GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | İliç İşçi ve Doğa Soykırımı Ne ilk Ne Sondur! GELECEĞİ BUGÜNDEN KAZANALIM!

Türkiye pazarında hammadde talanında rol oynayan emperyalist tekellerin menşeilerine baktığımızda ise birçok ülkenin bu yalanda yer aldığını görmekteyiz. Yıllar içinde Türkiye’nin yarı-sömürge yapısının derinleşmesine paralel olarak hammadde talanında yer alan emperyalist şirketlerin sayısının artığına tanık olmaktayız.

TC devleti, yeni yüzyılına yeni bir çevre ve doğa katliamıyla girdi. Erzincan-İliç’te altın madeninde yaşanan göçük sonucunda 9 işçi siyanürlü toprak altında kaldı. Çok büyük oranda siyanürlü toprak çevreye saçıldı.

İliç’te yaşananlar bir kez daha coğrafyamızda emperyalist sermaye ve onun işbirlikçileri olan komprador burjuvazi için belirleyici olanın insan yaşamı değil kapitalist kâr olduğunu göstermiş durumdadır. İliç’te, Kanada menşeli emperyalist tekelin Türkiye’deki bürokratik engelleri aşma “ortağı” Çalık Holding’le birlikte işlettiği altın madeninde yaşanan göçük sadece resmi olarak açıklanan 9 işçinin siyanür başta olmak üzere ağır metalli toprak altında kalmasıyla sonuçlanmadı.

Aynı zamanda aşırı kâr hırsının doğrudan sonucu olarak kapasite aşımı nedeniyle başta siyanür olmak üzere ağır metaller içeren yapay dağın göçmesiyle daha geniş bir alanda çevre tahribatına neden oldu. Aynı madende iki yıl önce canlı yaşamı için son derece tehlikeli olan siyanürün boru hatlarında meydana gelen arıza nedeniyle çevreye yayılması karşısında, maden şirketinin faaliyeti göstermelik bir para cezasıyla geçiştirilmiş ve üstelik de devlet onayıyla kapasite artırımı yapılarak faaliyeti devam ettirilmişti.

Bu nedenle yaşananlara kaza demek gerçekleri saptırmaktır. Yaşanan bir kaza değil, planlı bir işçi ve doğa katliamıdır.

Konunun uzmanları yaşanan doğal olmayan felaketin sadece madenin bulunduğu çevreyi değil, siyanür başta olmak üzere ağır metallerin toprağa ve suyu karışmasıyla bütün Ortadoğu coğrafyasını etkileyeceği, insan yaşamının yanında doğal yaşamın ciddi tehdit altında olduğunu ifade etmektedirler: “… incelediğimizde, siyanür (ve) birçok ağır metalin yer aldığı kimyasalların yetkililerin belirttiği gibi Fırat Nehrine karışmaması gibi bir duruma ihtimal vermek çok zordur” denilmektedir. (TMMOB Şehir Plancıları Odası, 17 Şubat)

Kısaca sadece günümüzü değil gelecek kuşakları da etkileyecek, sadece insan yaşamını değil tüm canlı yaşamını ortadan kaldıracak, tam anlamıyla bir çevre ve doğa soykırımıyla karşı karşıyayız.

Siyanürlü altın madeni işletilmesinin sadece bulunduğu yere değil yakın çevreyi de içine alarak bütün bir bölgeyi yaşanmaz hale getirdiği tarihsel ve güncel örnekleriyle biliniyor. Buna rağmen siyanürlü altın madenciliğinde ısrar etmek ancak ve ancak insan ve doğa yaşamını kapitalist ranta kurban eden bir yaklaşımın ürünüdür.

Yaşanan katliamın birinci dereceden sorumlusu olanlar, “vatan toprağı”nı emperyalist tekellere peşkeş çekip, her gün sabah akşam “ırmağına akışına ölürüm Türkiye’m” propagandası yapan, “yerli ve milli”ci ırkçı faşistler olması tarihin bir ironisi değil gerçeğin ta kendisidir. Başta iktidar olmak üzere onun yancısı partilerin halk düşmanlığının doğrudan sonucudur. Bir avuç para için sadece insanım emeğini değil doğa ve çevreyi de sermayeye peşkeş çekmektedirler.

