Türk hakim sınıfları, seçimlerine hazırlanıyor. Seçimlere daha uzun bir zaman olsa da hakim sınıfların “Cumhur” ve “Millet” ittifakı olarak şekillenen klikleri şimdiden gelecek yıl yapılacak olan başkanlık ve genel seçimlere hazırlanıyor. Her ne kadar burjuva basında “seçimlerin yapılıp yapılmayacağı” ve “hangi koşullarda yapılacağı” tartışmaları olsa da hakim sınıf kliklerinin gündemini seçim oluşturuyor.
İktidardaki AKP-MHP kliğinin son süreçte attığı adımlar, yaptığı açıklamalar seçimlere yönelik çeşitli hamleleri içeriyor. Önce toplu konut ve işyeri projesiyle başlayan kampanya, “yerli ve milli” otomobil, “yeni yüzyıl vizyonu” ve ardından Emeklilikte Yaşa Takılanlar (EYT) yasası gibi adımlarla devam ettiriliyor.
Seçim süreci yaklaştıkça AKP-MHP iktidarının başta ekonomik krizin geniş halk kitleleri üzerinde etkisi olmak üzere yüksek enflasyon nedeniyle alım gücü düşen halkın yaşadığı derin yoksullaşma ve yoksunluğa karşı çeşitli algı operasyonları, göz boyama kampanyalarının devreye girmesi ihtimal dahilindedir. Örneğin daha şimdiden yılbaşında asgari ücrete zam yapılacağı söylentileri dolaşıma sokulmuş durumdadır.
Seçim tarihi yaklaştıkça iktidarın halk kitlelerine yönelik bir yandan bu türden “havuç politikaları”nı devreye sokacağı, diğer yandan ise “beka” sorunu adı altında, güvenlik gerekçesiyle yoğun bir ırkçı ve şovenist söylem eşliğinde halka yönelik “sopa politikaları”nı daha da artıracağı kesindir. Türk devleti açısından devletlerini yönetebilmek, işçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri üzerinde denetimlerini sürdürebilmek, sınıf iktidarlarının devamını sağlayabilmek için bu türden “rıza üretme politikaları” şarttır.
Halihazırda AKP-MHP iktidarının, halka yönelik baskı politikalarını tüm hızıyla sürdürdüğü bir gerçektir. Önce Şebnem Korur Fincancı’nın ardından Ekmek Üreticileri Sendikası Başkanı Cihan Kolivar’ın, katıldığı bir TV programında sarf ettiği sözler nedeniyle “Cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla tutuklanması bu faşist baskının son örneğidir. Bu tutuklamalar -diğer benzer örneklerde olduğu gibi- AKP-MHP iktidarının yönetme kapasitesinin içinde bulunduğu durumu göstermesi açısından anlamlıdır. Elbette Şebnem Korur Fincancı’nın tutuklanmasının kimi özel nedenleri vardır. Sadece faşist bir terör söz konusu değil. Devlet özellikle Kürt ulusal sorunu gibi bir konuda iktidardan farklı düşünen herkese net bir mesaj vermiştir. Şebnem Hoca’nın tutuklanması karşısında günümüzün “demokrasi” havarisi kesilen Kemalist çevrelerin suskunluğu, verilen mesajın net olarak anlaşıldığını göstermesinin yanında bütün burjuva renklerin (İslamcı, Türkçü ve Kemalist) aynı devletlü safta dizilmeleri tabi ki hakim sınıfların sınıfsal çıkarlarıyla ilgilidir. Ezilen Kürt ulusuna yönelik hakim ulus şovenizminin kimyasal gazlarla yeniden üretilmesi ve tahkim edilmesidir. Bu faşist baskı ve saldırganlığın seçimler yaklaştıkça daha da artırılacağı tarihsel tecrübe ile sabittir.
Nitekim İstanbul Taksim’de 13 Kasım’da yaşanan saldırı, Haziran 2015-1 Kasım arasında devletin halka yönelik gerçekleştirdiği terör saldırılarından bağımsız değildir. Türk devlet aygıtı, seçim çalışmalarına başlamış durumdadır. Kendi örgütlediği ya da açıktan yol verdiği çeteler aracılığıyla bu türden katliam saldırıları gerçekleştirilerek, halkı sindirme ve bastırma politikasını devreye sokmuş durumdadır.
AKP-MHP iktidarı sadece baskı politikası uygulamıyor elbette. Örneğin merkezi feodal Osmanlı iktidarında gördüğümüz Alevi dergahlarına Nakşibendi şeyhlerinin atanması politikasında olduğu gibi Alevi inancını Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlayarak kayyım politikasını sürdürüyor. Alevi inancına sahip halk kitleleri içinde “devletin Alevisi”ni yaratmak amaçlanıyor. Alevi inancını bir kültür olarak tanımlayıp kodlayan bu hakim faşist zihniyet, kadro açarak, maaş vererek bir kısım Alevi’yi devlet kapısında kul etmeyi hedefliyor.
Öte yandan daha düne kadar demediğini bırakmadığı ve hatta Anayasa Mahkemesi’nde kapatma davası açtığı HDP’ye yönelik ziyaret gerçekleştiriliyor. Bununla kalmayıp, faşist MHP lideri Devlet Bahçeli’nin ağzından bu görüşmenin “doğal olduğunu” açıklıyor. Kürde kimyasal silah kullanmayı meşru gören faşist zihniyet, iktidarda kalma ve yönetme adına her türlü pragmatist adımı atmakta beis görmüyor. Ancak yine de onca saldırgan açıklamadan sonra iktidar açısından HDP’yle görüşme adımı belli bir sıkışmışlığı gösterdiği kadar manevra yapma ihtiyacına da işaret ediyor.
Majestelerinin muhalefeti!
AKP-MHP iktidarı bu adımlar atarken, “Sarayın muhalefeti” CHP, başörtüsü adımı atıyor! CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu daha önce “faiz lobisi” diyerek yerden yere vurduğu İngiltere’ye ziyaret gerçekleştiriyor. Emperyalist mahfillerde düzenin yeniden restorasyonu için destek arıyor. Tıpkı daha önceden SADAT hamlesinde olduğu gibi bu kez Suçişleri Bakanı S.Soylu üzerinden uyuşturucu ticaretini gündeme getiriyor.
Ki bu durum, Türk devletinin uluslararası kamuoyunda uyuşturucu kaçakçısı bir devlet olarak teşhir olmasının hakim sınıfları en azından bir kısmının rahatsızlığını dile getirilmesi olarak ortaya çıkıyor. Yoksa öteden beri, -AKP öncesi de dahil olmak üzere-Türk devletinin halka karşı yürütmüş olduğu savaşı bu türden gayri meşru yollarla finanse ettiği bilinmiyor değil. Şimdiki durumda hakim sınıfların en azından belli bir kliğince bu rahatsızlığın dile getirilmesinin nedeni uyuşturucu kaçakçılığının “fotoroman” düzeyinde ayyuka çıkmasıyla ilgilidir. Türk devlet aygıtının teşhir olmasının boyutlarına itirazdır.
Burjuva muhalefetin temsilciliğine soyunan “Altılı Masa”nın önde gelen partilerinin AKP’nin anayasa değişikliği bahanesiyle HDP’ye yönelik ziyaretine gösterdiği tepkiler, muhalefetin seçimleri kazanması halinde nasıl bir Türkiye istediğini de özetler niteliktedir.
İktidarıyla muhalefetiyle bütün hakim sınıflar, devrimci-demokratik mücadelenin en güçlü öznelerinden biri olan HDP’ye “Anayasaya aykırı da olsa” siyaset yaptırmayacaklarını bir kez daha göstermiş durumdadırlar. Söz konusu temel demokratik bir talep olsa da gereği yapılmakta ve HDP gibi demokratik partiler şeytanlaştırılmaktadır. Ancak çıkarlar söz konusu olduğunda son görüşmeye yönelik yapılan açıklamalarda olduğu gibi HDP’nin meşru ve demokratik bir parti olduğu hatırlanmaktadır. Burjuvazinin ikiyüzlülüğü ve pragmatizmi sahne almaktadır.
Muhalif hakim sınıf kliğinin çeşitli renkten bu partilerinin “demokrasi savunuculuğu” sadece köprüyü geçene kadardır. Bu “köprü” de seçimlerdir. Seçimlere kadar yüzlerindeki demokrasi maskesini düşürmemeye gayret edeceklerdir. Ancak söz konusu temsil ettikleri hakim sınıfların çıkarları ve bu anlamıyla devletlerinin bekaları olduğunda aynı safta buluşmakta bir an olsun geri durmayacaklarıdır.
Nitekim iktidarıyla muhalefetiyle her renkten hakim sınıf partilerinin ekonomik kriz nedeniyle halkın içinde bulunduğu derin yokluk ve yoksulluk karşısında çözüm olma gücü ve iradesi yoktur. Burjuva-faşist muhalefet, ekonomik kriz sonucunda halk kitlelerinin yaşadığı sorunları kendi iktidarı için bir kaldıraç olarak kullanmak istemektedir. Halkın içinde bulunduğu koşullara yönelik itirazını deyim yerindeyse ellerini ovuşturarak izlemekte ve “az kaldı gidecekler” propagandası yapmaktadır.
Hakim sınıf partilerinin bu karşılıklı danışıklı dövüş pratiğine her türden reformist sol parti de yedeklenmektedir. “Tayyip gitsin de kim gelirse gelsin” biçiminde özetlenebilecek bir anlayışla, önümüzdeki seçimlerin bir kader seçimi olduğunu propaganda etmektedirler. M.Kemal’in “yarım bıraktığı” Cumhuriyetin ikinci yüzyılını yeniden kuracaklarını ilan etmektedirler. 10 Kasım vesilesiyle komprador burjuvalarla yarışırcasına M.Kemal’in anma yarışına giren bu çevreler, M.Kemal’in ilk icraatlarından birinin M.Suphi ve yoldaşlarını katlettirerek, bu topraklarda komünist düşüncenin Karadeniz’in soğuk ve derin sularına ilelebet gömmek istediğini bilmez değildir.
Halk kitlelerinin düzene yönelik öfke ve tepkisinin alttan alta biriktiği koşullarda ilericilik ve hatta komünistlik adına bu türden politikaların savunulması nedensiz değildir. Bu çevreler, halk kitlelerinin içinde bulundukları koşullara ve özellikle de ekonomik krizinden kaynaklı yaşadıklarına yönelik tepkisini, kendi klik çıkarlarının arkasına almak isteyen burjuva muhalefetin, “Cumhuriyeti restorasyon politikası”na M.Kemal’i anarak da yedeklenmektedirler. Burjuva muhalefete düzenin restorasyonunda bizde varız demektedirler.
Sosyal şovenizm her daim Türk faşizminin yedek lastiği işlevi görmüştür. Açıktır ki, bu türden ideolojik politik tutumlara karşı kesintisiz bir ideolojik mücadele gerekli olduğu kadar halk kitleleri üzerindeki politik etkilerine karşı da durmak gerekir. Bu türden anlayışların salt AKP karşıtlığında somutlanan politikaları, düzenin gerçek niteliğini gizlemektedir. Son yirmi yıllık süreci “cumhuriyetin karşı devrimi” olarak gören ve önümüzdeki seçimleri tek kurtuluş yolu olarak propaganda eden yaklaşımlara karşı, yüzyıllık cumhuriyet tarihinin toplamda halk düşmanı bir pratik üzerinden yükseldiğini, dahası seçimlerin kurtuluş yolu olmadığını, tek kurtuluş yolunun devrim olduğunu propaganda etmek gerekir.
Gerçekler devrimcidir!
Dünya çapında yaşanan gelişmeler, başta ekonomik kriz olmak üzere Türkiye’deki durumu doğrudan etkilemektedir. Türkiye Cumhuriyeti sefalet endeksi verilerinde ilk sırada yer almaktadır. Rejim, uluslararası kamuoyunda kara para aklama ve uyuşturucu merkezi olarak görülmektedir. Cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik krizi yaşanmaktadır. Faşizm, fakirden alıp zengine aktarmaya devam etmekte; soygun, hırsızlık ve yolsuzluk haberleri sıradan kabul edilmektedir.
İşçi sınıfı ve emekçi halka kölelik koşullarında yaşama ve çalışma rejimi dayatılmaktadır. Bartın Amasra’da 42 maden işçisinin göz göre katledildiği ve bu katliamın nedeninin apaçık ortada olduğu koşullarda iş cinayetleri hız kemeden devam etmektedir. Erzin’de fabrikada kıyafeti paketleme makinesine kapılan 14 yaşındaki Dicle Nur Selçuk örneğinde olduğu gibi çocuk işçiler çalışırken katledilmektedir. İSİG Meclisi raporunda Ocak ayından beri en az 1.359 işçinin çalışırken yaşamını yitirdiği belirtilmekte ve sadece yetişkinlerin değil çocukların da çalışırken katledildiği belirtilmektedir. Raporda 14 yaş altı 21 çocuğun çalıştırılırken öldüğü ve çocuk işçiliğinin giderek artığı ifade edilerek 10 yaşında metal işçisi çocuk olduğu ifade edilmektedir. (12 Ekim)
Derinleşen ekonomik kriz, okul çağında çocukları eğitim dışı bırakmaktadır. Ekonomik kriz nedeniyle kitlesel okul terkleri yaşanmaktadır.
