Resmi rakamlara göre 50 bin, gerçekte ise yüzbinlerce insanın göz göre göre katledildiği 6 Şubat tarihli depremlerin birinci yıldönümünde, iktidarıyla muhalefetiyle bütün düzen partileri, Mart ayı sonunda yapılacak yerel seçimlere hazırlanıyorlar.
Deprem sonrasında yüzbinlerce insan ölmemiş bir o kadarı yaralanmamış ve milyonlarca insan barınma başta olmak üzere en temel sorunlarına çözüm aramıyormuş gibi; iktidarıyla muhalefetiyle bütün düzen partileri adeta yangından mal kaçırırcasına cumhurbaşkanlığı ve genel seçim yarışına girmişti.
Aradan geçen bir yıllık süre içinde halen kaldırılmayan deprem enkazlarından katledilen insanların cenazeleri çıkartılırken, bütün düzen partileri hiçbir şey olmamış gibi yerel seçim çalışmalarına başlamış durumda.
İktidarı ve muhalefetiyle bütün düzen partilerinin yerel seçimlerde birinci gündemi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı kimin kazanacağı olarak ortaya çıkmış durumdadır.
Bunun birinci nedeni, Türkiye kapitalizminin eşitsiz gelişmesine paralel olarak İstanbul’un rant ve yağma açısından en kârlı yatırım aracı olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Burjuva düzen partileri açısından İstanbul gibi oldukça kârlı bir yatırım alanında söz sahibi olmak demek başta burjuva siyasetinin finanse edilmesi olmak üzere, yandaşlar için yağma ve talan açısından avantaj elde etmek demek.
Bu nedenle düzen partileri için İstanbul’u kazanmak önemlidir. Bu amaçla ihale ve rant paylaşımına dayalı ilkesiz ittifaklardan, seçim sabahı unutulacak bir dizi vaade kadar her yol denenmektedir. Ancak daha da önemlisi başta iktidar partisi olmak üzere eli kulağında olan İstanbul depremi hatırlatılarak, “kentsel dönüşüm” vaadiyle oy istenmektedir. Yaklaşık çeyrek asırdır iktidarda olan ve dahası 1999 Marmara depreminden birkaç yıl sonra hükümet olan AKP; büyük bir depremin olacağı kesin olan İstanbul’da yıllardır yapmadığı “kentsel dönüşümü” seçim vaadi olarak propaganda etmektedir.
On binlerce insanın öldüğü 1999 depremin sonrasında depreme hazırlık amacıyla geçici olarak getirilen ve daha sonra kalıcı hale getirilen vergilerden toplanan milyarlarca lirayı, depreme hazırlanmak için değil, kendi yandaşlarının servetlerine servet katması amacıyla; yol, köprü yapan müteahhitlere aktaran ve onların semirmesini sağlayan AKP iktidarı, gelinen aşamada halkı depremde ölümle tehdit ederek oy istemektedir.
6 Şubat 2023 depremlerinde şehircilik bakanı olan ve katledilen yüzbinlerce insanın ölümünden birinci derecede sorumlu olan kişi, AKP-MHP ittifakının İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olarak yaptığı bir konuşmada; 6 Şubat depremlerinde 50 bin olarak açıklanan resmi ölüm sayısını 130 bin olarak düzeltmektedir!
Sonradan bu rakamın sadece 6 Şubat depremleri değil bütün cumhuriyet tarihi için olduğu “düzeltmesi” yapılsa da bu düzeltmenin kendisi bile, TC rejiminin tarihi boyunca halka bakışını özetlemektedir.
İster 6 Şubat depremleri olsun ister bütün yüzyıllık cumhuriyet tarihi süresince olsun, sayısı kesin olarak bilinmemekle birlikte yüzbinlerce insan, bir doğa olayı ve gerekli önlemler alındığında can kayıpları olmadan atlatılabilecek olan depremler nedeniyle toplu olarak katledilmişlerdir.
Yüzyıllık cumhuriyet tarihi sadece halka yönelik sömürü, baskı ve katliamlar tarihi değildir. Aynı zamanda bir deprem coğrafyası üzerinde yaşayan halkın sağlıklı ve güvenli barınmasını kapitalist rant ve yağmaya tabi kılan ve bu anlamıyla yüzbinlerce insanın katledilmesinin de tarihidir.