Meselenin sadece İliç’te yaşanan 9 işçinin iş cinayetiyle katledilmesi ve yine devletin kabul etmediği doğa katliamıyla sınırlı olmadığı ve dahası bu katliamın ne ilk ne de son olmadığı açıktır. Sorunun kaynağı en genel ifadeyle kapitalist sistemin kendisidir.

Böyle olduğu içindir ki, özel mülkiyete dayalı kapitalist sistem sadece İliç’te değil dünya çapında insan ve canlı yaşamını tehdit etmekte, gezegeni bir yok oluşa doğru sürüklemektedir.

Bunun işaretleri fazlasıyla vardır. Örneğin geride bıraktığımız 2023 yılı rekor sıcaklık kayıtlarıyla geçmiş durumdadır. Diğer yandan 2023 yılı dünya çapında karbondioksit ve diğer sera gazlarının en yüksek salınımlarının gerçekleştiği yıl da olmuştur.

Bu somut veriler bile burjuvazinin “kendi suretinde yarattığı” dünyanın yok oluşa doğru gittiğini gösteriyor.

Üstelik bu tehlikeyi yine burjuvazinin kendi kurumları ifade ediyor. Birleşmiş Milletler (BM) Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (2023) “insanlık için hayatta kalma rehberi” yayınlıyor.  Burjuvazi tarafından “İklim Krizi” adı verilen ve gerçekte burjuvazinin aşırı kâr hırsının doğrudan sonucu olarak ortaya çıkan ve gezegenin tüm canlılar için yaşanmaz hale geldiği tehlikesine karşı pansuman tedbirler öneriyorlar.

“İklim Krizi” adı altında yeni “yatırım” ve pek tabi ki yeni kâr alanları öngörüyorlar.

Kuşkusuz gezegenin yok oluşa gidişini burjuvazi önleyemez. Bunun temel nedeni “iklim krizi” adı verilen sürecin doğrudan sorumlusunun emperyalist kapitalist sistemin kendisi olmasıdır. Nitekim Oxfam’ın yayınladığı bir raporda dünyanın en zengin % 10’luk kısmı dünyadaki tüm karbon emisyonlarının % 50’sinden sorumlu olduğu belirtilmektedir.

En fakir % 50 ise sadece % 8’inden sorumludur. % 1’lik en zengin kesimin karbon emisyonu en fakir % 66’dan yüksektir. Aradaki bu uçurum, “iklim krizi”nin sınıfsallığını net olarak ortaya koymaktadır.

Gezegenin tüm canlılar için yaşanmaz hale gelmesi ve yok oluşa doğru sürüklenmesinin nedeni olan özel mülkiyet sistemini sorgulamak ve yerine tüm canlılar için yaşanabilir bir dünya sağlamak fikri tarihin hiçbir döneminde bu kadar güncel bir gereklilik olarak ortaya çıkmamıştı.

Hammadde talanı ve “Sömürge Madenciliği”

Emperyalist kapitalist sistem, 20. yy’ın son çeyreğinde Rus sosyal emperyalizmin yüzündeki “sosyalist” maskeyi çıkarması ve SSCB’nin tarih olmasından sonra, ortaya çıkan yeni koşullar doğrultusunda emperyalist sermayenin uluslararası alanda sömürüsünü sürdürebilmesi amacıyla üretim sürecini yeniden düzenlediği biliniyor.

Emperyalist kapitalist sistem düşen kâr oranlarını yükseltmek amacıyla uluslararası işbölümünde değişikliğe gitti. En genel anlamıyla “neo-liberal” politikaların uygulanması olarak tanımlanabilecek bu süreç aralarında Türkiye gibi ülkelerin olduğu yarı sömürge pazarların yeniden düzenlenmesini beraberinde getirdi.

Emperyalist sermaye uluslararası alanda bu düzenlemeyi, Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (DB) gibi kurumlarıyla hayata geçirdi. Emperyalist sermayenin bu yeni yöneliminde, yarı-sömürge ülke pazarlarına sadece mali sermaye şeklinde değil, doğrudan sermaye yatırımlarıyla da girmesi de yaşandı.

Bunun nedeni yarı-sömürge pazarların işçi sınıfının ucuz işgücünün artı değer sömürüsünü artırmasının yanında sosyal hakların son derece kısıtlı olması, hammadde talanı ve çevre kirliliği gibi kâr oranlarını düşüren kimi maliyetlerin yarı sömürge pazarlara ve devletlere mal edilmesiydi.

