Emperyalist kapitalist tekellerin mücadelesinin giderek keskinleştiği ve Rusya’nın Ukrayna işgalinde olduğu gibi giderek “uzatmalı savaş”a dönüştüğü, dünyanın diğer bölgelerinin yanında coğrafyamızda İsrail Siyonizmi’nin Filistin, Türk faşizminin Kürt ulusuna yönelik katliam saldırılarının tüm şiddetiyle sürdürüldüğü koşullarda karşılıyoruz 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü!
Emperyalist tekeller arası rekabetin keskinleşmesine paralel olarak, çatışma, işgal ve saldırıların sürdüğü ve dahası III. Emperyalist Paylaşım Savaşı olasılığının giderek daha fazla dillendirildiği günümüz koşullarında; burjuvazi yüzündeki “burjuva demokrasi” maskesini çıkartıp aslına rücu ediyor.
İşçi sınıfı başta olmak üzere emekçiler üzerindeki sömürüsünü gizlemek için “düşman” yaratıyor. Böl-parçala-yönet taktiğine uygun olarak başta göçmenler olmak üzere kadınlar ve farklı cinsel kimlik ve yönelimler hedef olarak gösteriliyor. Çelişkilerin keskinleşmesine paralel ilk “önce kadın ve LGBTİ+ları vurun” talimatı güncelleniyor.
Sadece haksız savaş, işgaller değil, günlük yaşamın doğal seyri ve insanın yeniden üretim faaliyeti içinde; cinsiyetler arası eşitsizliğin patriarkanın sadece kamusal değil kişisel alanda da yeniden ve yeniden üretildiği bir kanıksanmış bir “talimat”tan bahsettiğimiz bilinmelidir.
“Uygar dünya”nın geldiği aşamada var olan tablo ortadadır. Demokratik halk iktidarları ve sosyalist kampın olduğu koşullarda, enternasyonal proletaryanın ve dünya halklarının mücadelelerinin de etkisiyle kendisini belli oranda dizginlemek zorunda kalan burjuvazi; sosyalizmde yaşayan geriye dönüşlerle, “tarihin sonu”nun geldiğini ve “kapitalizmin tek ve alternatifsiz bir sistem” olarak “zafer”ini ilan ettikten sonra gerçek kimliğine döndü.
Kapitalizmin işçi sınıfı ve ezilen dünya halkları ve dahası kadın ve LGBTİ+lara yönelik sömürü ve katliam politikaları daha net görülür oldu.
Kapitalist üretim biçiminin bir türlü atlatılamayan ekonomik krizinin üstüne binen ve yine kapitalist üretim biçiminin aşırı kâr hırsının doğrudan sonucu olan Covid-19 pandemisi gibi gelişmeler kapitalizmin krizini derinleştirirken insanlığın önüne “çözüm” olarak yine ve yeniden ırkçı-faşist parti ve örgütler çıkartılıyor.
Burjuvazi özel mülkiyet rejimini sürdürebilmek için en somut örneğini ABD’de Donald Trump gibi kişiliklerde gördüğümüz “kurtarıcı”ları olarak sahneye davet eder, ırkçılığın ve faşizmin önünü açarken aynı zamanda ataerkiyle olan tarihsel “kutsal ittifak” yeniden güncelliyor.
Kadın ve LGBTİ+lar bir kez daha hedefe konulup, “sapkın” ilan edilerek katledilmelerinin önü açılıyor.
Üstelik bu gerçeği bizzat burjuvazinin kendi kurumları açıklıyor. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından yapılan bir araştırma, 2021 yılında her saat başına ortalama olarak beşten fazla kadın veya kız çocuğunun kendi aileleri veya yakın partnerleri tarafından öldürüldüğü, 2022’de dünya çapında yaklaşık 89 bin kadın ve kız çocuğunun, “sadece kadın oldukları için” katledildikleri ve bunun son 20 yılda kaydedilen en yüksek rakam olduğunu açıklanıyor.
Yine Küresel Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Endeksi’ne göre ise kadınlar temel insani gelişme boyutlarında erkeklerin elde ettiğinin yüzde 72’sini başarıyor, bu da yüzde 28’lik bir toplumsal cinsiyet eşitsizliği anlamına geliyor. Sadece toplumsal cinsiyet eşitsizliği değil aynı zamanda “neredeyse her üç kadından biri (736 milyon) 15 yaş ve üzeri yakın partner deneyimi ve/veya partner dışı cinsel şiddet en az yaşamları boyunca bir kez şiddet yaşamış” olduğu açıklanıyor. (Birleşmiş Milletler Kadın Birimi Raporu, 2023)
Burjuvazinin kendi kurumlarının açıkladığı raporlar bile bırakalım “Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği”ni, kadın ve farklı cinsel kimlik ve yönelimlere yönelik bir cins kırımı saldırısının tüm hızıyla sürdüğünü kanıtlıyor. Kapitalizm kendi krizini aşmak ve yeniden üretimini sürdürebilmek için sadece sömürüsünü artırmıyor; işgallere ve haksız savaşlara başvurmuyor. Aynı zamanda patriyarkal egemen düzeni giderek daha fazla derinleştiriyor.
Kapitalist sistemin kendi krizinin süreğen hale geldiği koşullarda ataerkiyle kurduğu ittifak, burjuvazi ve proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişkide, proletarya ve ezilen sınıflar arasında erkeği ezen olarak kendi sınıfsal çıkarının savunucusu haline getiriyor. Sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla erkeğin ezen, kadının ezilen toplumsal cinsiyet rolü burjuvazinin çıkarları doğrultusunda yeniden üretiliyor. Sınıf savaşımı bu alanda da tüm hızıyla sürüyor.
Öte yandan kapitalist sistemin kadın ve LGBTİ+ mücadelesine yönelik içeriğini boşaltıp kendi suretinde yeniden üretme ve metalaştırma politikası kimseyi yanıltmamalıdır. Bu halihazırda süren savaşta kaleyi içten fethetme çabasının bir ürünü olarak değerlendirilmelidir.
Ve daha da önemlisi sınıf mücadeleleri içinde kadın ve LGBTİ+lara yönelik sürdürülen bu savaş kanıksanmış durumdadır. Burjuvazi ataerkiyle “kutsal ittifakı”nda geniş kitlelerin bilincinde ideolojik bir hakimiyet kurmuş durumdadır.
Ataerkiye karşı mücadele sınıf mücadelesinin kendisidir!
Bu kanıksanmış ve adeta “doğal bir refleks” haline gelen olgunun kaynağını bilmek önemlidir. Cinsiyetler arası eşitsizliğin ve kadın cinsinin ezilen cinsiyete dönüşmesinin günümüz kapitalist dünyasının ürünü olmadığı, insanlığın sınıflı toplum tarihiyle birlikte başladığı ve “tarihin sınıf mücadeleleri tarihi” olduğu düşünüldüğünde aynı zamanda “tarihin cinsiyetler arası eşitsizliğe bağlı cinsiyet eşitliği mücadelesi olduğu”nu da ifade etmek gerekir.
Özel mülkiyet sahipliği sadece sınıflı toplum gerçeğini ortaya çıkarmadı. Aynı zamanda cinsler arasındaki eşitsizliğini de yarattı. Sınıflı toplumlar öncesinde, doğrudan üretim içinde kadın ve erkeğin cinsiyete dayalı iş bölümü herhangi bir eşitsizlik içermiyordu.
Ne var ki sınıflı toplumların ortaya çıkışı ve değişim için üretimin gelişmesiyle birlikte cinsiyete dayalı iş bölümü yerini cinsiyete dayalı eşitsizliğe bıraktı. Mülkiyete sahip olan erkek ezen, kadın ezilen cins olarak ortaya çıktı.
Özel mülkiyetin kadın ve erkek ilişkisinde ve “aile”de de ortaya çıkması bu açıdan şaşırtıcı değildi. Kadınlar, ilkel komünal toplumun dağılması, özel mülkiyetin ve sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte; “Ataerkil aile ve ondan da çok tek-eşli olan bireysel aile”nin oluşması ve sınıflı toplumun ekonomik birimi haline gelme sürecinde ezilen bir cinsiyet haline geldi. Sınıflı toplumlar gerçeği kendini var ettikçe ezilen cinsiyet olma vasfını sürdürdü.
Bu gerçeği bilmek iki açıdan önemlidir. Birincisi, tıpkı özel mülkiyet rejimine dayalı sınıflı toplum gerçeğinin insanlığın binlerce yıllık tarihinde çok kısa bir süreyi kapsadığı ve dahası gerçekte esas olanın komünal toplum olduğuyken; ikincisi yine esas olanın cinsiyetler arası eşitlik olduğu, cinsiyetler arasındaki eşitsizliğin doğal olmadığı ve buna karşı mücadelenin sınıflar mücadelesinin kopmaz bir parçası olduğu gerçeğidir. Diğer bir ifadeyle sınıflar mücadelesinin olduğu yerde cinsiyetler arasında eşitsizliğe karşı da mücadele vardır. Bu somut görevi reddetmek sınıflar mücadelesini reddetmek demektir.
Dahası cinsiyetler arası eşitsizliğin sadece kapitalizmle ortaya çıkmadığı, tek başına kapitalizmin ekonomik temeli olan “özel mülkiyetin ilgası”yla cinsiyetler arası eşitsizliğin ortadan kaldırılmasıyla çözülemeyeceği, her türden hakimiyet biçimleriyle mücadele edilmesi gerektiği açıktır.
Cinsiyetler arası eşitsizliğin kapitalizmle birlikte ortaya çıkmadığını bilmek şu açıdan da önemlidir: Her sınıflı toplum gibi kapitalist toplumda kendi bağrından çıkardığı karşıt sınıf tarafından aşılacaktır. Ancak sosyalizmde sınıfların var olduğu ve dahası sınıfla mücadelesinin sürdüğü gerçeğinin bilgisine sahip olanlar, tıpkı sınıf mücadelesinin sosyalizm koşullarında sürmesi ve sınıfsız topluma ulaşmak için binlerce kültür devrimi gerektiği gibi, cinsiyetler arası çelişkinin ortadan kaldırılması ve cinsiyet eşitliğinin sağlanması için binlerce kültür devriminin gerektiğini de savunmalıdırlar.
Sınıfsız toplumdan özel mülkiyet rejimine ve sınıflı toplumlara geçişten günümüze bütün sınıflı toplumlarda kadının, ezilen bir cinsiyet olma durumu, toplum ve aile içerisindeki ikincil ve eşitsiz konumu sürdü. Kapitalizmle birlikte her şeyin metalaştırılması cinsiyetler arası eşitsizliği kendi koşullarına uyarlayarak yeniden üretti.
Kadının cinsiyetinin maddi üretim faaliyetinin yanında insanın üretim faaliyetindeki belirleyici rolü, kapitalizm açısından kadın cinsiyetinin sadece ezilmesini değil aynı zamanda metalaştırılmasını da doğurdu. Kapitalizm ile ataerki arasındaki işbirliği “yeniden üretim” üzerinden kuruldu.
Kadın sadece kapitalizmin erkekle birlikte emek gücü olarak değil aynı zamanda insanın yeniden üretiminde “özel bir meta” işlevi gördü. Kapitalizmin ataerkiyle birlikte “aile”yi kutsaması, hazır emek gücünün yanında özel olarak kadının da bu emek gücünü doğurması (ve savaşlarda olduğu gibi asker olması) nedeniyle belirleyici bir role büründü.
Tam da bu nedenle kapitalizmle ataerki arasındaki ilişkiyi basitçe eski üretim tarzlarının bir devamı, yarı-feodal üretim tarzının doğrudan sonucu olarak değil, kapitalizmin kendini yeniden üretimi için yaşamsal önemde bir ilişki olduğunu, dolayısıyla da ataerkil ilişkilerin geçmişten günümüze ulaşan kalıntılar değil, tam aksine toplumsal üretimde hakim üretim biçiminin yeniden ve yeniden üretimdir. Artık ataerki kapitalizmin kendisidir.
Kapitalizme karşı mücadele ataerkiyle mücadeledir. Kadınların ezilen cinsiyet durumunda olmaları ve kalmaları kapitalizmin kendini yeniden üretimi için yaşamsal önemde olması, kadınların özgürleşmesi mücadelesinin sınıf mücadelesinin bizatihi kendisi olmasıdır. Sınıf mücadelesi aynı zamanda kadın mücadelesidir.
Tam da böyle olduğu içindir ki, Alman işçi sınıfının önderlerinden Clara Zetkin 1910’da Danimarka’da, Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda yaptığı konuşmada; 8 Mart 1857’de, ABD’nin New York kentinde 40 bin dokuma işçisi kadın işçinin daha iyi çalışma koşulları, daha kısa çalışma saatleri ve eşit işe eşit ücret talepleriyle gerçekleştirdikleri greve yönelik, patronların ve polisin saldırısı ve kadın işçileri fabrikaya kilitlemeleriyle çıkan yangında 129 kadın işçinin yakılarak katledilmeleri anısına, 8 Mart’ı Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul etmeyi önermiştir. Bu tarihten günümüze her 8 Mart’ı dünyanın tüm emekçi kadınlarına bir mücadele günü olarak ele alınmaktadır.
Ataerkiye karşı mücadele esastır!
Coğrafyamızda yaşanan çelişkilerin keskinliğine paralel kadınlara yönelik sömürü, baskı ve katliamların daha fazla olduğu, bir günde ortalama 3 kadının katledildiği bir gerçektir. TC devleti her ne kadar resmi olarak kadın cinayetlerinin düştüğünü savunmaktadır. Diğer pek çok konuda olduğu gibi, bir günde 8 kadının katledildiği koşullarda bu türden açıklamaların bir kıymeti harbiyesi bulunmaktadır.
Örneğin 2023 yılında Türkiye’de en az 320 kadın katledilmiş, 189 kadın da şüpheli bir şekilde hayatını kaybetmiştir. (JINNEWS) Dahası coğrafyamızın tarihsel, sosyal, kültürel kimi özellikleriyle şekillenen (sınıflı toplum gerçeği beraberinde Türk hakim sınıflarının faşizmi ataerkillikle güçlendiren politikası nedeniyle kadınlara yönelik başta ulusal ve cinsel olmak üzere sömürü ve katliamları daha boyutludur.
TC faşizmi kendini tahkim ederken “Cennet anaların ayakları altındadır” deyip, cehennemi yeryüzüne indirerek “İstanbul Sözleşmesi” gibi kadınların mücadeleleri sonucunda kazanılan hakları gasp ederek, yine nafaka ve 6284 sayılı yasayı “kutsal aile, “makbul kadın” propagandası eşliğinde tartışmaya açarak kadın ve LGBTİ+lara yönelik katliam, saldırı ve her türden şiddetin önünü bilinçli bir politik yönelimle açmaktadır.
TC devletinin Türkiye işçi sınıfına ve emekçilere yönelik sömürü, baskı ve katliamları; emekçi halk içinde ataerkinin güçlendirilmesi, toplumsal cinsiyete dayalı işbölümümün ve kadın cinsinin ezilmesi, taciz, tecavüz ve şiddete maruz bırakılıp ve katledilmeleriyle sürdürülmektedir. Başta Kürt ve Suriyeli göçmen kadınlar olmak üzere ezilen ulus ve milliyetlerden kadınlar ayrıca ulusal baskılara maruz bırakılmakta ve faşizmin hedefi olmaktadır.
Bu son derece bilinçli politik yönelimin ataerkiyle dayanarak erkek egemenliğini yeniden üretme ve faşizmin kendisini tahkim etme olduğu, bizzat rejimin sözcüleri tarafından kadınların “kindar ve dindar nesil yaratma” hedefinin öznesi olarak ele alındığı dikkate alındığında, ataerkiyle karşı mücadelenin, demokratik devrim mücadelesinin andaki devrimci görevlerinden biri olduğu ortadır.
Özellikle sadece toplumsal üretimde ve aile kurumunda kadın erkek ilişkilerinin süregelen varlığı dikkate alındığında bu mücadelenin sürekli olduğu unutulmamalıdır.
Ataerkiye karşı mücadelenin sınıf mücadelesinin asli görevlerinden bir olduğu ve dahası bu mücadelenin coğrafyamızın sınıflar mücadelesi içinde tayin edici bir öneme sahip olduğu bilinmelidir. Ataerkiye yönelik her darbe demokratik devrim mücadelesini güçlendirip faşizmi geriletecek ve devrimci mevzileri güçlendirecektir.