Virüs salgınının ülkemizde görüldüğünün resmi olarak açıklanmasından bir yıl sonra gelinen aşamada iktidar temsilcileri her ne kadar “destan yazdık” açıklamalarda bulunuyorlarsa da salgının sadece sağlık açısından değil başta ekonomik olmak üzere birçok alanda faturası oldukça ağır olmuştur.
İlk vakanın 11 Mart 20120’de resmi olarak açıklanmasından bu yana geçen 1 yıllık süreci değerlendiren Türk Tabipleri Birliği (TBB) Covid-19 İzleme Kurulu, bir yıl içerisinde 192 ülkede, 117 milyon 764 bin 619 kişinin hastalığa yakalandığını, 2 milyon 613 bin 743 kişinin de yaşamını yitirdiğini ifade etti. TBB İzleme Kurulu, Türkiye’de ise 1 yıl içerisinde 2 milyon 800 bin vaka tespit edildiğini, 29 bin 160 yurttaşın yaşamını yitirdiğini ifade ederek “alınması gereken önlemlerde baştan beri geç kalındığı” vurgulandı.
İzleme Kurulu’nun açıklamasında sürecin şeffaf yürütülmediği ve özellikle açıklanan rakamların gerçeği yansıtmadığı vurgulansa da gelinen aşamada rejimin salgın karşısında “normalleşme” adımlarını atmaya başlaması, salgın karşısında bir başarıdan ziyade yaşanan sıkışmışlıkla ilgilidir. Doğruluğu tartışmalı rakamlar bile rejimin salgın karşısında başarısızlığına işaret ederken, salgınla mücadele adı altında alındığı söylenen önlemler, ekonomik krizin daha da derinleşmesiyle işçi sınıfı, küçük esnaf, emeğiyle geçinmeye çalışan ezilen halk açısından tam bir yıkıma işaret etmektedir.
Giderek yoksullaşan, işsizlik ve açlıkla boğuşan, intiharların arttığı, geçinme zorluğu içinde olanların pazarda arta kalan sebzeleri topladığı, bayat ekmek kuyruklarına girdiği bir tablodan söz etmek mümkündür.
Gelinen aşamada rejimin resmi kurumu TÜİK’in Ocak ayı verilerine göre işsizlik oranı yüzde 12.2 olarak açıklanırken DİSK-AR ise geniş tanımlı işsizliği yüzde 29.1’e (kadınlarda yüzde 37.3’e) ulaşmış olduğunu açıklamaktadır. Yaklaşık olarak 10 milyon işsiz, çalışırken yoksullaşan milyonlarca kişi, eğitim dahil herhangi bir kamusal faaliyette görünmeyen milyonlarca genç, her an işini kaybetmekle yüz yüze 8 milyona ulaşan “kırılgan istihdam” ve 17.2 milyon yoksuldan oluşan; her 10 kişiden 7’sinin borçlu olduğu bir Türkiye toplumu tablosu ortaya çıkmış durumdadır.
Faşist TC, lebalep AKP kongreleriyle “salgınla mücadele” ederken, var olan durumu ise hakim sınıfların sınıfsal çıkarları açısından kullanmayı sürdürmektedir. Salgınla mücadele adı altında patronlara açıklanan teşvik paketlerine paralel işçi sınıfına “ücretsiz izin”, “işten çıkartma yasakları” adı altında Kod-29’la işten çıkarmalar dayatılmıştır.
Hemen her gelişmeyi kendi sınıfsal çıkarları açısından kullanmakta gayet başarılı olan Türk hakim sınıfları ve onların devleti, salgınla yaygınlaştırılan “uzaktan çalışma”ya dair yönetmelik yayınlamış durumdadır. 20 Mayıs 2016 tarihinde 4857 sayılı İş Yasası’nın 14. Maddesi uzaktan çalışmaya olanak verecek şekilde değiştirilmiş ve İş Yasası’na; “çağrı üzerine çalışma ve uzaktan çalışma” kavramları eklenmişti.
İktidar salgınla birlikte “uzaktan çalışma”ya dair yönetmeliği 10 Mart günü Resmi Gazete’de yayımlamış durumdadır.
Egemenlerin salgını kendi çıkarları açısından kullandığının en iyi örneklerinden bir vaka sayılarından oluşturulduğu söylenen Türkiye haritasından anlaşılabilir. Hatırlanırsa yayınlanan haritada T. Kürdistanı “mavi” olarak gösterilmiş ve Kürdistan illerinde salgının yavaş seyrettiği propagandası yapılmıştı. İşin kötüsü bu propagandadan etkilen kimi çevrelerde rejimin bu propagandasına ortak olmuştur. İşin gerçeği salgın Türk hakim sınıfları açısından Kürt ulusunun inkar ve imhasının bir aracı olarak kullanılmasıdır.