Emperyalist tekeller düşen kâr oranlarını yükseltmek için başta ucuz işgücü olmak üzere, çevrenin katledilmesi ve doğanın talan edilmesi gibi “ek maliyet”leri yarı sömürge ülkelerin halklarına ve coğrafyalarına yıkmakta ve daha fazla kâr elde etmektedirler.

Bu hammadde talanında yarı-sömürge ülkenin devleti de emperyalist tekellerin sömürüsüne “kalkınma” adı altında kolaylık sağlamaktadır. Bu hizmetlerinin karşılığı olarak da yarı sömürge devletin sahibi sınıflar, emperyalist efendilerine hizmetlerinin karşılığında belli bir pay almaktadır.

Bugün İliç’te yaşanan işçi ve çevre katliamı bu sürecin doğrudan sonucu ve somut bir ürünü olarak ortaya çıkmış durumdadır. Emperyalist tekellerin hammadde ihtiyaçlarının karşılanması için yarı sömürge devletin aracılığıyla sadece yerüstü kaynaklarının değil yeraltı kaynaklarının talan edilmesinin son örneğini oluşturmaktadır. İliç’te yaşanan katliam buzdağının sadece görünen kısmıdır.

Nitekim emperyalist sermayenin yarı sömürge pazarı olan Türkiye’nin dış ticaretinde emperyalist tekellerin hammadde talanı önemli bir yer kaplamaktadır. Hammadde talanının ana sektörlerinden biri olan madenlerin dış ticaret adı altında ülke dışına pazarlanması önemli bir ekonomik büyüklüğe karşılık gelmektedir.

TÜİK verilerine göre 2022 yılında 235 milyar 279 milyon 223 bin 568 dolar olan toplam ihracat içinde madencilik sektörünün payının 5 milyar 965 milyon dolar olduğu ifade edilmektedir.

Madencilik sektörü adı altında tam bir hammadde talanı yaşanması, Türkiye’de maden üretiminin ekonomiye katma değer sağlamamasından da anlaşılmaktadır. Çıkartılan madenler hammadde veya konsantre olarak yurtdışına ihraç edilirken daha yüksek meblağda madencilik ürünü ise ithal edilmektedir.

Örneğin Türkiye 2022 yılında 495 milyon dolar bakır konsantresi ihraç etmiş, aynı yıl 5.2 milyar dolar bakır ve bakırdan eşya ithalatı gerçekleştirmiştir. Bu Türkiye’nin emperyalist tekellerin bakır hammadde talanına maruz kaldığını, bunun karşılığında ise daha yüksek miktarda bakır ve bakırdan eşya satın aldığını göstermektedir. Tam anlamıyla emperyalist bir talan ve dolandırıcılık söz konusudur.

Türkiye pazarında hammadde talanında rol oynayan emperyalist tekellerin menşeilerine baktığımızda ise birçok ülkenin bu yalanda yer aldığını görmekteyiz. Yıllar içinde Türkiye’nin yarı-sömürge yapısının derinleşmesine paralel olarak hammadde talanında yer alan emperyalist şirketlerin sayısının artığına tanık olmaktayız. Nitekim Türkiye’de 2004 yılında sadece 138 olan uluslararası maden şirketi sayısı 773’e yükselmiştir.

Türkiye pazarında hammadde talanı gerçekleştiren emperyalist tekellerin sayısının artması, doğrudan doğruya Türkiye’nin yarı-sömürge yapısının derinleşmesiyle ilgilidir. Emperyalist sermayeye bağımlı yarı sömürge yapının derinleşmesi, emperyalist doğrudan sermaye yatırımlarının yanında, borçlanma ve eşitsiz ticaretle birlikte, hammadde talanıyla da sürmekte, dahası bunun için Türkiye pazarında emperyalist tekellerin rahatça faaliyet sürdürmesi ve talan gerçekleştirebilmeleri için hukuki alt yapıda değiştirilmektedir.

