Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan Ağustos ayı başında “Dünya küçülürken biz üreterek büyümeye devam ediyoruz” derken, ay sonunda ise “Halihazırda önümüzdeki en büyük sıkıntı ekonomide yaşadığımız hayat pahalılığı meselesidir. Bütün bu meseleleri geride bıraktık, geride bırakıyoruz. Her şeyde olduğu gibi bunda da bir hayır vardır diyoruz” açıklamasında bulunuyordu. (30.08.22)
R.T.Erdoğan başta olmak üzere hakim sınıf temsilcileri aylardır ekonominin büyüdüğü propagandasını yapıyorlar. İşçi sınıfı ve halk gittikçe yoksullaşır ve alım gücü korkunç bir şekilde düşerken bir büyüme propagandasıdır almış başını gidiyor. Büyüyen ekonominin kimin ekonomisi olduğu, kimlerin bu süreçte palazlandığı ise özellikle gözlerden kaçırılıyor. Ama işte diğer yandan mızrak çuvala sığmıyor. Kendi aralarındaki rant dalaşı, yapılan yolsuzluk ve hırsızlıkların çok küçük bir kısmını faş ediyor.
Büyüyen ekonominin halkın olmadığı, zenginlerin ve patronların ekonomisi olduğu açıktır. AKP-MHP iktidarının ekonomik krizi fırsata çevirmek için uygulamaya koyduğu “Türkiye Ekonomi Modeli”, halkı soymanın, hırsızlığın, yolsuzluğun ve servet transferinin ekonomik modeli olarak hakim sınıfların temsilcileri tarafından “başarıyla” uygulanıyor. Cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik krizlerinden biri yaşanırken bu krize büyük bir “bölüşüm” eşlik ediyor. Bir gecede milyarlarca dolarlık vurgun yapanlar, halka “her işte bir hayır vardır” diyor, servetlerine servet katanlar kitlelere “sabır” tavsiyesinde bulunuyor.
Ekonomi büyüyor ama işsizlik 8 milyonu geçiyor! Sosyal yardım alan aile sayısı 4.3 milyona çıkıyor. Ekonomi büyüyor ama 24 milyon icra dosyası oluyor, bir yılda 105 bin esnaf kepenk indiriyor! Ekonomi büyüyor ama “Bireysel Kredi ve Kredi Kartı Borcunu Ödememiş Gerçek Kişilerden Borcu Devam Etmekte Olan Kişi Sayısı”, 4.1 milyonu geçiyor! Ekonomi büyüyor ama Türkiye Sefalet Endeksi’nde 90 puanla ilk sırada yer alıyor! Ekonomi büyüyor ama bir simit beş, bir bardak çay 7 liraya satılıyor! Ekonomi büyüyor ama elektrik ve doğalgaza yapılan zamlar sonrasında iki faturanın karşılığı asgari ücretin beşte birine karşılık geliyor!
Büyüyen ekonomi halkın ekonomisi değildir. Tam aksine halkın ekonomisi gün geçtikçe küçülmektedir. Buna karşılık komprador patronların, bürokratların ekonomisi ise büyümektedir. “Beşli çete” olarak bilinen ve gerçekte sayıları daha fazla olan yandaş zenginlere verilen “ballı ihalale”lerle halkın sadece bugünü değil, geleceği de çalınmaktadır.
Son süreçte haklı olarak tartışma konusu olan TÜİK’in sermaye ve işgücünün milli gelirden aldığı payı açıkladığı rakamlar bile ekonomik krizin zenginler ve patronlar için değil, işçi ve emekçiler açısından yaşandığını ortaya koyuyor. Faşizmin resmi kurumunun açıkladığı rakamlar dahi, AKP-MHP faşist blokunun ekonomi yönetiminin kurduğu düzenin zenginler ve patronlara çalıştığını gösteriyor. TÜİK’e göre bile göre 2016 yılında patronların gelirden aldıkları payın % 41.1’den 2022’de % 54’e yükseldiği; işçilerin gelirden aldıkları payın ise 2016’da % 40.5’ken 2022’de % 25.5’e düştüğü açıklanıyor.
