Düzen cephesinde, siyaset sahnesi 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinin yarattığı sonuçların yüküyle, şiddetli çatışmalara ve yeni gelişmelere gebe durumda.
Açık ki söz konusu iki seçim, 2002’den bu yana merkezinde AKP’nin yer aldığı düzen partileri arenasında, artık dengenin temelinden değişmeye başladığını, en azından bunun için uygun siyasal ve toplumsal koşulların oluştuğunu gösteriyor.
AKP’nin hükümet olduğu 2002, 3 Kasım seçimleri dönemindeki ekonomik-siyasal panorama ile bugünkü arasında çok ciddi bir benzerlik söz konusu. Başka bir deyişle, AKP’yi önce hükümete ardından iktidara taşıyan toplumsal dinamikler ve koşullar, benzer şekilde ancak tersinden bugün AKP’nin siyasal ömrünün fişini çekmek üzere. Tabii bu aynı zamanda düzen cephesinde başka siyasi oluşum(lar) için de koşulların uygun olduğunu gösteriyor.
AKP, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit ile yine dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer arasında anayasa fırlatma hadisesiyle patlak veren ekonomik ve siyasal krizle birlikte çok kısa sürede siyaset sahnesine çıktı. AKP, ekonomik alanda, 2001’de patlayan ekonomik krizin ve bunun izdüşümü toplumsal eylemlerin, hareketliliğin ortaya çıkardığı bir süreçte yani ‘istikrar’ ve ‘güçlü yönetim’ eksikliğinin yaşandığı bir dönemde açığa çıktı.
AKP, krizin çözümü adına kapısı çalınan İMF’nin Türkiye ekonomisini yönetmek, İMF reçetesinin uygulanmasını sağlamak ve garanti altına almak için görevlendirdiği Kemal Derviş ve küçük ekürisi Ali Babacan’la yürürlüğe sokulan ve ‘15 günde 15 yasa’ olarakta bilinen sosyal yıkım politikalarının yaşama geçirilmesi adına gereken güçlü siyasi irade olarak sahneye çıktı.
Söz konusu yasalarla, çalışma rejiminin esnek ve güvencesiz hale getirilmesi, taşeronlaştırmanın temel çalışma tarzı olması, KİT’lerin uluslararası sermayeye peş peşe çekilmesi, özetle işçi sınıfı ve emekçilerin kazanılmış her türlü hakkının gasp edileceği ve neo-liberal sömürü politikalarının öngörüldüğü bir hedef belirlenmişti.
Nitekim bugün 17 yılın sonunda, eğitim, sağlık, çalışma rejimi ve pek çok başlıkta; doğa ve çevre katliamlarından, sosyal alanda açığa çıkan sefalet ve yoksulluğa; yer altı ve yer üstü kaynaklarının emperyalist tekellerin emrine verilmesine, dahası şirket yöneticilerinin bakan yapıldığı vahşi bir sömürü sistemine geçildiği bir dönemi yaşıyoruz.
Kuşkusuz tüm bunlara, rejimin re-organize edilmesi sürecini dâhil etmeliyiz. İlkin Turgut Özal döneminde dillendirilen ve Türk Büyük Sermayesinin de uzun süredir özlemle beklediği Başkanlık rejimi, AKP iktidarı döneminde yaşama geçirildi. Türk sermayesi, Ortadoğu’daki gelişmelerle birlikte, içerde gelişen ve derinleşen çelişkileri denetim altında tutmak ve yönetmek adına sistemin re-organizasyonunu yaşama geçirdi.
Bunun için AKP’nin arkasına aldığı yığınlar ile çok güçlü bir şekilde ürettiği rıza son derece elverişli koşullar sunuyordu. AKP bir yandan rejimin re-organizasyonunu sağlarken diğer yandan 90’lar boyunca başta T. Kürdistanı olmak üzere coğrafyamızın dört bir yanında devrimci, ilerici ve yurtsever güçlere, halka yönelik işkence ve katliam geçmişini, devlet içinde çöreklenmiş ve yeni sürece uyum sağlama yeteneğini kaybetmiş safraları da temizlemiş olacaktı. Re-organizasyonun hedeflerinden biri de Türk devletini; Türk, Kürt uluslarından ve çeşitli milliyet ve mezheplerden halkımız nezdinde temize çıkarmaktı.
Çeşitli isimler altında yürütülen operasyonlar ile referandumlar kendi içinde çok ciddi bir klik mücadelesini barındırırken, kitleye dönük yüzünde ise devletin aklanmasını hedefliyordu. Böylece bir taşla birden fazla kuş vurulacaktı.