Cumhuriyet tarihi halka karşı katliamlar tarihi olduğu, depremin ve binanın değil düzenin öldürdüğü gerçeği bir kez daha teyit edilmiş durumdadır.
İktidarıyla muhalefetiyle bütün düzen partilerinin gerçekte halkı değil kendi çıkarlarını düşündüğü, 6 Şubat depremlerinde yüz binlerce insanın ölümünden sorumlu olanların hiçbir şey olmamış gibi yerel seçimlerde belediye başkanlıkları için aday gösterilmesinden de görülmektedir.
Depremler öncesinde şehircilik bakanı olan ve “imar affı” adı altında on binlerce insana mezar olan yapılara onay verenler, şimdi depremin olacağı kesin olan İstanbul’a AKP’den belediye başkan adayı olmakta, dahası halkı depremle tehdit ederek oy istemektedir.
Depremde yerle bir olan ve ölü sayısı bilinmeyen ve halen bilinçli bir devlet politikası olarak yardım ulaştırılmayan Antakya’da ise, enkaza dönüşen binalardan birinci derecede sorumlu olan CHP belediye başkanı yeniden aday gösterilmektedir.
Bütün bir cumhuriyet tarihinde olduğu gibi günümüzde de Türk hakim sınıfları ve onların her renkten partileri, deprem gerçeğine göre barınma sorununu çözmek ve halkın toplu olarak katledilmesini önlemek yerine; bu tehlikeyi kendileri açsından bir fırsat olarak görüp, yağma, talan ve rant aracılığıyla zenginleşme ve servetlerine servet katma olarak değerlendirmişler ve halkın toplu olarak katledilmesine göz yummuşlardır.
“Türkiye Yüzyılı”: Enkaz altında kalan halk!
TC devletinin halkın devleti değil, bir avuç zenginin devleti olduğu, onların çıkarları için var olduğu gerçeği 6 Şubat depremleri ve sonrasında yaşananlarla bir kez daha görülmüş durumdadır.
İktidar depremzedelere yardım etmek ve enkaz altında kalan yaralıları canlı olarak kurtarmak yerine, yardıma gidenleri engellemiş, halkın topladığı deprem yardımlarına çökmüştür. Muhalefet ise “aman provokasyon olur” diyerek halkın iktidara tepkisini engellemiş, ortaya çıkan öfkeyi seçim sandığına havale etmiştir. Kısacası iktidarı ve muhalefetiyle bütün düzen partileri müesses nizamın devamı için hareket etmişlerdir.
6 Şubat depremleriyle daha bir görünür olan devlet gerçeği, AKP-MHP’nin bütün “güçlü devlet” propagandalarının içinin boş olduğunu da gözler önüne sermiştir. “Güçlü devlet” propagandalarına rağmen deprem sonrasında günlerce enkaz altında kalan vatandaşlarını kurtarmak ve sonrasında yardım bekleyenlere yardım ulaştırmak yerine, camilerden sela okutmak ve TV programlarında canlı yayınlarla “yardım şovları” düzenlemek olmuştur.
Deprem anı ve sonrasında yaşananlar özellikle de enkaz altında kalanların kurtarılmayarak ölüme terkedilmesi ve arama-kurtarma yapmak yerine, apar topar enkazları kaldırarak, yeni inşaatlar yapımı için ihaleler düzenlemek, TC devletinin AKP-MHP iktidarı dönemindeki “Türkiye Yüzyılı”nı özetlemektedir.
Deprem gerçeği, Türkiye koşullarında devlet aygıtı aracılığıyla felakete çevrilmekte ve bu felaket kapitalizmin kendini yeniden üretmesinin aracı kılınmaktadır. Tıpkı 1999 depreminde olduğu gibi halktan deprem adına toplanan vergiler ve yardımlarda olduğu gibi 6 Şubat depremleri sonrasında devlet aygıtı, depremden yıkılan ve etkilen bölgeler için Kanun Hükmünde Kararnameler çıkartarak, bir yandan barınma sorununu çözme adı altında yeni inşaat ihaleleri açmakta diğer yandan bu bölgelerde Organize Sanayi Bölgeleri kurup, yoksul halkı asgari ücrete tabi ücretli kölelere dönüştürmektedir.
