Kar hırsı uğruna bebekleri öldüren ve adına da “Yenidoğan Çetesi” denilen mafyatik yapı, sistemin mevcut durumunun bir resmini vermiştir.
Bürokrasinin farklı kademeleriyle, AKP’li bakan ve C. Başkanı danışmanlarıyla elbette R.T.Erdoğan’la yakın ilişki de olduğu, icraatlarına çok uzun süredir devam ettiği kamuoyuna yansıyan bu yapı, AKP iktidarının sağlık alanında yarattığı tabloya da işaret etmektedir.
AKP iktidarı diğer tüm alanlarda olduğu gibi sağlık alanında da, daha fazla kar uğruna yoğun bir dönüşüm sürecini devreye sokmuştur. Bugün “Yenidoğan Çetesi” olarak karşımıza çıkan yapı, “Sağlıkta ticaret ölüm demektir” cümlesinin basit bir slogandan ibaret olmadığını bir kez daha ortaya koymuştur. Bugün, yenidoğan yoğun bakım yataklarının yüzde 56’sı özel hastanelerin kontrolündedir. Sağlık alanında özel hastanelerin mali teşviklerle yarattığı bir sağlık hükümranlığı söz konusudur.
Rüşvet ve siyasi kayırmacılık vb. pek çok etkenle birleşen ranta ve kar hırsına endekslenmiş sağlık politikaları yenidoğan bebeklerin katledilebildiği bir iklimi de yaratmıştır.
Kamuoyu baskısı oluştukça işin içinde, eski Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun sahibi olduğu özel hastane dahil iktidara yakın isimlerle ilgili çok sayıda bilgi ortaya çıkmıştır. Bu da, AKP iktidarının katliamdaki rolünü gözler önüne sermiştir. Farklı illere yayılmış, adı geçen 19 hastaneyle ve yenidoğan yoğun bakım üniteleriyle sınırlı kalmayan, benzer ölümler ve vakalar gündeme gelmektedir.
Kesin olan şudur ki, ortaya saçılan, sağlık sistemindeki çürümüşlüğün sadece küçük bir örneğidir. Sistemin mevcut yapısı, bu vb. sayısız çeteyi bağrında barındırmaya ve büyütmeye uygundur. Sağlık alanında çeteleşmeyi hızlandıran, yolsuzluk, kara para aklama ve usulsüz faturalarla kamu yağmasının önünü açan, sağlık hizmetlerinin metalaştırılıp piyasaya daha fazla açılarak sermayeye daha bağımlı hale getirilmesidir. Bilinmektedir ki sağlık sektörü kapitalizmin en değerli yatırım ve kâr alanlarından birisidir.
Yaklaşık 5 trilyon dolarlık hacme sahip sağlık sektörü, Türk sermayesi açısından büyük bir rant ve birikim alanıdır. Bu doğrultuda AKP iktidara geldikten hemen sonra Sağlıkta Dönüşüm Programı (SDP)’nı Dünya Bankası projesi olarak yürürlüğe koyarak, sağlık alanını yerli ve yabancı sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlemiştir.
2002 yılında 774 kamu hastanesi, 50 üniversite hastanesi, 271 özel hastane faaliyet gösterirken, bu rakamın 2023 yılında 933 kamu hastanesine, 68 üniversite hastanesine, özel sektörde ise 565 hastaneye yükselmesi de bu programın sonuçları olarak okumak gerekir.
Özel sektör, kamu sektörüne göre son 20 yılda 2 kattan fazla büyürken, hastane sayısı itibarıyla sağlık sektörünün üçte birini kontrol eder hale gelmiştir. Özel sektörün büyümesine paralel olarak özel sektör sağlık harcamaları da neredeyse yüzde 100’e ulaşmış durumdadır.
Daha çok kar elde etmeye dayalı çalışma rejimine uygun bir şekilde devlet, özel hastane açan yerli ya da yabancı şirketleri, bölgesel yatırım teşvik sistemi kapsamında desteklemektedir. Bu tablo içinde bugün “Yenidoğan Çetesi”ni, yarın başka bir çete, katliam ve vurgunu konuşacağımız bellidir.
Açık ki tüm bu tablo, sağlığın, ulaşılabilir, ücretsiz ve nitelikli olması talebinin ne denli hayati olduğunu ve tüm emekçi sınıflar tarafından yükseltilmesinin zorunluluğunu ortaya koymuştur.
Yeni Bütçe; Sermayeye Kaynak, Emekçiye Sömürü
Düzenin, işçi sınıfı ve emekçilerin emeği ve alınterini sömürmek, egemen sınıfların zenginliğini büyütmek ve tahakkümünü derinleştirmek üzerine inşa edildiği açıktır. Yeni bütçe görüşmeleri bunu anlamak içinde yeterince veri sunmaktadır.
2025 yılı merkezi yönetim bütçe teklifi TBMM’ye sunulmuştur. Bütçe teklifi kasım ayında komisyonda aralık ayında ise Meclis Genel Kurulunda görüşülecektir. Yoğun ve hızla değişen gündem içinde gündeme gelemese de bütçe, 2025 yılında emekçi sınıfların karşı karşıya kalacağı gerçekliğin de bir aynası durumundadır. Bilindiği üzere, bütçe bir yıl boyunca yapılacak hükümet harcamalarını ve hükümet gelirlerini/kaynakları gösterir.
Bütçe, bir yandan kamu harcama ve transferlerinin bileşimi öte yandan vergilerin ve gelirin yeniden dağılımının en önemli aracıdır. Açık ki, devlet kamu harcaması ve transferi yaparken de vergi toplarken de sınıfsal karakterine uygun hareket etmektedir.
Bu açıdan, vergi gelirlerine bakıldığında mal ve hizmet üzerinden alınan vergilerin giderek artarak toplam vergi gelirlerinin yüzde 70’ine yaklaştığı görülmektedir. “Vergiyi tabana yayacağız” sözlerini sarf eden iktidarın aksine, vergiyi zaten milyonlarca vatandaş ödemektedir. Onların bu sözlerini “emekçiden daha fazla vergi alacağız” şeklinde okumak doğru olacaktır. Türkiye’de en zengin yüzde 1’lik kesimin toplam servet içindeki payının yüzde 35-40 aralığında olması da bu gerçeğin bir başka boyutudur.
2025 bütçesinin şifrelerine baktığımızda sosyal harcamalarının, emek gelirlerinin bastırılacağını ve emekçi sınıfları üzerindeki vergi yükünün artacağını söylemek mümkündür. Başka bir deyişle, 2025 bütçesi gelir ve servet bölüşümü daha da adaletsiz hale getirecektir. 2025 bütçesi emekçi sınıfların alım gücünü daha da düşürecek bir öze sahiptir. Mehmet Şimşek’in yaşama geçirdiği Orta Vadeli Plan (OVP) ile işçi sınıfı ve emekçiler daha fazla yoksullaşırken her türlü kazanılmış hakta hedef tahtasına konulmaktadır.
Öte yandan AKP-MHP faşist bloku, kitlelerin her gün biraz daha fazla büyüyen ve görünür olan tepkisini, Ortadoğu’da yaşanan savaşı bir tehdit unsuru olarak kullanarak savuşturma, bastırma politikası izlemektedir.
İsrail’in hedefinin Türkiye olduğuna yönelik sözler de bu amaca hizmet etmektedir. İktidar, tıkanan, çürüyen her yanından dökülen sistemin, bu gerçekliğini görünmez kılmak için savaş söylemini bir kaldıraç olarak kullanmaktadır. Kitleleri yeni bir savaş tehdidi ile korkutan iktidar, böylelikle gündem değiştirme diğer yandan ırkçılık ve milliyetçilik temelinde yeniden örgütleyerek yedeğine alma politikası izlemektedir.
İsrail’in Filistin’e yönelik soykırım saldırılarına dahası Lübnan işgaline her türlü lojistik, askeri desteği sunan Türk devletinin bu söylemlerinin ikiyüzlülüğü ortadır.
“İç Cepheyi Tahkim”; Topluma, Tüm İlerici Güçlere Diz Çöktürmek!
R.T. Erdoğan’ın “iç cepheyi tahkim etmeliyiz” çıkışı da Türk burjuvazisinin temel yönelimini anlatmaktadır.
Bundan kasıt, devrimci, ilerici güçlerin ve her türlü muhalefetin bastırılması mümkünse yok edilmesi, sistem içine kanalize edilmesidir. “Vatan müdafaası” sloganıyla kitleleri iktidarın peşine takma ve onları konsolide ederek ideolojik tahakkümünü derinleştirme politikasının izleneceği anlaşılmaktadır.
Türk devletinin; Ortadoğu’da, ABD/AB/NATO’nun ileri karakolu durumundaki İsrail’in saldırı ve işgalleriyle yaşanan çatışmalar ve bu sürece giderek artan oranda İran’ın dahil olmasıyla, yeni bir “güvenlik protokolünü” benimsediği anlaşılıyor.
Rusya- Ukrayna savaşında sürece sınırlı bir dahli söz konusu olan TC, İsrail-Lübnan/Suriye/İran arasında giderek artan tansiyonun olası sonuçlarına uygun bir pozisyon almaya çalışmaktadır. Keza bu denklemde savaşın şiddetlenmesi durumunda Türk devletinin bu sürecin dışında kalmayacağı açıktır. Bu gerçeğin en çokta onlar farkındadır. Devlet Bahçeli’nin Meclis açılışında DEM Partililer ile görüşmesi ve sonrasındaki gelişmeleri, Ortadoğu’da bugüne değin yaşanan gelişmeler ve gidişatın ana yönelimi üzerinden okumak gerekir.
Faşist şef Bahçeli’nin, Öcalan çıkışının Erdoğan’ın “İsrail’in bir sonraki hedefi vatan topraklarıdır” sözlerinden sonra gelmesi de buna işaret etmektedir.
Açık ki ABD/AB/NATO’nun Ortadoğu’daki güç dengelerini, sınırları değiştirmeye dair ciddi bir yönelimleri söz konusudur. Öyle anlaşılıyor ki hegemonik güçler, İsrail eliyle İran destekli güçleri önce askeri olarak zayıflatıp İran’ın bölgedeki etkisini kırma ve mümkünse İran’a saldırmayı amaçlamaktadır.
Ukrayna’da savaşın içinde yıpranan Rus emperyalizminin, Tayvan ile meşgul edilen Çin emperyalizminin İran’a yeterli desteği veremediği ortadadır. İsrail ise merkez kapitalist güçlerin, askeri ve maddi desteğini alarak durmadan bölgede savaşı körüklemektedir. Savaşın sınırlara dayandığı ve TC’nin de doğrudan dahil olduğu bir senaryoda iç cephede egemenleri en fazla korkutan gücün Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi olduğu açıktır.
Gelinen aşamada Türkiye/Türkiye Kürdistanı’nda savaş kabiliyeti önemli oranda zayıflasa, kitleler üzerindeki ideolojik-politik etkinliği de sınırlansa da Kürt Özgürlük Hareketi her şeye rağmen hızlı bir şekilde toparlanma ve harekete geçme potansiyeline ve dinamiğine sahiptir. Bahçeli’nin baş aktör olarak yol açtığı gelişmelerin, çok hızlı bir şekilde cereyan ettiği ve pek çok başlıkta devletin hiçbir şey söylemediği bir süreç yaşanmaktadır.
Bahçeli, Öcalan’ı meclise çağırmıştır ancak diz çöktüğünü ilan etmesi ve örgütü lağvetmesi için davet etmiştir.
Bahçeli ve şimdilik perde arkasından Erdoğan’ın bu çıkışının doğrudan devletin bir hamlesi ve planı olduğu bir gerçektir. Barış, çözüm, süreç vb. kavramların sıkça kullanıldığı ancak içlerinin doldurulmadığı açıktır. Kürt ulusunun on yıllardır uğruna büyük bedeller ödediği taleplerinin yok sayıldığı/sayılacağını öngörmek mümkündür. Şu ana kadar yaşanan gelişmeler de bunu göstermiştir.
Türk devleti cephesinden, Kürt ulusunun kolektif haklarına ilişkin tek bir kelime söylenmemiştir. Devlet gelişmeleri, açtığı tartışmaları; gündemi değiştirmek, kamuoyunu ve Kürt hareketini oyalamak ve giderekte pasifize etmek, bu süre içinde zaman kazanarak, kendini askeri ve siyasi olarak tahkim etmek için kullanmaktadır.
Sürecin bir diğer önemli motivasyonu açıktır ki yeni anayasa tartışmalarıdır. AKP/R.T. Erdoğan’ın yeni anayasa değişikliği için geniş bir toplumsal mutabakata- meşruiyete ihtiyacı olduğu ortadadır. Bu tablo içinde Kürt Hareketi kritik bir yerde durmaktadır. AKP’nin, kimi haklar vereceği vaadiyle yeni anayasa tartışmalarında Kürt hareketinin desteğini isteyeceğine şüphe yoktur.
Bahçeli’nin Öcalan çağrısına kısa sürede ırkçı- milliyetçi çevrelerden ulusalcılara ve de CHP’ye kadar geniş bir yelpazede neredeyse tüm düzen partilerinin sahip çıkması da atılan adımların, devletin bütünlüklü bir stratejisi bağlamımda atıldığını göstermektedir.
Faşist-mafya artığı Kürşat Yılmaz’ın devrimci, ilerici ve yurtseverleri, Kürt halkını tehdit ederek sürece sahip çıkışı da başlatılan “süreç”in karakter i hakkında fikir vermektedir.
TC, Kürtlerin Reddi Üzerine Kurulmuştur!
MHP gibi tescilli faşist bir partinin eliyle barış havası oluşturulurken diğer yandan iktidar, işçi sınıfı ve emekçilere, devrimci-ilerici ve yurtsever kamuoyuna yönelik yeni bir saldırı düzenlemesini yaşama geçirmiştir.
Hatırlanacağı üzere AKP, geçen Mayıs’ta 9’uncu yargı paketi kapsamında “etki ajanlığı” maddesi getirmiş fakat madde, tartışmalar sonrasında paketten çıkarılmıştı. AKP, ‘etki ajanlığı’ maddesinin yer aldığı torba yasa teklifini yeniden gündeme getirdi ve teklif, Meclis Adalet Komisyonu’nda kabul edildi.
TCK’nin “Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk” bölümüne eklenecek maddede, “Devlet güvenliği veya iç ve dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işleyenler hakkında üç yıldan yedi yıla kadar hapis cezası verilir” ifadeleri kullanılırken bununla iktidarın izlediği politikalara muhalefet, ‘milli güvenlik suçu’ haline getirilmektedir.
Diğer yandan Ankara’da TUSAŞ’a yönelik devrimci feda eylemi sonrası Irak Kürdistanı, Rojava ve Şengal’e yönelik saldırılar da TC’nin barıştan ne anladığını göstermiştir. 22 Ekim 2024 akşamından bu yana TC’ye ait savaş uçakları, insansız hava araçları ve topçu atışlarıyla Kuzey ve Doğu Suriye’deki yerleşim alanları, altyapı ve hizmet kurumlarına yönelik saldırılar devam etmektedir.
Saldırılar sonucu sağlık ve eğitim merkezleri, fırınlar, un ve tahıl depoları, buğday siloları, elektrik santralleri, şirket ve fabrikalar, telefon şebekeleri ile su, gaz ve petrol istasyonları bombalanmıştır. Bu saldırılar nedeniyle yalnızca Cizîr Kantonu’nda 30’dan fazla merkez hizmet dışı kalmıştır.
Şengal 23 Ekim’de 16 kez bombalanmıştır; saldırılarda aralarında çocukların da olduğu çok sayıda kişi yaşamını yitirmiştir. TC’nin elektrik santralini hedef alması nedeniyle Kobanê’nin merkezi ve 366 köy elektriksiz kalmıştır.
Türk devletin söz konusu saldırıları, Kürt ulusunun her türlü kazanımına yönelik tarihsel düşmanlığın bir sonucudur. Bu coğrafyada Türk devletinin karakteri olarak faşizm, Türk, Kürt uluslarından, çeşitli milliyet, inanç ve kimliklerden işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde dizginsiz bir sömürü ve şiddet; kitle katliamları ve asimilasyonla inşa edilen bir tahakküm üzerine kuruludur.
Düzen, işçi sınıfı ve emekçilerin her türlü hak ve özgürlük arayışına karşı zor ve cebir üzerinde inşa edilmiştir. Anayasada yer alan sendikal örgütlenme hakları için direnişe geçen ve mücadeleyi sokağa taşıyan işçilere yönelik tahammülsüzlük, zembereğinden boşanmış polis, asker şiddeti de buradan beslenmektedir.
Polonez işçisinin direnişini kırmak için talimat vermekle yetinmeyip koşarak işçiye saldıran ilçe emniyet müdürü, lokal bir vakıa değil aksine sistemin gerçek niteliğinin bir izdüşümüdür. Bu gerçek karşısında, çeşitli milliyetlerden işçi sınıfı ve emekçilerin direnmek ve mücadele etmekten başka şansı yoktur. Bugün, devrimci-demokratik temelde elde edilen her kazanım, Türk devletinden zorla, bedel ödenerek koparılmıştır.
Mevcut sistemin yapısı, reformlar bağlamında kısmi demokratik düzenlemelere bile asla cevaz vermez. Ancak zorda kaldığında, baskı, gözaltı ve şiddeti geçersiz kılındığında söz konusu demokratik hak ve talebi savunuyormuş gibi yapar. Elbette en kısa zamanda yeniden gasp etmek için.
Bu açıdan, işçi sınıfı ve ezilen emekçi kitleler için direniş ve mücadeleden başka çıkar yol yoktur. Fernas işçilerinin kararlı, yaratıcı ve nihayetinde zaferle sonuçlanan direnişi de bize bunu anlatmaktadır. Fernas işçileri, ezilenlerin hangi yoldan yürümesi gerektiğini de göstermiştir!