Nihayetinde bu süreç, devrimci, ilerici ve yurtsever güçlere yönelik azgın gözaltı, tutuklama, katliam ve vahşet uygulamalarıyla, AKP iktidarının giderek kurumsallaşan ve de önemli bir kitle desteğini arkasına alan, rıza üreten gerçekliğiyle başarıya ulaştırılmış oldu.
Sermayenin Sevgili Partisi AKP!
Tüm bu dönem boyunca Komprador Türk Burjuvazisinin belki de 80’lerden sonraki en mutlu çağını yaşadığını söylemek mümkün. TÜSİAD ile AKP arasında kamuoyuna yansıyan gerilimler bu ikili arasındaki ilişkinin temel niteliğini yansıtmaktan uzaktır. Burada aslolan başta Koç ve Sabancı olmak üzere Türk sermayesinin bu şampiyonlar ligindeki sermaye fraksiyonlarının bilançoları ve karlarıdır.
Bu bakımdan, Komprador Türk Büyük Burjuvazisi, özellikle 2000’lerden sonra Ortadoğu’yu da aşan bir şekilde küresel bir aktör olarak, uluslararası-emperyalist güç odaklarıyla kıyasıya yarışabilir bir noktaya ulaşmıştır. AKP iktidarının ‘neo-Osmanlıcılık’ olarak tabir edilen dış politikasının temeli Türk sermeyesinin bu gerçekliğine dayanmaktadır!
Bu bahiste, siyaset-ekonomi ilişkisinde bir kez daha altını kalın harflerle çizmek gerekir ki belirleyici olan ekonomik ilişkiler ve sermayedir. Kuşkusuz bu siyaset arenasının buradaki güç birikiminin hiçbir etkisi olmadığı anlamına gelmez. Ne var ki son noktada belirleyici olan ekonomik temel yani Türk sermayesinin uluslararası emperyalist kapitalist sermaye ile ilişkisi, hedefleri ve ihtiyaçlarıdır.
Nihayetinde gelinen aşamada AKP, tıpkı kendisinden önceki siyasal organizmaların yaşadığı sürecin bir benzerini yaşamaktadır. Sermaye için her siyasal yapı, düzen cephesinde işlevli olabildiği sürece anlamlıdır ve yatırım yapılmaya değerdir. Nihayetinde yaşama geçirilen neo-liberal politikalarla sermayesine sermaye katan Türk burjuvazisi için bugünkü ekonomik kriz anlaşılmaz ve beklenmedik değildir.
AKP ile söz konusu neo-liberal politikalar yaşama geçirilmiş ve 2000’de İMF ile yapılan anlaşmalar çerçevesinde coğrafyamız genel anlamda istenilen noktaya taşınmıştır. Ne var ki bu sürecin doğal bir sonucu olarak şimdi çok ağır bir ekonomik kriz gerçekliği vardır. Süreç ileri doğru gitse de farklı bir aşamada ancak 2001 ekonomik krizinin siyasal – toplumsal parametrelilerine benzer bir tabloyu açığa çıkarmıştır.
Özetle; AKP, görevini yerine getirmiştir ki bu da siyaseten ömrünün dolduğu anlamına gelmektedir. Tıpkı Süleyman Demirel’in DYP’si, Turgut Özal’ın ANAP’ı, Necmettin Erbakan’ın REFAH Partisi gibi…AKP, 17 yılın sonunda kendisini siyaset sahnesine çıkaran toplumsal değişkenlerle ancak bu sefer onu tarihin çöplüğüne atmak üzere karşı karşıyadır.
Kuşkusuz bu gerçek, devletin çelik çekirdeği içinde, hâkim sınıf klikleri arasındaki güç dengelerinin yeniden yapılandırıldığı ve çatışmanın yeni bir eşikte ancak farklı siyasal aktörlerle sürdürüleceğini de anlatmaktadır. Zira, ömrü dolan sadece AKP iktidarı değildir. Yara alan AKP’de ifadesini bulan hakim sınıf fraksiyonudur.
Toplumun muhafazakârlaştırılmasından tutalım da dış politikada cihatçı çetelerle kurulan ilişkilere kadar pek çok başlıkta, söylem ve yaklaşımda önemli değişiklilere gidilecektir. Elbette bu durum devletin çelik çekirdeğinde, AKP’de ifadesini bulan klik yerine rakip kliklerin etkisi ve nüfuzunun artacağı anlamına gelmektedir.
Denilebilir ki her kriz egemen sınıfların önümüzdeki birkaç on yıl için izleyeceği temel ekseni belirledikleri bir döneme denk düşmektedir. Bugün tamda bu gerçeğin, çatışma ve mücadelesiyle yüklü bir sürecin içinden geçilmektedir.
Nihayetinde tüm bu değişiklikler ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ olarak formüle edilen ‘Başkanlık Rejimi’ni de parantezine alacak gibi görünmektedir. 23 Haziran seçimlerinin daha resmi sonuçları duyurulmadan CHP cephesinden başlayan ataklar ve taarruzlar da Kemalist blokun bu konudaki tavrı konusunda bir fikir vermektedir. Anlaşılan o ki Türk Büyük Sermayesi de Başkanlık rejiminin mevcut durumundan pekte hoşnut değildir.
Zira, bugünkü haliyle rejim, geniş emekçi yığınlar nezdinde, yasama ve yürütme erkleri arasındaki ilişki etrafında ürettiği rızada bir tıkanma yaşamaktadır. Ne var ki bu tıkanmanın, eski sisteme dönülmesiyle mi yoksa yeni sistemde kimi değişikler yapılarak mı çözülme yoluna gidileceğini zaman gösterecektir. CHP, bugün yeni bir anayasa ile başlattığı salvolarla bu tıkanıklığa bir çözüm bulma gayretini öne çıkarmaktadır. Bunun diğer yanı da devlet içindeki hegemonya mücadelesinde kaybettiği mevzilerin yeniden kazanılmasıdır.
CHP ile AKP arasında partili cumhurbaşkanlığının sona erdirilmesi; yarı-başkanlık, bakanların meclis içinden seçilmesi, Cumhurbaşkanlığı seçiminin 50+1 yerinde ikinci turda en çok oyu alanın cumhurbaşkanı seçilmesi ile gensoru ve güvenoyunun geri getirilmesi gibi başlıklarda konsensüs sağlanması güçlü bir olasılık dahilindedir. Tüm bu başlıkların yeni anayasa çerçevesi içine alınarak yaşama geçirilmesi de mümkündür.
Emekçiler Açlık ve Sefaletin Faturasını AKP’ye Kesiyor!
Bahsini ettiğimiz söz konusu gelişmeler AKP iktidarının, Kemalist blok karşısındaki tavizleri, geri adımları olarak da okunabilir. Açık ki bu vb. adımların atılması, iktidarın küçük ortakla yollarının ayrılması tehlikesini taşımaktadır. Ancak AKP’nin, MHP ile ittifakının bozulması riskine rağmen CHP ile anlaşmaktan başkaca yolu yoktur.
Açık ki AKP iktidarı, bugün artık geri dönüşü olmayan bir çürüme ve çözülme sürecinde hızla yol almaktadır. Gül-Babacan ikilisinin yeni bir parti ile sahaya çıkması durumunda, AKP iktidarının çözülme ve çürüme sürecinin nihayete daha erken varmasına neden olacağını söylemek mümkündür. Açık ki bu çözülmenin geniş emekçi kitleler nezdinde kabul görmesinin objektif koşulları da yeterince olgunlaşmıştır.
Sözgelimi, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK), ekonomik büyümenin öncü göstergesi kabul edilen sanayi üretimi endeksinin Mayıs 2019 verileri buna işaret etmektedir. Toplam sanayi üretim endeksinin bir önceki Mayıs ayı ile karşılaştırıldığında; %1,3 düştüğünü gösteren verilere göre, madencilik ve taş ocakçılığı sektöründe %2,5; imalat sanayi sektöründe %1,8’lik bir düşüş ve orta yüksek teknoloji sektöründe %4,1’lik düşüşler yaşanmıştır.
Öte yandan dövizdeki yüksek artış ve dalgalanma ile her gün sağanak gibi yağan zamlar ile alım gücü kuşa dönen emekçiler içinde tablo son derece karanlıktır. Asgari ücretlinin yıllık 30 bin 700 liralık gelirinin yüzde 35’i yani 10 bin 587 lirası vergiye gitmekte, asgari ücretlinin elinde sadece 20 bin 114 lira kalmaktadır ki asgari ücretli bir yılın 128 gününü vergi için çalışmaktadır. Aylık brüt maaşı 2 bin 558,40 lira olan bir asgari ücretlinin 537,50 lirası kaynağında vergi ve SGK primi, yaklaşık 344,73 lirası da dolaylı vergi olmak üzere ayda toplam 882,23 lira vergi ödemektedir.
Başka bir deyişle asgari ücretli bir emekçinin yıllık 30 bin 700,8 lirayı bulan brüt maaşının 10 bin 586,76 lirası vergiye gitmektedir. Bu tutarın brüt maaşa oranı yaklaşık yüzde 35’e ulaşmaktadır. Yani asgari ücretli 365 günün 128 günü vergi ödemek için çalışmaktadır.
Asgari ücretli bir yandan sefalet ücretine mahkûm bir şekilde çalışırken diğer yandan iş cinayetlerinde can vermeye devam etmektedir. Kocaeli İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi’nin, 2019’un ilk 6 ayına dair işçi ölümleri raporu da tablonun ne kadar ağır olduğunu göstermektedir. Rapora göre, bu yılın ilk yarısında en az 840 işçi hayatını kaybetti. Bu dönemde yaşanan iş cinayetlerinin 88’i İstanbul’da, 39’u Antalya’da, 38’i İzmir’de, 34’ü Bursa’da, 33’ü Kocaeli’de, 28’i Ankara’da ve 28’i Aydın’da meydana geldi.
AKP iktidarı ile yaklaşık 200 bin kamu işçisini ilgilendiren toplu sözleşme sürecinde, işçiye sunulan ve enflasyonun dahi altında kalan teklif, işçinin ücretine ilk altı ay için yüzde 5, ikinci altı ay içinde yüzde 4 zam yapılması şeklindedir. AKP iktidarı, 3500 TL’nin altında olanlar için de artı 60 TL verilmesini teklif etmektedir. Bu açıkça AKP iktidarının işçi sınıfı ve emekçilere ‘ölmeyeceksiniz ama daha kötü sürüneceksiniz’ demesinden başkaca bir şey değildir.
Diz Çökmeyen Direniş; Çıkış Birleşik Mücadelede!
Diğer yandan TC ekonomisindeki dalgalı seyir, uluslararası emperyalist kredi derecelendirme kuruluşları tarafından da endişe kaynağıdır. Kısa bir süre önce Moody’s, TC’nin kredi notunu düşürürken, şimdi de Fitch not indirimi yapmıştır. Fitch, TC’nin uzun dönem yabancı para cinsinden kredi notunu BB’den BB-’ye düşürmüş, görünümü negatifte bırakmıştır.
Söz konusu çözülme halinin yukarda dikkat çektiğimiz toplumsal alandaki nedenleriyle birlikte en önemli hızlandırıcı katalizörü devrimci, demokratik ve yurtsever güçlerin teslim alınmayan gerçekliğidir. Rojava’da cihatçı çetelerle kurulan tüm ilişkilere rağmen Kürt hareketinin engellenemeyen başarısı ve kurduğu demokratik özerk yapı; içerde tüm devlet terörüne baskı ve katliamlara rağmen Kürt halkının diz çökmeyen gerçekliğini bir kenara yazmak gerekir.
12 Eylül AFC’sini aratmayan ağır baskı koşullarına ve yok etme saldırısına karşın hala iddiasını sürdüren devrimci, demokratik güçlerin varlığı, toplumun 31 Mart’ta ve son olarak da 23 Haziran’da açığa çıktığı üzere korku duvarlarına yüklenen gerçekliği; kadın ve LGBTİ+ların taleplerinden vazgeçmeyen ve direnişi büyüten niteliği, AKP’nin çözülmesini hızlandıran temel faktörler olarak kayda geçilmelidir.
Özetle denilebilir ki, toplumsal çelişkilerden doğan devrimci, demokratik ve yurtsever dinamikler, AKP iktidarının ceberut devlet zulmüne baş eğmemiş ve diz çökmemiştir!
Gelinen aşamada, devrimci, demokratik ve yurtsever güçlerin, kutuplaştırılan ve AKP ile CHP arasında bir tercih yapmak zorunda bırakılan toplum gerçekliğinde, bağımsız bir alternatif olarak sahaya çıkması zorunludur. Değişik isimler altında servis edilen ancak gerçekte hiçbiri gerçek bir demokrasi gücü olmayan seçenekler yerine devrimci, demokratik, yurtsever güçlerin alternatif bir seçenek olarak siyaset sahnesinde yerini alması gereklidir.
İşçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların mücadelesini, Kürt halkının imha, inkâr ve asimilasyona karşı direnişi ile birleştirme cüreti ve yeteneği coğrafyamızda demokrasi ve özgürlük mücadelesini ileriye taşıyacak gerçek bir çıkış olacaktır. Nitekim 20 Temmuz 2015’te Suruç’ta TC devleti tarafından organize edilen katliamla engellenmek istenen de bu çıkış olmuştur!
Şimdi 20 Temmuz’un 4. yıldönümünde devrimci, ilerici, dinamikler ile yurtsever güçlerin birleşik mücadelesini örmenin zamanıdır!