Kısacası var olan düzen işçiden ve emekçiden alıp, patronlara ve zenginlere veriyor. Ekonomik kriz yoksulu vuruyor. Geniş kitlelerin alım gücü düşüyor, yoksul daha da yoksullaşıyor. Krizin etkisi başta işçi sınıfı olmak üzere geniş emekçi kitleler tarafından derinden hissedilirken, buna karşı itiraz sesleri yükseliyor.
Son olarak Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası’nın eylemi polis saldırısına maruz kalıyor. Meşru ve haklı talepleri için sokağa çıkan kitleler işkenceye uğruyor, “suçişleri bakanı” tarafından doğrudan hedef gösteriliyor.
Bu koşullar altında düzen siyaseti, hakkını arayan kitlelere yönelik faşist saldırganlığını daha artırıyor. “Vatan, millet, ezan, bayrak” propagandasıyla halkı soyanlar, mafya lideri Sedat Peker’in yeniden başlayan itiraflarıyla “görevden af”larını isterken, hakim sınıf kliğinin muhalefeti, S.Peker, itiraf ve iddialarını “yargı”ya taşıyor.
Düne kadar halkı tehdit edip, demokrat ve ilericileri “kan banyosu” ile tehdit eden, lakin pay kapma dalaşında dışlanınca “vatanın serdengeçtisi”ni olduğunu hatırlayan bir kontrgerilla unsuru, düzen siyasetinde kıymete biniyor. Yapılan yolsuzluk ve hırsızlıkların çok küçük bir kesiminin tartışılır olması, “vatan millet” diyenlerin ortaklıkları bozulunca birbirlerine girmesini unutturuyor. Düzen siyasetinde “vatanseverliğin, alçakların son sığınağı” olduğu bir kez daha burjuva muhalefet tarafından manipülasyona uğratılıyor. Mafya unsurlarından, lümpen tiplerden kurtarıcı kahramanlar yaratılıyor. Dünün Topal Osmanları günümüzün S.Pekerleri, Alaattin Çakıcıları olarak “devletle kol kola” fotoğraf veriyor.
“Çürüme ve çökme rejimi” her alanda el ele, kol kola yürüyor!
Devrimciler M.Kemal’in mirasçısı değildir
Ekonomik krizin giderek ağırlaştığı koşullarda, halkın içinde bulunduğu duruma yönelik öfke ve tepkisi bir kez daha düzen içine çekilerek, muhalif hakim sınıf kliğinin seçim endeksli ve düzenin restorasyonu hedefli politikasına tabi kılınmak isteniyor. Hakim sınıf kliklerinin iktidarı ve muhalefetiyle kendi klik çıkarlarını önceleyen bir şekilde seçimlere “bekaa sorunu” olarak bakması anlaşılırdır. Ancak bu seçimlerin halk açısından bir “kader seçimi” olacağını propaganda etmek anlaşılır olmadığı gibi kabul edilemezdir. Bu türden bir propaganda faşizmin niteliği ve sürekliliğini gözardı eden dahası karartan bir yaklaşıma sahiptir.
AKP “3Y” ile hükümete geldi. Yolsuzluk, Yoksulluk ve Yasaklar alanında vaat ettiklerini fazlasıyla yerine getirmiş görünüyor! AKP öncesinde patron-ağalar, Türk burjuvazisi, bu icraatlarını Türkçü Kemalist ideolojiyle sarıp sarmalar, öyle propaganda ederdi. R.T.Erdoğan öncülüğünde İslamcı kadrolar ise yolsuzlukları, yoksulluğu ve yasakları din şalıyla örtmekte gayet başarılı oldular. “Akif nesil yaratacağız” diye çıktıkları yolda, ancak pudra şekeri çeken “dava adamları” yarattılar. Çökme rejimi, istikrarlı bir şekilde sürdürüldü.
Bu istikrarın nasıl olduğunu anlamak için sadece Kürdistan coğrafyasına bakmak yeter. Kürt ulusuna yönelik uygulana gelen ulusal inkar, asimilasyon ve katletme politikası, Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze hangi hakim sınıf temsilcisi parti olursa olsun istikrarlı bir biçimde sürdürülmektedir. Bu gerçeği görmek için komünist olmaya da gerek yok. Dün Amed’de İbrahim Kaypakkaya’nın naaşını bir torba içinde babasına veren devlet pratiği bugün Kürt ulusal özgürlük gerillası Hakan Aslan’ın naaşını da Amed’de babasına bir kutu içinde vermektedir.
Devlette istikrar sürmektedir!
Bu anlamıyla kuruluşundan günümüze Cumhuriyetin kimin cumhuriyeti olduğu ortadadır. Şimdilerde 30 Ağustos nedeniyle hakim sınıfların bütün klikleri, (aralarındaki nüanslara rağmen) M. Kemal’i andılar. Çökme rejiminin kurucusunun mirasına ve “zafer”ine sahip çıktıklarını açıkladılar. Bu anlaşılırdır. Anlaşılırdır çünkü onun liderliğinde İttihatçı kadrolar, “Milli Mücadele”nin önderliğini ele geçirdiler ve bir devrim olanağını dönemin emperyalistleriyle anlaşarak ezdiler. Bu anlamıyla günümüzün hakim sınıf temsilcilerinin M.Kemal’i anmaları ve ona şükranlarını sunmaları normaldir. Normal olmayan kendisine solcu, devrimci diyenlerin M.Kemal’i anmaları, onun mirasına sahip çıktıklarını propaganda etmeleridir.
Bu türden yaklaşımlar tarih bilmezliğin ya da bilinç bulanıklığının ürünü değildir. Çünkü M.Kemal’in neyi temsil ettiği, kimlerin sınıfsal çıkarını savunduğu devrimciler açısından bilinmez değildir: “Kemalistlerin ‘tam bağımsızlık’ ilkesi, ‘yarı-sömürge’ yapıyı seve seve kabullenmek anlamına gelir ve komünistlerin bunda sahip çıkacakları hiçbir şey yoktur. … Bize gelince, biz, her milliyetten emekçi halkın, yiğit işçilerimizin ve köylülerimizin mücadelelerinin mirasçısıyız. Kemalistlerin Kurtuluş Savaşı’nda başına geçerek körelttikleri, daha sonraları da her fırsatta hunharca ezdikleri kitlelerin tükenmez enerjilerinin, destanlar dolduran yiğitliklerinin, sönmez mücadele azimlerinin, yakıcı sınıf kinlerinin mirasçılarıyız. Şafak revizyonistlerinin miras diye ellerinde tuttukları şeyin gerçek mahiyetlerini emekçi kitleler iyi bilirler. O miras, köylülerimizin ensesine dayanmış jandarma dipçiğidir, karakol dayağıdır, toprak ağalarının kırbacıdır, kitleler için açlık ve felaket getiren herşeydir. Azınlık milliyetlere zulümdür. İngiliz, Fransız ve Alman emperyalistleriyle ‘sınıf kardeşliği’ nişanesidir! O mirası elinizde tuttukça, emekçi kitleler size nicedir içinde taşıdıkları yaman bir öfkeyle bakacaklardır.” (İbrahim Kaypakkaya, Bütün Yazılar, Nisan Yayımcılık)
Günümüzde kendine solcu ve hatta devrimci diyenlerin M.Kemal’i anmaları, onun cumhuriyetine sahip çıkmalarının nedeni hakim sınıfların içinde bulundukları durum ve yaşanan ekonomik krizin etkisiyle kitlelerin düzen dışına çıkma olasılığının baş göstermesidir. Dipte biriken dalganın yüzeye vurma tehlikesidir. Yeni Gezilere çıkma ihtimalidir. Bu nedenle bu türden anlayışlar sol ve devrimcilik adına rejimin restorasyonuna “sol”dan itfaiyecilik katkısı yapmaktadırlar. Bu göreve hazır olduklarını, önümüzdeki seçimin bu anlamıyla bir “dönüm” noktası olduğunu, kendi üzerlerine düşen “tarihsel misyonu” oynayacaklarını ilan etmektedirler.
Nitekim ekonomik krizin derinleştiği ve etkisini çarşı pazarda daha fazla gösterdiği koşullarda Türkiye siyaseti “seçim”e kilitlenmiş durumdadır. Hem hakim sınıf partileri hem de halk saflarında olan parti ve örgütler, çalışmalarını bu hedefe göre örgütlüyor.
Bu hedef temelinde yeni ittifak ve güç birlikleri açıklanıyor. Hakim sınıf kliklerinin her iki kanadı açısından seçim endeksli bir siyasetin şekillenmesi anlaşılırdır. Türkiye’de her ne kadar, kimi küçük kısa dönemler hariç, esas olarak faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü, seçimler ve parlamentonun faşizmi maskeleyen bir işlev gördüğü ve tam da bu nedenle de hakim sınıf partileri tarafından önemsendiği bir gerçektir. Her şey bir yana seçimler, hakim sınıf partileri arasında rakip kliği baskılamanın, kendi klik çıkarlarını, sömürü ve hırsızlıklarını gerçekleştirmenin, halkı “demokrasi” yalanlarıyla oyalamanın ve halk düşmanlığını maskelemenin önemli bir aracı olarak ele alınmaktadır.
Nitekim R.T.Erdoğan daha şimdiden seçim çalışmalarına başlamış durumdadır. Önce Rojava’ya ardından da Yunanistan’a yönelik “bir gece ansızın gelebiliriz” tehditleri bunun ürünüdür. Bir başka seçim çalışması da Alevi inancına sahip halkımız üzerinden sürdürülmektedir. Önce Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda “Alevilik Dairesi” kurulmasıyla, Alevi inancını bir “kültür” kategorisine yerleştirmek ardından da kendi Alevilik tanımı dışındakileri sapkın ilan etmek, cumhuriyetin kuruluşundan günümüze uygulanan, baskı ve asimilasyon politikasının devamıdır. Dahası Alevilerin neye ve nasıl inanacağına karar verip, bu “fetva”nın dışındakileri; “Dinsiz, imansız, amelsiz, sadece ve sadece sapkın zevklerin üzerine bina edilmiş alevilik olmaz” (02.09.22. R.T.Erdoğan) diyerek hedef gösterip “sapkın zevk sahibi” ilan etmek ancak ve ancak faşist bir zihniyetin ürünüdür.
Başka bir yol mümkün!
Bu anlamıyla elbette Türkiye’de seçimler önemlidir. Devrimci siyaset açısından da mutlaka dikkate alınmalıdır. Ancak erken seçim, zamanında seçim ve dahası seçimlerin yapılıp yapılmayacağının tartışıldığı koşullarda, devrimci çalışmayı sadece seçime endeksli bir faaliyet olarak ele almamak gerekir. Seçim sathı mahaline girildiği koşullarda, reformist bir hattı olduğu tartışma konusu bile olmayacak olan kimi çevrelerin, “seçim değil devrim” sloganlarıyla devrimciliği sadece legal ve yasal çalışmaya, parlamentoya ve seçimlere indirdiği koşullarda, Türkiye koşullarında başka bir yolun mümkün ve hatta gerekli olduğunu her fırsatta propaganda etmek gerekir.
Nihayetinde Türkiye koşullarında seçimler önemlidir ancak her şey değildir. Önemsenmelidir ancak belirleyici değildir. Bu toprakların tarihinde uzak geçmişte “sopalı seçimlerin” yakın geçmişte ise 7 Haziran-1 Kasım 2015 Genel Seçimleri arasında yaşanan süreç halen hafızalardadır. Dolayısıyla seçimlere tayin edici bir anlam yüklemek, halkı faşizm karşısında silahsızlandırmaktan ve dahası düzen dışı olası mücadele dinamiklerini köreltmekten, sokağı ve devrimci eylem seçeneğini karartmaktan başka bir anlam taşımaz. Ve tam da bu anlayış sahipleri seçim sathı mahalline girildiği koşullarda bu role soyunmuş durumdadır.
Bir başka yolun mümkünlüğü –kimi eksik ve yetersizliklerine rağmen– bu topraklarda vardır. Birleşik devrimci mücadele devrimin mümkünlüğünün devrimci adresidir. Her alanda ve koşulda, birleşik devrimci mücadeleyi örgütlemek, kitlere örgütlenmenin gerekliliği ve devrimin gerekliliğinin propagandası yapmak olmazsa olmazdır.
Ölülerimize bile saygısı olmayan dahası ölü bedenlerimizi bir torba içinde bize teslim eden devlet gerçekliği karşısında devrimci mücadeleye omuz vermek, birleşik devrimci mücadele saflarını güçlendirmek, her türden reformculuğa, parlamenter hayallere, rejimin restorasyonuna “sol”dan aday olan düzeniçi zehre karşı kitlelerin devrimci eylemini panzehir olarak var etmek gerekir.