Öğrenci Veli Derneği (Veli-Der) Başkanı Ömer Yılmaz; 2020-2021 istatistiklerine göre devamsızlar ve okul kaydı olup gitmeyenler hariç 5-17 yaş grubunda 1 milyon 200 bin 892 çocuğun örgün eğitim dışında olduğunu, açık öğretimde kayıtlı öğrenci sayısının ise 1 milyon 738 bin 198 olduğunu belirtmektedir. Örgün eğitim içinde gösterilen ancak yalnızca bir gün okula giden, velilerin ve çocukların beyanına göre ise o bir günde dahi çalıştırılmaya devam edilen, okul dışına çıkan, “çocuk işçi” haline getirilen mesleki eğitim merkezlerindeki öğrenci sayısı ise son yedi ay içerisinde 160 binden 1 milyona ulaştığını açıklamakta ve “son iki yılda yapılan zamların ardından en az iki çocuğumuzdan biri açlıkla karşı karşıya” demektedir. (11 Kasım)
Okula gidebilen çocuklar ise 8-10 saat okullarda aç kalmakta, eğitim emekçilerinin öğrencilerin açlıktan bayıldığı, derslerde uyuyakaldığı görüntüleri sosyal medyada dolaşmaktadır. Sadece bu durum bile işçi sınıfının ve emekçi halkın yaşamak zorunda bırakıldığı koşulları göstermekte, düzenin gerçeğini gözler önüne sermektedir. Çocukların yaşamak için çalışmak zorunda kaldığı, çalışırken ise iş cinayetlerinde katledildiği, okula giden çocukların ise açlıktan katledildiği bir düzende, halka isyan etmemesini söyleyenler, sokaklara çıkmamasını propaganda edenler halk düşmanıdırlar.
Açların kurtuluşu için tek yol devrim!
Bu koşullar altında AKP-MHP iktidarı tüm propaganda araçlarını devreye sokmuş durumdadır. Bunda da belli oranda başarılı olduğunu kabul etmek gerekir. Burjuva muhalefet ise halk kitlelerine sokağa çıkmamalarını, seçimleri beklemeyi propaganda etmektedir.
Bartın’daki maden katliamında olduğu gibi işçiye metan gazını reva gören, her gün kadınların katledilmesini olağanlaştıran, dahası kendi iktidarlarını korumak için başta LGBTİ+’lar olmak üzere kendinden olmayan herkese karşı kin ve nefret politikasını sürekli bir biçimde gündemde tutan faşist bir iktidara karşı mücadele etmemeyi, dahası silaha sarılıp isyan etmemeyi salık veren her anlayış, bu düzenin devamından yanadır.
Kendi askerinin cenazesini bile yakan, sıkıştığı yerde kimyasal silah kullanabilen bir devlet geleneğinin olduğu, milyonlarca insanın açlıkla ve yoksullukla karşı karşıya bırakıldığı koşullarda, seçimleri çözüm olarak propaganda etmek, dahası buradan bir değişim yaşanacağını ileri sürmek politik aptallık değilse bile, bu düzenin sürgit devam etmesinden yanadır.
Zira yaşananlar, düzenin yapısal krizlerinin gerçekliğinin bir izdüşümüdür. Korkunç bir sömürü ve zulümle, tekçi bir anlayışla varlığını sürdüren sistem büyük bir yapısal sorun içindedir. Türk burjuvazisi bu krizinin gerçek nedenini bundan kurtuluşa dair gerçek çözümü, sürekli bir şekilde bilinçlerden gizleme çabası içindedir.
Reformist anlayışların önü bunca açılırken devrimci, yurtsever güçlere azgınca yönelen saldırıların nedeni de budur! Faşist diktatörlüğün ve onun sömürü düzeninin ancak bir devrimle yıkılabileceği, gerçek kurtuluşun halk iktidarıyla sağlanabileceğini savunanlar yok edilmek istenmektedir. Düzen yaşadığı derin krize, bunun yapısal nedenlerine ve gerçek alternatifine dair fikirlere büyük bir tahammülsüzlük duymaktadır.
Ancak her şeye rağmen devrim, ezilen milyonların eşit, özgür ve insanca koşullarda yaşayabileceği bir dünyanın kapısını açacak olan yegane anahtar olmayı sürdürüyor. Ezilenlerin gerçek kurtuluşu olacak olan devrim, tüm ideolojik saldırı ve kuşatmalara rağmen hala günceldir ve mümkündür.
Seçimler vesilesiyle ezilen kitlelerin dipten gelen öfkesi ve tepkisi düzenin derin dehlizlerine kanalize edilmek istenirken, devrim fikrini, imkanını güncel tutmak ve bu saldırıya karşı ideolojik bir barikat örmek elzemdir.
Birleşik Mücadele Güçleri olarak başlatılan, “Açlığa, İşgale ve Faşizme Karşı Tek Yol Devrim” şiarlı kampanya tam da bu nedenle bir ihtiyaç ve gerekliliktir. Sokağı, fiili ve meşru mücadeleyi örgütlemek, çözümün devrim olduğunu propaganda etmek, çocukların iş cinayetlerinde katledildiği, açlıktan bayıldığı koşullarda tek yoldur.