AKP hükümetleriyle birlikte Türkiye pazarında yarı-sömürge yapının derinleşmesine paralel bürokratik engeller “kalkınma ve ekonomi büyüme” adı altında yasal düzenlemelerle ortadan kaldırılmış, pazarda daha fazla emperyalist tekelin faaliyet göstermesi sağlanmış ve böylelikle emperyalist tekellerin daha fazla hammadde talanı gerçekleştirmesi ve sömürüsünün önü açılmıştır.

Maden ihracatı altında yaşanan hammadde talanının arkasında sadece emperyalist tekeller bulunmamaktadır. Aynı zamanda bu talanda “yerli” şirketlerde yer almaktadır. Doğrudan emperyalist tekellerin aracısı olan komprador şirketler de hammadde talanında kendilerine düşen payı almaktadırlar.

Öte yandan emperyalist şirketler ve maden talanına aracılık eden komprador şirketlere her türlü teşvik verilmektedir. Öyle ki emperyalist tekellerin hammadde talanında yerli şirketlere nazaran daha az vergi vermeleri bile söz konusudur.

Yağmalanan ve zehirlenen geleceğimizi sahiplenelim

Önümüzdeki yıllarda da emperyalist şirketlerin Türkiye pazarındaki hammadde talanının devam edeceği anlaşılmaktadır.

“Batı” emperyalizmi Çin sosyal emperyalizmiyle artan rekabet nedeniyle aralarında Türkiye’nin de olduğu geniş bir coğrafyayı maden, değerli mineral ve metal üretimi için “süper bölge” oluşturmayı planlamaktadır.

Emperyalist sermayenin çıkarları doğrultusunda artan hammadde ihtiyacını karşılamak için önerilen bu plan doğrultusunda Türkiye pazarı için “yasal” hazırlıklar yapılmaktadır. Nitekim iktidar eliyle meclise getirilen 15 maddelik yasa Resmi Gazete’de 13 Aralık 2023’te yayımlanmış ve Cumhurbaşkanı kararıyla 51 ilde 195 bin 222 futbol sahası büyüklüğünde maden alanını ihale edilmiş ve Antalya, Balıkesir, İstanbul, İzmir, Kütahya, Manisa, Muğla, Mersin, Sivas, Trabzon ve Yozgat olmak üzere 11 ilde toplam 1 milyon 41 bin 980 metrekarelik alan orman sınırı dışına çıkartılmıştır. Bütün bu alanlarda emperyalist şirketlerin hammadde ihtiyacını karşılamak için yeraltı zenginliklerinin talan edilmesinin önü açılmıştır.

İliç’te yaşanan işçi ve çevre katliamı bir kez daha göstermiştir ki, Türk hakim sınıflarının, emperyalist tekellerle işbirliği içinde, kalkınma ve sanayileşme adı altında doğanın ve çevrenin kapitalist ranta peşkeş çekilmesi ve sadece günümüzün değil, sonraki kuşakların da geleceğinin çalınması ve dahası sadece insan yaşamı değil bütün canlı yaşamın katledilmesi güncel bir gerçeklik olarak yaşanmaktadır. Bu durum hakim sınıfların düzeniyle ekolojik sistem arasında bir çelişki ortaya çıkarmaktadır.

Nitekim tam da bu nedenle proleter hareket kendi programında “emperyalist-kapitalist sistemin aşırı kar hırsına dayalı yapısı, Türkiye komprador kapitalizmiyle birlikte ekoloji sorunu olarak tanımlayacağımız doğa ve çevre katliamına yol açmaktadır. Sömürü ve yağma politikaları, ekolojik tahribata yol açmakta, bunun sonucunda coğrafyamız yaşanmaz hale getirilmektedir. Bu durum gerek şehirlerde ve gerekse de kırsal alanlarda doğa ve çevrenin talanına, ekolojik dengenin bozulmasına yönelik geniş ve yaygın tepkilerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu mücadele ülkemizdeki demokrasi mücadelesinin önemli bileşenlerinden biri haline gelmiş bulunmaktadır” ifadelerini kullanmakta ve “sistemle ekolojik sistem arasındaki çelişme”yi başlıca çelişmeler içinde değerlendirmektedir.

Dolayısıyla hakim sınıfların emperyalist tekellerle işbirliği içinde kapitalist rant ve yağma amacıyla ekolojik sisteme yönelik saldırısına karşı mücadele içinde olmak, bu mücadeleni sınıf mücadelesinin bir parçası (kendisi) olduğunu görmek gerekir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu