Almanya’nın Polonya’yı işgal ettiği ve II. Emperyalist Dünya Savaşı’nın başladığı tarih olan 1 Eylül tarihi, “Dünya Barış Günü” olarak kutlanmaktadır. Emperyalistler arası rekabetin keskinleştiği, kamplaşmanın giderek belirginleştiği ve Rusya’nın Ukrayna işgaliyle birlikte ve Ukrayna’da ABD-AB emperyalistleriyle Rusya (ve Çin) emperyalistlerinin askeri çatışma içinde bulunduğu koşullarda karşıladık “1 Eylül Dünya Barış Günü”nü.
Uluslararası alanda yaşanan gelişmeler yeni bir paylaşım savaşının (III. Emperyalist Paylaşım Savaşı) işaretlerinin gittikçe belirginleştiğini gösteriyor. Şimdiki durumda dünya pazarlarını paylaşmış olan emperyalist tekellerin özellikle “piyasa değerleri” açısından orantısızlığı, yeni bir paylaşım savaşına ihtiyaç gerektirmese de bu durum yanıltıcı olmamalıdır.
Esasen kapitalizmin gelişim dinamiklerinin krizi ve savaşı doğurduğunu, emperyalizmin aynı zamanda savaş demek olduğunu V.İ.Lenin yüzyıl önce 23 Ağustos 1915’te, oldukça net bir şekilde ifade etmektedir: “Kapitalizm altında güç kullanmaktan başka bir paylaşım zemini ve paylaşım ilkesi mümkün değildir. (…) Kapitalist bir devletin gerçek gücünü sınamanın savaştan başka bir yolu yoktur ve olamaz. Savaş özel mülkiyetin temelleriyle çelişmez, bilakis bu temellerin doğrudan ve kaçınılmaz bir ürünüdür. Kapitalizm altında tek tek işletmelerin ve tek tek devletlerin düzgün ekonomik büyümesi imkânsızdır. Kapitalizmde periyodik biçimde sarsılan dengeyi yeniden sağlamanın sanayide krizler ve siyasette savaşlardan başka bir yolu yoktur.”
Dolayısıyla bir sistem olarak özel mülkiyet rejimi ve kapitalist sistem savaşlara ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle uluslararası alanda yaşanan gelişmeler ve emperyalist tekellerin rekabeti yeni bir emperyalist paylaşım savaş tehlikesine işaret etmektedir. Ve günümüz koşullarında olası bir emperyalist paylaşım savaşına karşı mücadele etmek ve “barış”ı savunmak önem kazanmaktadır.
Kuşkusuz bahsini ettiğimiz barış, emperyalist, haksız işgal ve ilhak savaşlarına karşı direniş ve mücadeleleri, haklı savaşları desteklemekten ve dahası haksız savaşlara karşı haklı savaşlar vermekten geçmektedir. Uluslararası proletaryanın ve ezilen dünya halklarının sayısız tarihsel tecrübesinin ve devrimlerinin bize öğrettiği gerçek, haksız savaşları önlemenin tek yolunun, haklı savaşları örgütlemekten geçtiğidir. Başkan Mao Zedung’un ifadesiyle “ya devrim savaşı önler ya da savaş devrime yol açar.”
Kısacası her iki ihtimalin iç içe olduğu tarihsel bir süreçteyiz. Günümüz koşullarında yeni bir emperyalist paylaşım savaşına göre konumlanmak ve hazırlanmak gerekir. Öncelikle barış adı altında her türden “savaş karşıtlığı”na karşı durulmalıdır. Emperyalistlerin haksız pazar savaşlarına karşı, uluslararası proletarya ve ezilen halklarının haklı savaşları kaçınılmazdır, meşrudur!
Enternasyonal proletarya, yeni bir paylaşım savaşı tehlikesine karşı, devrimleri örgütlemek görevi ile karşı karşıyadır. Ya da olası bir paylaşım savaşını devrime dönüştürmek için “kendi burjuvazisi”ne karşı savaşmalıdır.
Bu anlamda Hindistan’da ve Filipinler’de komünist partiler önderliğinde sürdürülen Halk Savaşları önemli bir yerde durmaktadır.
Yine ezilen ulusların başta coğrafyamızdaki Filistin ve Kürt ulusları olmak üzere, işgale, ilhaka karşı mücadeleleri ve savaşları haklı ve meşru savaşlardır. Bu savaşları desteklemek, ezilen ulusların mücadelelerini savunmak enternasyonal proletaryanın görevleri arasındadır.
Filistin ulusal mücadelesini destekleyip Kürt ulusal mücadelesine kayıtsız kalmak ve hatta bu mücadeleyi “emperyalizmin oyunu olarak tanımlamak ancak ve ancak iflah olmaz faşistlerin ve sosyal şoven anlayışların ürünüdür.
“Ahlat pozu” yeni bir başlangıç değil sürecin ürünüdür!
Emperyalistler arası çelişkinin keskinleştiği, yeni bir paylaşım savaşı tehlikesinin işaretlerinin ortaya çıktığı koşullarda Türk hakim sınıfları, “geleneksel” siyasetlerini izlemekte kararlı görünüyorlar.
Emperyalistler arası çelişkilerden kendi çıkarlarına azami oranda yararlanma olarak özetleyeceğimiz bu geleneksel siyaset, içerde Türkiye ekonomisinin emperyalist sermayenin ihtiyaçlarına göre konumlandırılması, sınır dışında ise başta Kürt ulusunun kazanımlarının tasfiye edilmesi olmak üzere, Suriye ve Irak’ta “güvenlik” gerekçesiyle belli bölgelerin işgal ve ilhak edilmesi üzerinden yükseliyor.
Türkiye ekonomisinin emperyalist sermayenin çıkarlarına göre şekillendirmesi politikası, içerde bu ihtiyaca uygun bir “emek rejimi”nin şekillendirilmesini şart koşmaktadır. Bu rejim, nitelik gerektirmeyen ve ucuz işgücüne dayalı bir “emek rejimi”dir. Bu ihtiyaç doğrultusunda başta tarımsal üretim içinde yer alan küçük üretici köylülüğün mülksüzleştirilerek iş gücü piyasasına sürülüşü ve yine başta Suriyeliler olmak üzere göçmen/sığınmacı emeğine ihtiyaç duymaktadır.
Açlık sınırının altındaki asgari ücretin milyonlarca emekçi için ortalama ücret haline getirildiği, milyonlarca insanın iş güvencesinden yoksun bir şekilde ucuza çalıştırılmasına dayanan bu “emek rejimi”, Organize Sanayi Bölgeleri’nin demiryollarıyla limanlara bağlanması ve böylelikle Türkiye ekonomisinin emperyalist sermayenin çıkarlarına göre düzenlenmesini hedeflemektedir. Türkiye komprador kapitalizminin emperyalist sermayenin ihtiyaçlarına göre örgütlenmesi bağımlılık ilişkisinin daha da derinleştirilmesi anlamına gelmektedir.
Bu ise milyonlarca insanın en temel insani ihtiyaçlarını bile karşılayamadan sadece yaşamak için kölece çalıştırılması ve sömürülmesi demektir.
Türkiye ekonomisinin emperyalist sermayenin andaki ihtiyaçlarına göre şekillendirilmesi, milyonlarca insanın son derece kötü koşullarda ve ucuz çalıştırılmasını gerektirdiğinden, bu ihtiyacı karşılamak için sığınmacı emeğine ihtiyaç duyulmaktadır. Aynı zamanda tarımsal üretim içinde bulunan köylülüğün üretemez hale getirilmesi ve böylelikle yaşamını sürdürmek için iş gücüne dahil olmasını getirmektedir.
Tarımsal üretimin emperyalist tekellerin çıkarları doğrultusunda uygulamaya konulan politikalarla (girdi fiyatlarının artışı, destekleme alımlarının kaldırılması, üründe kota uygulanması, tarımsal kitlerin özelleştirilmesi vb.), küçük köylülük açısından geçimlik bir araç olmaktan çıkması süreci beraberinde köylülüğün yaşamını sürdürmek için tarımsal üretim yerine başka alanlara yönelmesini getirdi.
Geçtiğimiz hafta AKP-MHP iktidarının tarımsal üretimi ve köylülüğü doğrudan ilgilendiren bazı kararları, bu politikanın halen yürürlükte olduğu anlamına gelmektedir. Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan’ın imzasıyla yayımlanan karara göre, 2025 yılından itibaren gübre ve mazot desteği ile 17 üründe verilen fark ödemesi (prim) desteği tamamen kaldırıldığı ilan edilmiştir. Yine Tarım Bakanlığı üretici köylülüğe yönelik “Üretemiyorsan çekil, devlet toprağını kiraya versin” anlamına gelen bir yönetmelik çıkarmış durumdadır.
Bu yönetmeliğin yaklaşık 2 milyon hektarlık bir tarımsal araziyi kapsadığı belirtilmektedir. 2 yıl üst üste ekilemeyen tarlayı devlet büyük olasılıkla tekellere ya da toprak ağalarına kiralayacak. Böylelikle toprağını işleyemez hale getirilen köylülerin de onların işçisi olması ya da geçinebilmeleri için şehirlere göçmeleri ve ucuz iş gücü olarak kullanılmalarının sağlanması hedeflenmektedir.
Türk hakim sınıflarının bütün kliklerinin temsilcilerinin işçi sınıfı ve emekçi halka yönelik saldırı programında ortaklaştıkları anlaşılmaktadır. Bunun fazlasıyla örnekleri vardır. Türkiye ekonomisinin yine bir ekonomik kriz içinde olduğu 2001 yılında kurulan Yatırım Ortamının İyileştirilmesi Koordinasyon Kurulu (YOİKK), -ki bu tarihten kısa bir süre sonra 3 Kasım 2002 seçimlerinde AKP hükümeti işbaşına getirilmiştir- Ağustos ayı boyunca yaptığı toplantılar da ortaya çıkan sonuç budur.
Bu kurulun kamu ve özel sektör temsilcilerinden (TOBB, TİM, TÜSİAD, YASED, MÜSİAD, DEİK) oluşan bir platform olduğu düşünülür ve görev tanımının başta komprador burjuvazi olmak üzere patronların sınıfsal çıkarlarını savunmak için “yapısal reformların gerçekleştirilmesi ve yatırım ortamının iyileştirilmesi çalışmalarını destekleyen” olarak ifade edildiği dikkate alınırsa ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.
Nitekim YOİKK’ya Beştepe Sarayı adına başkanlık eden Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz’ın kurulun Ağustos ayı boyunca süren “istişare”lerinin açılış konuşmasında; özel sektörün ihtiyaçlarına cevap verecek, katma değeri yüksek yatırımı önceleyen yatırım teşvik sisteminin oluşturulmasına yönelik çalışmaların son aşamada olduğunu ifade ederek 2025-2027 yıllarını kapsayacak OVP için istişarelerine başladıklarını belirtmekte ve “enflasyonla mücadelenin en önemli politika hedeflerinden biri olduğunu belirterek ‘bunu maliye politikası ve yapısal reformlarla destekleyeceğiz” ifadelerini kullanmaktadır. (13 Ağustos 2024)
Saray rejiminin enflasyonla mücadele söyleminin gerçekte işçi sınıfı ve emekçi halkı daha da yoksullaştırmak olduğu ve bütün patron örgütlerinin temel beklentilerinin karlarını korumak ve artırmak olduğu dikkate alındığında, uygulanacak “maliye politikasının ve yapısal reformların” gerçekte işçi sınıfı ve emekçi halka saldırı olarak hayata geçirileceği anlaşılmaktadır. Çünkü “yatırım ortamının iyileştirilmesi” demek, işçi sınıfına ve emekçi halka saldırı ortamının yaratılması demektir.
Bu anlamıyla “Cumhur İttifakı”nın Bitlis/Ahlat’taki “kabine toplantısı” ve ardından Türk Silahlı Kuvvetleri’nin iki kuvvet komutanıyla birlikte verdikleri fotoğraf karesi ve yine Muş/Malazgirt Piyesi’nde yaşananlar, işçi sınıfı ve emekçi halka yeni bir saldırı sürecinin başlangıcını değil tam aksine halihazırda süren saldırının devam ettirileceğinin beyanıdır.
Direnenler kazanır, direnmeyen baştan kaybetmiştir!
İktidarın işçi sınıfına ve emekçi halka yönelik emperyalist sermayenin kayyumu olarak atanan Mehmet Şimşek tarafından yönetilen saldırının sonuçları ortadadır.
14 Mayıs 2023 Genel Seçimleri sonrasında, bir dönem bizzat R.T.Erdoğan tarafından “dolandırıcı” ilan edilen ve fakat yaşanan ekonomik kriz nedeniyle emperyalist sermayenin çıkarlarını korumak ve güvence vermek için yeniden görevlendirilen M.Şimşek’in uyguladığı ekonomi politikalarının somut sonuçları ortadır.
Asgari ücrete zam yapılmamasından, emekli aylıklarının yerinde saymasına, yoksulluğun artışına ve açlık koşullarına kadar işçi sınıfına ve emekçi halka yaşatılanlar ortadadır. Son yapılan bir araştırmaya göre İstanbul’da yaklaşık 1 milyon 300 bin kişinin tüm gün ve gece hiçbir şey yemeden yatağa girdiği; yüzde 19.2’sinin maddi yetersizlikler nedeniyle evde yiyecek bulamadığı ifade edilmektedir. (İPA, 21.08.24)
Bu koşullar, iktidarın yanında saf tutan sarı sendikacıların bile rahatsızlıklarını dile getirmesine yol açmaktadır. TÜRK-İŞ’in “Zordayız Geçinemiyoruz” mitingleri örgütlemesine ve bu mitinglerden birinde başkanının bizzat işçiler tarafından yuhalanmasına, yine DİSK’in “Artık yeter, geçinemiyoruz” eylemleri gerçekleştirmelerine yol açmaktadır.
Ürettiklerinin karşılığını alamayan ve mahsulü tarlada kalan köylüler yol kesmekte ve konvoy oluşturarak iktidara tepkilerini göstermektedir. İşçi sınıfı bölük pörçük ve parçalı da olsa eylemlik içerisindedir. Çoğunlukla sendikalaşma ve ücretlere zam talepleriyle yapılan eylemler, işten atmalarla sonuçlanmakta, işçi sınıfının direnişçi bölükleri bu saldırılara direnişle yanıt vermektedir.
Son olarak CarrefourSA market zincirinin Esenyurt deposunda çalışan işçilerin ara zam talebinde bulunması karşısında aralarında sendika temsilcilerinin de olduğu 6 işçinin işten atılmasıyla yanıt verilmesi ve dahası direnişe geçen işçilerin eylemlerine polisin açıktan “Size Sabancı’nın selamını getirdim” diyerek saldırması, TC rejiminin bütün güçleriyle hakkını arayan, geçinemiyoruz diyen işçi ve köylülerin, emekçi halkın karşısında olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır.
Türk komprador burjuvazinin önde gelen ailelerinden olan Sabancıların yanında saf tuttuğunu açıktan ifade etmekten çekinmeyen, Sabancı’nın emireri olduğunu net olarak ifade eden bir kolluk gerçeğiyle karşı karşıyayız. Ki esasen bu yeni bir olgu değildir.
Sendikalaştığı için işten atılan ve hakkını arayan işçi sınıfının karşısına polisi; köyünün ormanlarına ve meralarına sahiplenen, doğa katliamına karşı mücadele eden köylülerin karşısına maden şirketinin jandarmasını çıkartan rejimin işleyişine uygundur. Bu direnişler göstermektedir ki TC devleti, Türk hakim sınıflarının ve onların sınıfsal çıkarlarının temsilcisidir. İşçi sınıfının ve emekçi halkın çıkarlarının tam karşısında konumlanmıştır. TC devleti ordusuyla, polisiyle, yargısıyla, itiyle ve MİT’yle Sabancı gibi kompradorların devletidir.
CarrefourSA market zinciri işçilerinin fiili ve meşru direnişinin kazanımla sonuçlanması, “Sabancı’nın selamı”nın işçi sınıfı tarafından nasıl yanıtlanması gerektiğini de göstermektedir.
İşçi sınıfının ve emekçi halkın direnmekten ve mücadele etmekten başka yolu bulunmamaktadır.