GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | Halkın Öfkesi Durdurulamaz; Daha Fazla Direniş!

Tepki, öfke ve direniş işçi sınıfı ile birlikte üretici köylüleri, maden sahalarına karşı doğasına sahip çıkan halkı da içine alarak büyümektedir.

Yerküre, emperyalistler arası dalaşın sarsıntılarını her gün daha fazla hissediyor. Ukrayna’da, NATO/AB/ABD emperyalistlerinin Rus emperyalizmi ile girdiği kapışma sürerken öteden beri ateşin hiç kesilmediği Ortadoğu’da savaş çanları bir kez daha çalınmaya başlandı.

Ortadoğu’da ABD/NATO’nun, koçbaşı olarak ikame edilen Siyonist İsrail devleti bilindiği üzere Filistin başta olmak üzere bölge halklarına yönelik katliamlar içinde dünyaya geldi. Siyonizm, II. Paylaşım Savaşı’nda büyük bir Holokost’a maruz kalan Yahudilerin yaşadığı acılar üzerinde yükselerek, emperyalist emellerin gerçekleşmesi adına bir proje olarak işlev gördü. Nazilerin eliyle büyük bir soykırıma uğrayan Yahudi ulusuna kurtuluş, Filistin/Arap uluslarının topraklarında bulundu.

Alman emperyalizmi karşısında zafer kazanan ve paylaşım savaşının galibi olan emperyalist güçler, Sovyetler Birliği’nin önüne Ortadoğu’da bir barikat çekmek adına Siyonist fikirlerin bayraktarlığını yaptı. İngiliz emperyalizminin ön açması ve onayıyla Siyonist İsrail devleti, emperyalizmin Ortadoğu’daki ileri karakolu tarihsel misyonuyla resmi olarak 76 yıldır varlığını sürdürüyor.

Hem de topraklarını, işgal, katliam ve soykırımla, adım adım büyüterek sadece Filistin’i değil aynı zamanda Lübnan, Mısır, Suriye ve de İran başta olmak üzere tüm Arap devletlerini ve dahası ABD/AB emperyalizminin tekerine çomak sokan her gücü ve kuşkusuz Ortadoğu’nun mazlum halklarını hedef alarak savaşmayı sürdürüyor.

7 Ekim 2023’te Hamas, FHKC ve çok sayıda direniş örgütünün gerçekleştirdiği “Aksa Tufanı” hamlesini, Siyonizm’in Filistin topraklarına yönelik 90 yılı bulan soykırım, yağma ve ilhakı ile birlikte ele almak gerekir. 7 Ekim Hamlesi, Filistin halkının Siyonist zulme karşı yaratıcı başkaldırısının bir sonucudur. “Her şeyi bilen”, “her şeyi duyan”, “yenilmez”, “yıkılmaz”, “dokunulamaz” İsrail mitinin yerle yeksan olduğu tarihsel bir semboldür.

Bu bağlamda, İsrail’in bile isteye, 7 Ekim Hamlesine izin verdiği yönündeki iddia ve anlatıların “yıkılmaz”, “yenilmez” İsrail efsanesine hizmet ettiği açıktır. Direniş, emperyalist savaş makinesinin ve onun koçbaşının, halkın direnişi karşısında tuzla buz olabileceğini göstermiştir. Bu Hamle, ezilen uluslara ve dünya halklarına da büyük umut olmuştur. Bir anda tüm dünyanın gözleri Filistin’e dönmüştür, beyaz soykırımla, liğme liğme yok edilen Filistin gerçeği yeniden dünyanın gündemine oturmuştur.

7 Ekim Hamlesine yanıt olarak Siyonizm’in, ABD/AB/NATO’nun aleni desteğiyle bu kadar güçlü ve kanlı saldırmasının temel nedeni de yaşadıkları hezimetin büyüklüğüdür. Emperyalistler, yedikleri ağır darbeyi yaratacakları soykırımın büyüklüğü ile kapatma hesabına giriştiler. Geçen süre içinde tüm dünyanın gözü önünde, televizyon ekranlarından canlı yayımlanan soykırım görüntülerinin verdiği mesaj da budur: “Bize diz çökün, direnirseniz sonunuz böyle olur!”

Geride kalan bir yıl içinde İsrail devleti on binlerce insanı katletti, bir o kadar insan enkaz altında, yüzbinlerce insan da yaralandı; Gazze’de taş üstünde taş bırakılmadı. Birleşmiş Milletler (BM) Dünya Gıda Programı (WFP), Siyonist İsrail’in soykırım saldırıları devam ederken bu ay Gazze Şeridi’nin kuzeyine hiç gıda girmediğini açıkladı. WFP, İsrail’in saldırılarını sıklaştırdığı ve kara harekâtı başlattığı Gazze’nin kuzeyinde mahsur kalan 400 bin Filistinli için “Kıtlık riskinin gerçek olduğu” uyarısı yaptı. Anlaşılıyor ki, İsrail, bombalarla yok edemediği halkı açlıkta öldürmeye çalışmaktadır.

Bombardıman ve saldırılarla bölge halkı ve direniş ağır kayıplara alsa da her şeye karşın Filistin halkını öfkesi ve savaşma azmi kırılamadı. Gerek Gazze’den gerekse de diğer birçok bölgeden savaş makinesine füzeler yağmaya devam etmektedir. Sürecin en önemli ve öne çıkarılması gereken yanı budur!

Filistin direnişi, sadece tepeden tırnağa en ileri teknoloji ile donanmış savaş makinesi ile savaşmıyor aynı zamanda onunla kaynaşmış emperyalizm ile de savaşıyor. Siyonizm’in savaş kabiliyeti ve gücünün de temel kaynağı emperyalizmin kendisidir.

Nihayetinde geldiğimiz noktada, İsrail, sürecin sunduğu imkanları değerlendirmek adına bu kez namlunun ucunu Batı Şeria’ya diğer Filistin bölgelerine ve sınır ötesine Lübnan’a, Suriye ve İran’a çevirdi. Hizbullah’ın başta önder kadroları olmak üzere çok sayıda üyesine yönelik bir saldırı gerçekleştirdi ve Lübnan’a karadan girmek için harekete geçti. Ne var ki kısa sürede Hizbullah karşısında aldığı darbelerin etkisiyle tökezledi.

İsrail’in Lübnan ve İran’a yönelik beklenen misillemesini, ABD/AB emperyalistlerinin Ortadoğu’ya yönelik yeni müdahaleleri olarak görmek gerekir. Öte yandan söz konusu güçlerin, Ukrayna’dan sonra rakip emperyalist güçlere yönelik yeni ve daha kapsamlı bir savaş cephesini Ortadoğu’da açma fikri ve ortamını da adım adım geliştirdiği söylenebilir.

Gelişmelerin ana yönü, emperyalist kapitalizmin içinde bulunduğu krizin tetiklediği, zorladığı yeni bir hegemonya mücadelesi/ paylaşım savaşına doğru yol almaktadır. Gerek Avrupalı büyük güçlerin gerekse de İngiltere ve ABD emperyalizminin hazırlık ve yönelimleri buna işaret etmektedir.

Bu gidişatın kuşkusuz tek belirleyeni onlar değildir. Sözgelimi 2006 yılında da İsrail’in Lübnan işgaliyle benzer bir hesabın içine girildi ancak Lübnan halkının desteğiyle Hizbullah’ın direnişi bu niyetleri boşa düşürdü. Elbette benzer bir tablonun yeniden yaşanması mümkündür. Halkların, emperyalist işgal, ilhak ve katliam siyaseti karşısında sokaktaki direnişi, karşı koyuşu, masa başında silah ve tank gücüyle yapılan tüm hesapları tuzla buz edebilecek bir gerçekliğe sahiptir.

 “Vatan Savunması” ambalajlı, yeni saldırı dalgasına geçit yok!

Benzer bir tespiti coğrafyamız için de yapmak mümkündür. Kurulduğu günden beri İsrail’i gerek savaş ve işgal gerekse de halk düşmanlığı ve toplum mühendisliği bağlamında, rol model olarak referans alan egemen sınıflar bu stratejisinde ısrar etmektedir.

İsrail’in, Filistin halkına diz çöktürmek, teslim almak ve direniş örgütlerini yok etmek adına yaşama geçirdiği ne varsa, Türk devleti tarafından, devrimci, komünist güçlere ve Kürt ulusal mücadelesine yönelik uygulamıştır.

TC, İsrail’den aldığı teknolojik-askeri destekle, T.Kürdistanı’nda katliamlar gerçekleştirmiş, köyleri yakmış, çok geniş bir alanı insansızlaştırmıştır. Filistin coğrafyasında İsrail’in oynadığı katliamcı rolün, coğrafyamızdaki temsilcisi açık ki TC faşizmidir. Bu bağlamıyla bu politika son derece stratejiktir ve AKP-MHP faşist ittifakını da aşan bir niteliğe sahiptir. İktidardaki faşist blok, söz konusu stratejinin andaki uygulayıcısı durumundadır.

İktidarın, “Filistin’e Dua, İsrail’le Ticaret” parolasıyla hareket ettiği artık herkesin malumudur. Sokakta bunun dile getirilmesinden bile rahatsızlık duymayan bir iktidar gerçekliği ile karşıyayız. Ticaretin ana noktaları hedefe alınmadıkça ve ikmali fiili olarak engelleyen bir direniş hattı geliştirilmedikçe eylemlerin bir rutinde yol alması giderekte etkisini kaybetmesi kaçınılmaz olacaktır. Öte yandan Filistin’e sahip çıkan direnişin coğrafyamızın İsrail’ini de hedefe alması gerekir.

TC devletinin Türkiye ve Irak Kürdistanı ile Rojava’da gerçekleştirdiği saldırı ve katliamlar sürgit devam etmektedir.

Görünen o ki, Türk egemen sınıfları, emperyalist savaş ve çatışmaları, rejimi tahkim etme ve daha azgın sömürü politikalarını yaşama geçirmek için bir kaldıraç olarak kullanacaktır.

R.T.Erdoğan’ın, İsrail’in hedefinin Türkiye olduğuna yönelik sözlerini müteakip faşist şef Bahçeli’nin çıkışı, bu amaç doğrultusunda belli bir konsensüs olduğunu göstermektedir. Faşist blok, burjuva muhalefeti de “vatan müdafaası” adı altında kısa sürede hizaya çağırmıştır. Başta CHP olmak üzere düzen partilerinin buna dünden hazır olduğu kısa sürede ortaya çıkmıştır.

Açık ki Türk komprador büyük sermayesi, “savaş tehdidi var” söylemiyle işçi sınıfı ve emekçilere yönelik bir yandan ehlileştirme ve teslim alma, rejimin temel kodları etrafından örgütleme politikası izlerken diğer yandan da yoğun bir servet transferi yapmayı planlamaktadır.

Mehmet Şimşek’in Orta Vadeli Plan’ı (OVP) ile garsonun bahşişine bile göz diken iktidar; zamlar, artan vergiler ve çeşitli uygulamalarıyla emekçi halkın tüm birikimini gasp ederek büyük patronlara transfer etme çizgisinde, “vatan savunması” gerekçesiyle vites yükseltecektir. Jet hızıyla Savunma Sanayi Destekleme Fonu’na kaynak adı altında getirilen yeni düzenlemeler de buna işaret etmektedir.

Pek çok kalemde açık bir soygun anlamına gelen düzenlemelerin sadece savunma harcamalarına (savaş) ve yatırımlarına kullanılacağı ve “Bütçeye bir kuruş aktarılmayacağı” şerhiyle duyurulması “savaş” söylemiyle iktidarın atacağı adımlara ilişkin de ipucu vermektedir.

Türk hâkim sınıfları, II. Paylaşım Savaşı’nda edindikleri büyük zenginliklerin hayalleriyle şimdiden gündüz düşleri görmeye başlamıştır.

“Hedefteyiz” söyleminin il ve ilçe ismi vererek üst perdeden duyurulmasının bir başka nedeni de, toplumun fay hatlarında biriken enerjiyi bastırmaktır. Toplumsal çelişkiler, büyük bir enerji biriktirmiş durumdadır. Yoksulluk, alım gücündeki düşüş, milyonların adeta cehennem koşullarında yaşamını sürdürmeye çalıştığı bir yaşamı getirmektedir.

Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) 2024 yılı Küresel Haklar Endeks’ine göre Türkiye bu yıl da sendikal haklar ve özgürlükler bakımından tüm dünyadaki en kötü 10 ülke arasında yer almıştır. ITUC tarafından 11 yıl önce yayınlanmaya başlanan endeks 151 ülkeyi ILO Sözleşmeleri ve içtihatlarından yola çıkarak oluşturulan 97 göstergeyle değerlendiriyor. Endeks incelediği ülkeleri işçi haklarına riayet etme düzeyine göre 1’den 5+ arasında değerlendiriyor.

Endeks, demokratik değerlerin ve temel hakların pek çok ülkede kötüleştiğine işaret ediyor. Endekse göre işçiler, emekçiler bakımından en kötü 10 ülke; Bangladeş, Belarus, Ekvador, Eswatini, Filipinler, Guatemala, Mısır, Myanmar, Tunus ve Türkiye olarak veriliyor.

Rapor, Türkiye’nin de bulunduğu kategorideki ülkeler genel olarak “mevzuatta çeşitli haklar düzenlenmiş olsa da işçileri, emekçilerin bu hakları etkili bir biçimde kullanması mümkün olmadığından haksız uygulamalara ve otokratik rejimlere maruz kalıyor” biçiminde tanımlanıyor.