Yine “rezerv alan” yasasıyla rantı yüksek yerlere çökmektedir. Kapitalizmin en temel ilkesi olan “özel mülkiyet hakkı” bile TC rejimi nezdinde yok sayılmakta ve yandaş sermayeye peşkeş çekilmektedir. Böylelikle devlet, depremi bir felakete çevirmekle kalmamakta aynı zamanda fırsata çevirerek düzeni yeniden üretmektedir.
Sayısı halen bilinmeyen yüzbinlerce insanın ölümüne rağmen iktidarıyla muhalefetiyle bütün düzen partileri, depremin devlet eliyle bir felakete dönüştürülmesinin üzerini elbirliğiyle kapatmışlardır. Deprem nedeniyle yaşanan can kayıplarının kader değil önlenebilir olduğu gerçeğinin üzerini örtmüşlerdir.
6 Şubat depremlerinin üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen deprem bölgelerindeki halkın barınma başta olmak üzere en temel insani gereksinimleri giderilmiş değildir.
Devletin depremden etkilen bölgelere yönelik başta Antakya olmak üzere ayrımcı tavrı sürmektedir. Üstelik bu bir tehdit aracı olarak kullanılmakta, yerel iktidarın kazanılması için şantaj olarak ileri sürülmektedir: Bir gerçeği şu anda söylüyorum… Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa, o şehre herhangi bir şey gelmez! Hatay’a geldi mi? Şu anda Hatay garip kaldı, Hatay mahzun kaldı” denilebilmektedir. (R.T.Erdoğan, 3 Şubat)
“Türkiye Yüzyılı” olarak ambalajlanıp pazarlanan geniş halk yığınları için yoksulluğun daha da derinleşmesi, bir avuç kompradorun daha da zenginleşmesidir. Başta Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan’ın damadının devlet desteğiyle palazlandırılmasına hizmet eden ve gerçekte montaj sanayi ürünü olan İHA ve SİHA üretiminin, “yerli ve milli otomobil”le devam ettirilmesi ve son olarak uzaya milyonlarca dolar verilerek turist astronot gönderilmesiyle devam ettirilen “Türkiye Yüzyılı” propagandasının arkasına iflas etmiş bir ekonomi söz konusudur.
Yüzyıllık cumhuriyet tarihinin en büyük dış borçlanması içinde olan rejim, milyonlarca insanı asgari ücrete mahkum etmiş, asgari ücret ortalama ücret haline gelmişken son olarak emeklilere reva görülen sadaka zammıyla milyonlarca insanı yoksulluk ve dahası açlıkla karşı karşıya bırakmış durumdadır.
Bütün propagandalara rağmen son olarak Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alınması örneğinde olduğu gibi, ekonomik olarak tam bir iflas tablosu yaşanmaktadır. Buna rağmen “Vatan, Millet, Sakarya” edebiyatıyla, “Avrupa bizi kıskanıyor” yalanlarıyla, “dış güçler” paranoyasıyla ve son olarak R.T.Erdoğan’ın “şeriat” açıklamasında olduğu gibi kitlelerin geri yanlarına hitap eden, ırkçılığı, şovenizmi, dinci gericiliği teşvik eden politikalarını devam ettirmektedirler.
Ne var ki, İsveç’in NATO üyeliği meselesinde olduğu gibi, bütün bu efelenmelere rağmen son tahlilde ABD emperyalizminin talepleri yerine getirilmektedir. “Yerli ve milli” siyaset söylemi emperyalizmle işbirliği, NATO’ya tam sadakatle sürdürülmektedir.
İktidarı ve muhalefetiyle bütün düzen partilerinin “plana sadık kaldık”ları İsveç’in NATO üyeliğinin mecliste kabul edilmesi oylamasında olduğu gibi bir kez daha görülmektedir. Yüzyıllık TC rejiminin gelinen aşamada “Türkiye Yüzyılı” propagandalarıyla iktidardaki İslamcısı, Türkçüsü ve muhalefetteki Kemalist’iyle emperyalizme işbirliği ve halk düşmanlığı devam ettirilmektedir.
Aslolan devrimci-demokratik mücadelenin büyütülmesidir!
Bu anlamıyla Türk hakim sınıfları açısından temel hareket noktasının sömürü düzeninin bekası, halk düşmanlığı ve emperyalist sermayeyle işbirliği olduğu bir kez daha teyid edilmiş durumdadır.
TC rejiminin kurucu ideolojisi Kemalizm’in halk düşmanlığı ve emperyalist sermayeyle işbirliği biçiminde özetlenecek temel sınıfsal özü günümüzde “Türk Usulü Başkanlık Rejimi”yle hayata geçirilmektedir. Burjuva muhalefetin “etkili muhalefet” yapamamasının nedeni de budur.
Türk hakim sınıflarının ağırlıklı bölümü aslı varken çakmasına prim vermemekte, AKP-MHP ittifakıyla yoluna devam etmektedir.
Son olarak milletvekilliği düşürülen Can Atalay örneğinde olduğu gibi kendi yasalarına bile uymayan bir rejim gerçekliği söz konusudur. Bu gerçekliğe rağmen bütün burjuva partileri yerel seçimler için çalışmalarına başlamışlardır. İktidar elindeki merkezi devlet aygıtını kullanarak ve halkı tehdit ederek oy istemektedir. Burjuva muhalefet ise iktidarla aynı zeminde yerel rant olanaklarını korumak istemektedir. İktidarıyla muhalefetiyle bütün burjuva kliklerin amacı halkın çıkarları değil, kendi temsil ettikleri kliklerin çıkarlarıdır.
Böyle olduğu içindir ki yerel seçimlere doğru burjuva partileri arasında aday pazarlıkları sürdürülmektedir.
İktidarın yerel seçim çalışması aynı zamanda MİT eliyle de sürdürülmektedir. İstanbul’da IŞİD’in kiliseye saldırısı bunun örneklerinden biridir. Yüzyıllık TC rejiminin halka yönelik saldırılarında bu türden örgütleri kullandığı tarihsel tecrübeyle sabittir.
IŞİD’in TC rejiminin elinde “öfkeli gençler” olarak kullanışlı bir aparat olduğu ve “oyların yükseltilmesi için” devreye sokulduğu bilinmektedir. Önümüzdeki süreçte ihtiyaç duyulduğunda bu türden saldırıların gerçekleştirilmesi ihtimal dahilindedir.
6 Şubat depremlerinin yıldönümünde bir kez daha görülmüştür ki iktidarıyla muhalefetiyle bu düzenin geniş emekçi kitlelere reva gördüğü tek şey açlık, yoksulluk ve ölümdür. Yüzyıllık rejimin ve gelinen aşamada “Türkiye yüzyılı”nn halka vaat ettiği depremde enkaz altında kalmak, sel baskınında boğulmak, açlıkla terbiye edilmek, yoksullukla yaşamını sürdürmektir.
Bu gerçekler orta yerdeyken yerel seçimlerde iktidarıyla muhalefetiyle burjuva partilerin adaylarından şu veya bu söylemle ambalajlanmış propagandalar eşliğinde sürdürülen bir çözüm beklemek gerçekçi değildir. Çünkü sorunların yaratıcıları olanlar sorunları çözemezler.
İktidarın halka yönelik saldırılarında bu kadar pervasız olması, burjuva muhalefetin ise bütün “değişim” söylemlerine rağmen aynı çizgisini devam ettirmesi; kurulu düzenin işleyişine dairdir ve düzen dışı bir yönelim olmadan, halka yaşatılanlara etkili bir karşı koyuş örgütlenemeyeceği açıktır.
Bu anlamıyla yerel seçim gündemine olduğundan fazla bir anlam yüklemeden, politik çalışmalarımızı sürdürmek ve dahası bu gündemi kitlelerle ilişkilerimizi güçlendirmek, devrimci-demokratik hareketi, direnişi büyütmek için bir araç olarak görmek temel yönelimimiz olmalıdır.
Yerel seçimler vesilesiyle gündeme gelen ve belli bölgeler üzerinden özellikle “ittifak” gündemleriyle yoğun olarak tartışılan meseleler, son tahlilde halkın çıkarı ön planda tutularak ele alınmalıdır. Coğrafyamızda yerel iktidarlar önemlidir ancak TC devletinin yapısı ve merkezi işleyişi dikkate alındığında belirleyici değildir.