Bu illere yönelik sağlık hizmetlerinin eksikliğinin yanında Kürt ulusunun sağlık hizmetine erişiminin azlığı ve kişi başına test sayısının düşüklüğü “mavi” tabloyu ortaya çıkarmıştır. T. Kürdistanı’nın en düşük risk durumunda görünmesinin nedeni de muhtemelen test sayısının düşüklüğüyle ilişkilidir. Bu iller tanı ve takip olanaklarının yetersizliği nedeniyle kanser, verem gibi hastalıklar açısından da en düşük risk bölgesinde görünmektedir. Diğer bir ifadeyle bir “başarı”dan bahsedilecekse bu Türk hakim sınıflarının yok sayma ve imha politikasının başarısıdır!
Egemenler Yeni Saldırılara Hazırlanıyor!
Virüs salgınını sınıfsal çıkarları açısından başarılı bir biçimde kullanan Türk hakim sınıfları, ortaya çıkan tablonun sonuçlarına göre de önlem almaktadırlar. Bir yandan muhalif en küçük eylem ve etkinlikleri faşist terörle bastırmaya devam ederken, olası kitle hareketlerine karşı da önlemler almaya devam etmektedir.
TC’nin içinde bulunduğu durum son haftalarda devletin bir numaralı sözcüsü R.T.Erdoğan’ın açıklamalarına da yansımış durumdadır. R.T.Erdoğan açıklamalarında gaf üstüne gaf yapmanın yanında, ekonomi ve insan hakları reformları açıklamakta, yeni anayasa çalışmalarından ve “birlik ve beraberlik”ten bolca bahsetmektedir. AKP-MHP iktidarına muhalif gazeteciler sokak ortasında meydan dayağından geçirilmektedir. Bununla eşgüdümlü olarak başta HDP olmak üzere düzeniçi muhalefet dahi “terör” kapsamına alınarak, seçim kanunu ve siyasi partiler yasasının değiştirilmesinin adımları atılmaktadır. Amaç AKP-MHP iktidarının “beka”sıdır.
AKP-MHP iktidarının kendisinden olmayana yönelik uyguladığı “düşman hukuku” beraberinde bir yandan “İnsan Hakları Eylem Planı” açıklarken diğer yandan bu “eylem”in nasıl olacağına dair zengin pratikler sergilenmesine neden olmaktadır. Örneğin Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan, İnsan Hakları Eylem Planı’nı açıklarken, ”İfade vermek için mesai saati dışında yakalayıp, gözaltına alma, otelde gecenin bir yarısı bulup, gözaltına alma gibi uygulamalara son veriyoruz. İfade işlemleri artık 7 gün 24 saat yapılabilecek” açıklamasından kısa bir süre sonra İstanbul Taksim’de 8 Mart’ta düzenlenen Feminist Gece Yürüyüşü’ne katılan kadınlara yönelik “ritmik zıplama” gözaltıları gece yarısı evleri basılarak gerçekleştirildi. İnsan Hakları Eylem Planı’nın Kürt ulusuna yönelik pratiğe geçirilmesi ise halihazırda eylem planının açıklamasının hemen akabinde gerçekleştirildi. Amed’de yapılan gözaltı operasyonlarında Medeniyetler Beşiğinde Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma Dayanışma Birlik ve Kültür Derneği (MEBYA-DER) yöneticilerinden 71 yaşındaki Hatun Aslan ve 79 yaşındaki Meryem Soylu tutuklandı.
Kısacası sistemin reform söylemi beraberinde kendisine muhalif olan her kesime yönelik saldırıyla eşgüdümlü bir şekilde sürdürülmektedir. AKP-MHP faşizminin bu reformlarda ne kadar “karar”lı olduğu İnsan Hakları Eylem Planı’yla birlikte açıklanan 600 bin gaz bombası, 40 ton TOMA gazı, 20 bin kelepçe satın alımıyla daha bir netlik kazanmaktadır.
Hem Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hem de Jandarma Genel Komutanlığı’nın “Toplumsal Olaylara Müdahale Malzemesi” adı altında açtığı ihalede ifade edilen bu kalemler rejimin gerçekte neye hazırlandığını göstermektedir.
TC Ordusu’nun ağır silahlarının Türk Emniyeti tarafından kullanılmasına olanak tanıyan yasanında gösterdiği gibi rejim her yönüyle bir savaşa hazırlanmaktadır. Bu savaşta esas olarak kendi resmi kolluk güçleri rol oynayacakken, tarihsel ve güncel örneklerinde gösterdiği gibi çete örgütlenmeleri de hazırlanmaktadır. Sokaklara salınan ve muhalif gazeteci peşinde koşan çete artıklarından cihadist çetelere kadar bir dizi örgütlenme rejimin elinde halka ve onun devrimci-yurtsever öncülerine yönelik hazırda tutulmaktadır.
Faşizmin insan hakları ve ekonomi alanlarındaki reform adı altında açıkladığı paketler esas olarak emperyalist kapitalist sisteme yöneliktir. Özellikle ABD’de J. Biden’in başkan seçilmesi sonrasında AKP, ABD emperyalizmin yeni yönelimi uyum adımları atmaktadır. Bu adımlarda ABD’de özellikle Halk Bank davası etkilidir. ABD emperyalizmi bu türden “sopa”yı kullanarak AKP-MHP rejimini belli bir hizaya çekecek, kimi “aykırılık”larını da törpüleyecektir.
Nitekim bu baskı nedeniyledir ki örneğin Mısır’la ilişkilerin yeniden kurulması gibi adımlar atılmaya başlanmıştır. AKP-MHP’nin dış politikada izlediği çizgi NATO örgütlenmesi üzerinden ABD ve AB emperyalistlerinin çıkarlarına göre şekillendirilecektir.
Tam da bu nedenledir NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in “Avrupa Birliği, Avrupa’yı savunabilecek durumda değil. Avrupa’yı Türkiye, ABD ve İngiltere gibi AB üyesi olmayan devletler koruyor” açıklaması manidardır. Emperyalistler TC’yi kendileri açısından bir ön karakol olarak görmekte ve denetim noktası olarak konumlandırmaktadır. TC’nin emperyalistlere hizmet ettiği oranda içeride uyguladığı faşist politikanın onlar açısından bir kıymeti harbiyesi yoktur. Ve hatta Almanya örneğinde olduğu gibi bu politikalara üstü kapalı destek de sunulur.
8 Mart’ın Kitleselliği ve Coşkusu Newroz Alanlarına
AKP-MHP’nin her alanda yaşadığı sıkışma hali beraberinde kendisinden olmayana, her türden muhalefete ve eyleme yönelik saldırganlığı da artırmaktadır. Son olarak 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü eylemlerine yönelik gösterilen refleks ve “ritmik zıplama gözaltıları” buna örnektir. İktidar oldukça keyfi gerekçelerle kitleleri sokaktan, eylem ve etkinlikten “ev hapsi”yle engellemeye çalışmaktadır.
Boğaziçi direnişinde olduğu gibi direnişleri kendi içinde parçalamaya ve terörize etmeye çalışmaktadır. Boğaziçi direnişinde devreye sokulan LGBTİ+’ları “şeytanlaştırma” hamlesi 8 Mart’ta da devreye sokulmuştur. Ne var ki kadın hareketi ve LGBTİ+’lar arasında ayrışma yaratma hamleleri boşa çıkarılmış, LGBTİ+’lar sahiplenilmiş ve hareketin bir öznesi oldukları gerçeğinden hareketle yaygın ve kitlesel eylemlilikler örgütlenmiştir.
Kadın Hareketi’nin son yıllarda ön plana çıkması nedensiz değildir. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2000-2018 yılları arasında ve bu anlamıyla virüs salgını öncesinde DSÖ üyesi 194 ülkede yapılan 300’den fazla araştırmayı değerlendirerek hazırladığı raporda, dünyadaki her üç kadından birinin hayatında en az bir kez şiddete maruz kaldığı açıklanmıştır.
Bunun anlamı dünyada 736 milyon kadının şiddet mağduru olduğudur. Tacize ve şiddete uğrayan kadınların, uğradıkları istismarı açıklamaktan çekindikleri gerçeği de eklenirse bu rakamın çok daha yüksek olduğu gerçeğine ulaşılır. Ve yine salgın sürecinde bu rakamın daha da arttığı tahmin edilebilir.
Kadına yönelik emperyalist kapitalist sistemin ataerkiyle ele ele yönelttiği bu saldırı, ülkemizin kendine has kimi koşullarıyla daha ağır gerçekleştirilmektedir. Kadın hareketinin bu saldırganlığa yönelik direnişi, alanları ve sokakları terk etmeyen çizgisi beraberinde önemli bir deneyim biriktirdiği gibi, ortaklaşılan somut ve yakıcı bir gündem üzerinden birlikte hareket etmenin, direnişi ve mücadeleyi örmenin mümkün olduğunu göstermektedir.
Bu anlamıyla Birleşik Mücadele Güçleri’nin “Emeğimiz ve Özgürlüğümüz İçin Örgütlenelim” çalışması önemli bir yerde durmaktadır. Kuruluşu ve ilanıyla önemli bir etki yaratan Birleşik Mücadele Güçleri’nin 12 Mart Gazi ve Ümraniye Katliamı anmasının kitleselliğindeki mütevazi katkısı dikkate alınmalıdır.
Son gerçekleştirilen eylem ve etkinlikler kitlelerin salgın koşullarının da etkisiyle önemli bir öfke biriktirdiği, bu öfkenin giderek sokağa yansıdığını göstermektedir. Bu nesnel koşullar altında örgütlenme çağrısı yapmak ve her türlü grupsal kaygıdan dogmatik sol sekter yaklaşımlardan uzak somut bir adresi göstermek önemlidir.
8 Mart’ın, Mart Katliamları anmalarının kitleselliğini ve coşkusunu, başta HDP’nin kapatılması tartışmaları olmak üzere Kürt ulusuna yönelik her türlü, imha ve inkar saldırısına karşı durmanın, işçi sınıfına, kadınlara, gençliğe, LGBTİ+’lara yönelik saldırganlığa karşı güçlü bir yanıt olmanın kitlesel bir aracı kılalım, Newroz ateşlerini her yerde yakalım.