İşçi sınıfının yaşadığı örgütsüzlük gerçeği de raporu doğruluyor. Temmuz 2024 itibariyle 17 milyona yakın sigortalı işçinin sadece 2.5 milyonu sendika üyesidir. Resmi sendikalaşma oranı yüzde 14.2’dir. Ancak bu oran yanıltıcıdır. Sigortasız işçiler de dikkate alındığında işçilerin sendikalaşma oranı daha düşüktür. Ancak asıl önemli olan özel sektördeki sendikalaşma oranıdır. Kamu işçilerinin yüzde 78’den fazlası sendika üyesi iken özel sektörde bu oran on kat daha düşüktür.

Özel sektörde resmi sendikalaşma oranı sadece yüzde 7 (yedi) civarındadır. Kamu sektörü ile özel sektör arasında devasa bir sendikalaşma farkı vardır. Sendika üyesi olup toplu iş sözleşmesi kapsamında olan işçi sayısı 1.8 milyon civarındadır.

Diğer bir ifadeyle 17 milyona yakın sigortalı işçinin yüzde 10.8’i toplu iş sözleşmesi kapsamındadır.

Son dönemde, İstanbul, Kocaeli, Antep, Adıyaman, İzmir ve daha birçok il ve bölgede gelişen işçi direniş ve grevlerinin daha görünür olmasının ve daha geniş kesimlerce de takip edilip, desteklenmesinin, bilinir olmasının bir nedeni yaşanan korkunç yoksulluk iken diğer nedeni de işçi sınıfının bu örgütsüzlüğüdür. Son dönemde gelişen işçi direniş ve grevlerinin önemli oranda işçinin kendiliğinden tepki ve basıncı ile yaşanıyor olması da bunu anlatmaktadır.

İşçi sınıfının içindeki ileri nüvelerin müdahalesiyle örgütlenen süreç, belli bir noktadan sonra sendikanın kapısını çalmaktadır. Bu noktada da mücadeleci ancak TİS yetkisi henüz olmayan veyahut TİS yetkisi olup da belli bir direniş dinamiği taşıyan sendikaları paranteze alırsak sendikaların büyük bir bölümü pasifist-işbirlikçi bir karaktere sahiptir. DİSK’in gerçek anlamda amaca hizmet etmeyen eylemleri ve Türk-İş’in miting çıkışı, sınıfın dipten gelen tepkisinin bir ürünüdür.

Kamuoyunda direnişlerle adı anılan sendikaların birçok yerde işçinin tepkisi ve basıncı ile harekete kerhen geçtiği bir gerçektir.

Öte yandan, komprador büyük Türk burjuvazisinin, emperyalist sermayeyle daha sıkı ilişkiler geliştirme ve rant elde etme amacıyla yaşama geçirdiği uygulamalar da meyvelerini vermiştir. Halihazırda güncel olan direnişlerin hemen hepsinde işçi sınıfı, yabancı sermayeye ait fabrikalarda direnişi sürdürmektedir. Coğrafyamız, köle cenneti olduğu vaadiyle gelen emperyalist sermaye ile dolup taşmıştır. Sınıfın hareketliliği ve eylemselliğinin önümüzdeki günler de daha fazla gelişeceği ise açıktır. Bu bağlamda mevcut direnişlerle bağ kurma, dayanışmayı yükseltme, talepleri dillendirme adına parçası olduğumuz olumlu çizginin sürdürülmeye ve yaygınlaştırılmaya, kurumsallaştırılmaya ihtiyacı vardır.

Tepki, öfke ve direniş işçi sınıfı ile birlikte üretici köylüleri, maden sahalarına karşı doğasına sahip çıkan halkı da içine alarak büyümektedir. Sokak hayvanlarına yönelik peşi sıra yaşanan katliamlar, deprem bölgelerindeki büyük yağma ve rant vurgunu ve yarattığı yoksunluk ve öfkeyi de bu paranteze almak gerekir.

Kuşkusuz en ciddi kaynama, kadın ve LGBTİ+ özgürlük hareketinde yaşanmaktadır. Kadın ve LGBTİ+ düşmanlığında şampiyonluğu kimseye bırakmayan, Hizbul-Kontra’yı parlamentoya sokan iktidarın, inşa ettiği rejim kadına, çocuğa ve LGBTİ+lara; taciz, tecavüz ve katliamdan başka bir şey getirmemektedir.

Coğrafyamızın dört bir yanından kadınların özellikle de üniversite ve liselerde gelişen kendiliğinden öfke ve eylemleri, toplumun kılcallarında biriktirdiği öfkeye dikkat çekmektedir.

AKP mutlaka yıkılacaktır; kadın ve LGBTİ+ hareketinin bu sürecin, en etkin, çarpıcı öznesi olacağına şüphe yoktur. Türk, Kürt uluslarından çeşitli milliyet, inanç ve kimliklerden emekçiler; devrimci, ilerici ve yurtseverler, daha fazla eylem ve direnişle iktidarın oyunlarını bozacaktır!

 

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu