristleri silahlandırmıştır ” demiştir.
Kısacası hem ülke içinde hem de sınır dışında halklara karşı işlenen suçlar bilinmiyor değildir. S. Peker’in adını zikrettiği SADAT örgütlenmesi, tıpkı diğer örneklerde olduğu gibi devletin gayri resmi kurumudur. Benzer rolü İHH da oynamaktadır.
Bu her iki paravan kurumun Genelkurmay ve MİT bilgisi ve dahli dışında bir adım atması mümkün değildir. Faşizm, Suriye savaşında cihatçı çeteleri fiili olarak desteklemiş, eğitmiş ve donatmıştır. Bu faaliyette cihatçı çeteler, “kurtuluş savaşçı” olarak görülmüş, Suriye halkına işlenen insanlık suçlarına ortak olunmuştur. TC’nin Kürt ulusuna karşı savaşta DAİŞ’e verdiği destek, bizzat R.T.Erdoğan’ın “Kobani düştü, düşecek” açıklamasında olduğu gibi somut ve nettir.
Bir başka somut olan ise sistemin işlediği bu insanlık suçlarını finanse etmek için uyuşturucu ticaretinden, DAİŞ’le petrol ticaretine ve kara para aklamaya kadar bir dizi kriminalize faaliyete başvurduğudur. S. Peker’in itiraflarında isabetlice değindiği üzere, bu ticaret, doğrudan Saray’dan koordine edilmektedir. Bir yandan cihatçı çeteler silah ve maddi olarak desteklenirken, diğer yandan Suriye’nin yeraltı ve yer üstü kaynakları çalınarak Türkiye getirilmiştir.
Bugün yaşanan kavganın nedeni yağmanın, talanın, çökmenin, uyuşturucu ticareti başta olmak üzere her türlü kriminal suçtan elde edilen gelirin paylaşım kavgasından başka bir şey değildir. Peker’in itirazı yağma ve çökme rejiminden elde edilen gelirin sadece birkaç aileyle sınırlı kalmasınadır. Bu gerçeklik “bütün zenginlik 5-10 aileye mi gidecek” gibi ifadelerle videolarda dillendirilmektedir.
Yaşananların faşizmin çöküşünü getireceğini beklemek ise büyük bir yanılgıdır. İktidar içinde her kliğin birbirine karşı kullanabileceği bilgi ve belgeler mutlaka vardır. Faşizm büyük bir suç ortaklığına dönüşmüş durumdadır, klikleri birarada tutam zamk da “suç”tur. İşlenen suçların uluslararası boyutunun da olması beraberinde bu suç örgütünü bir yandan birbirleriyle dalaşırken aynı zamanda birbirlerini kollamalarını da doğurmaktadır. Dolayısıyla her şeyiyle çürümüş bu sistem kendiliğinden çökmeyecektir.
Biden’i Beklerken Sömürü, Yağma ve Talan Sürüyor!
Kontrgerilla klikleri arasında dalaş tüm hızıyla sürerken, faşizm bütün dikkatini ve umudunu R.T.Erdoğan ile ABD’nin yeni Başkanı Joe Biden arasında 14 Haziran’da NATO zirvesinde gerçekleştirilecek görüşmeye bağlamış durumdadır. Sistemin ıskartaya çıkarılmış mafyası bile bu görüşmeye atıf yapmakta ve yayınlayacağı videoyu bu nedenle ertelemektedir. Elbette faşizm “katil Biden” dediği emperyalist ABD ile uzlaşmaz çelişkilere sahip değildir. Görüşmeden esaslı değişiklikler çıkmasa bile, TC’nin emperyalist sermayeye biadının tazeleneceğini söylemek yerinde olacaktır. Başta ABD emperyalistleri olmak üzere AB emperyalistleri için de TC önemli ve kullanışlı bir aparattır.
Bu gerçeği NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in Türkiye’nin önemli bir NATO müttefiki olduğunu vurgulamasında ve “sadece haritaya bakarak Türkiye’nin önemini görebilirsiniz” açıklamasından da anlaşılabilir. (4 Haziran) J. Stoltenberg, Türkiye’nin Irak ve Suriye’ye komşu tek NATO üyesi olduğuna dikkat çekmekte ve IŞİD’le mücadele ve göçmen krizini “idare etmede” de Ankara’nın kritik rol üstlendiğine değinmektedir.
Faşizmin IŞİD’le nasıl mücadele ettiği ya da göçmenleri Avrupa için bir şantaj aracı olarak kullandığı emperyalistler açısından bilinmiyor değildir. Kısacası emperyalistler büyük bir ikiyüzlülükle TC’yi bölgede kullanışlı bir araç olarak konumlandırmaya devam edecekleridir. 14 Haziran zirvesinden ve yapılacak görüşmeden çıkacak olan sonuç budur. Bu durumda önemli olan Rusya’nın vereceği tepkidir. Özellikle Suriye ve İdlip sahası rejimin yumuşak karnı olarak öne çıkacaktır.
AKP-MHP iktidarı, yönünü bir kez daha ABD emperyalizmine çevirirken, içeride sömürü ve yağmaya devam etmektedir. TÜSİAD’ın yaşanan gelişmelere karşı sessizliği dikkat çekici olsa da Türkiye kapitalizminin yönüne ve güncelliğine dair kökten itirazları, emperyalist sermayenin eğilimleriyle de uyumlu şekilde 2019 baharından beri dillendirilmektedir. Nitekim bu talepler doğrultusunda sistem, 2021’i “hukuk ve ekonomi reformu yılı” ilan etmişti. Ancak gelinen aşamada bu hedeflerin yönünü ABD ve AB emperyalistlerine dönen faşizmin makyajı olduğu daha bir anlaşılır olmuş durumdadır.
R.T.Erdoğan “iyi bir ekonomist” olduğunda ısrar etmektedir. Bu ısrar beraberinde TL’nin döviz kuru karşısında tarihi değerler kaybetmesine neden olmaktadır. Döviz kurunun yükselmesi beraberinde pahalılığa neden olup halkın alım gücünü düşürürken, açlık ve yoksulluğun daha da artmasına neden olmaktadır. R.T.Erdoğan’ın faiz konusundaki ısrarı ve ekonomi konusunda açıklamalarının nedeni kendisinin büyük bir döviz spekülatörü olmasından kaynaklanmaktadır. Servetini döviz olarak elinde tutmaktadır. Bu nedenle dövizdeki her yükseliş halk yoksullaştırırken, kendisini ve çevresini zenginleştirmektedir. Merkez Bankası’ndan satılan 128 milyar dolar bu anlamıyla önemlidir. Para “kayıp” değildir. Kişisel servetlerde döviz spekülasyonlarında kullanılmaktadır.
Çürüme ve “çökme” rejiminin işlediği suçların sadece çok küçük bir kesimi ortaya saçılmışken, Marmara Denizi’nin içinde bulunduğu durum, Türkiye düzeninin niteliğine ve karakterine dair önemli bir veri sunmaktadır. Kimi çevreler yaşanan çevre felaketini AKP’ye bağlasalar da bu değerlendirme eksiktir. Marmara Denizi’nde yaşanan sorun, Türkiye kapitalizminin doğayı sömürü, yağma ve talanının doğal bir sonucudur. Koskoca bir deniz egemenlerin aşırı kar hırsına kurban edilmiştir.
Marmara Denizi örneğinde olduğu gibi sistem sadece işçi sınıfını, çalışan halkı sömürmemekte, açlığa ve yoksulluğa mahkum etmemektedir. Aynı zamanda doğayı ve çevreyi de geri dönüşümsüz olarak katletmektedir. Bu gerçeklikle mücadele edilmedikçe, oldukça kısa bir süre sonra Marmara Denizi çevresinde yaşayan milyonlarca insanın yaşamı doğrudan tehlike altındadır. Marmara Denizi ise geri döndürülmeyecek şekilde öldürülmüştür.
15-16 Haziranların İzinde Birleşik Mücadeleye
Türkiye işçi sınıfı tarihinin en önemli işçi direnişlerinden biri olarak yaşanan ve özel olarak da Türkiye komünist hareketinin temellerinin atılmasında önemli bir yeri olan 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nin yıldönümü yaklaşırken; TC’nin Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın, Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay’ı ziyaret etmesi dikkat çekicidir. H. Akar görüşmede: “Yurt içi ve sınır ötesinde ülkemizin ve asil milletimizin savunması, güvenliği için yaptığı çalışmalarda, işçilerimizin bizimle beraber olduğunu her zaman hissediyoruz” demektedir. (2Haziran)
Bu ziyaret sistemin içinde bulunduğu durum dikkate alındığında son derece önemlidir. Ankara’nın karanlık koridorlarında yeni planlar devrededir. Ancak şimdilik bu görüşmenin Türk ordusunun 23 Nisan gibi bir günde Medya Savunma Alanları’na yönelik başlattığı işgal saldırısı sürdürüldüğü koşullarda gerçekleşmesi anlamlıdır.
Gelinen aşamada Türk devletinin çok önemli bir gerilla direnişine çarptığı anlaşılmaktadır. Faşizm tüm gücünü seferber etmesine, onlarca savaş uçağı, helikopter, İHA ve SİHA’lar kullanmasına rağmen başarı kazanamamıştır. Böyle olduğu içindir ki, TSK gerilla direnişi karşısında bir yanda çeteleri sahaya sürerken diğer yandan KDP peşmergelerini gerilla alanlarına yönlendirmektedir. İçerde ise sendikaları ziyaret etmekte, destek aramaktadır.
Gelinen aşamada faşizm her açıdan sıkışmış durumdadır. Kontrgerilla arasında yaşanan dalaş geniş kitleler nezdinde sistemin çürümüşlüğüne, hırsızlığına, çökme ve çalma pratiğine, yolsuzluklara dair önemli veriler açığa çıkartmış durumdadır.
Bu objektif durum beraberinde birleşik mücadele güçlerine tarihsel bir sorumluluk yüklemektedir. “Faşizmi Yıkalım Özgürlüğü Kazanalım” hamlesinin ikinci aşaması bu tarihsel sorumluluğa uygun olarak örülmelidir. Şimdi yeni 15-16 Haziranlar yaratma, yeni Gezilere çıkma zamanıdır.