GüncelMakaleler

Politik-Gündem | Emperyalizmin Normali Kriz, Ezilenlerin Direniş ve İsyandır!

"Bugünkü görev, bu bağlamda ideolojik, politik ve örgütsel yetmezliklerimize daha fazla savaş açmak; örgütümüzün niteliğini yükseltirken, sınıf çalışmasına daha fazla yoğunlaşmak, emek eksenli politikalarda daha güçlü adımlar atmaktır!"

Yeni tip Koronavirüs dünyayı tehdit etmeye devam ederken, hayatta hızlı bir şekilde “normalleşmeye” başladı.

İngiltere, ABD ve Avrupa’da vaka sayısında azalma eğilimi görülürken; Brezilya ve Rusya virüsün ölümcül gerçekliğini hala çok sıcak bir şekilde yaşıyor.

Bilim insanlarının salgına yönelik ikinci dalga uyarılarına ve gerekli önlemlerin alınmasına yönelik çağrılarına rağmen pek çok ülke kısa sürede “eski” normaline dönmüş bulunuyor.

Salgın tehlikesinin esas olarak sürmesine rağmen alınan kararların sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiği çok açık. Sürü bağışıklığı, tüm dünyada devletlerin ortak bir politikası olarak yaşam buluyor. Uluslararası sermayenin her fraksiyonu bir an önce harekete geçerek rakibi karşısında üstünlük sağlamaya çalışıyor.

Öte yandan Covid-19’la birlikte gerek küresel tedarik zincirinde gerekse de üretimde yaşanan kriz, emperyalist kapitalizmi salgına rağmen normalleşme çağrılarına zorluyor. Pandemiyi içinde bulunduğu küresel krizi, maskelemek adına bir fırsata çeviren sermaye için yeni normalin, salgın öncesi koşullar olmadığı çok açık.

Salgın boyunca yürürlüğe sokulan uygulamalar ve geleceğe dair ortaya konulan projeler de kapitalizmin, pandemi sonrasında ezilenler için son derece karanlık bir dönemi hedeflendiğini gösteriyor.

2019’u, yerkürenin dört bir yanında direniş, eylem ve isyanlarla geçiren kitleleri evlerine kendiliğinden hapseden salgının kapattığı perde şimdi yeniden açılıyor. Neo-liberal politikalarla çökertilen, işlevsiz hale getirilen sağlık sistemleri karşısında haklı bir endişe duyan, eve kapanan kitleler şimdi yeniden sokakta. Ezilenler, “hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını” vaaz eden sermayeyi haklı çıkarırcasına bu kez daha öfkeli, daha dirençli ve azimli bir şekilde yeniden meydanları mesken tutuyor.

Pandemiyle verilen reklam arasında, işsizlik yoksulluk, sefalet ve açlıkla biledikleri öfkelerini kuşanan isyancı kitlelerin, hesap soran sloganları yükseliyor alanlardan. Pandeminin yarattığı sis bulutlarının dağılmasıyla, ezilen kitleler yüzünü güneşe, direniş ve isyana döndü.

Sudan’da Mayıs ayının sonlarında Batı Kurdufan eyaletinde Babanusa kasabasındaki yakıt dağıtımında yaşanan adaletsizlikler fitili ateşleyen kıvılcım oldu -ki polisin silah kullandığı eylemlerde halk, hükümet binalarını yaktı. Sudan yakıt, un ve ekmek talebinin başka bir deyişle açlık isyanlarının ilk duraklarından biriydi.

Aynı dönemde, geride kalan yılı eylem ve direnişle, kıyasıya bir mücadele ile geçiren Hong Kong’tan yeniden slogan sesleri yükselmeye başladı. Çin emperyalizminin Hong Kong’a yönelik sömürgeci, ilhakçı politikalarının somutlandığı ve 28 Mayıs’ta Çin Parlamentosu tarafından onaylanan ulusal güvenlik yasa tasarısına karşı gelişen direnişle siyasi atmosfer kısa sürede pandemi öncesine döndü. Çin emperyalizmi tıpkı diğer muadilleri gibi Covid-19 sonrasında kendince yeni bir normal tasarlıyordu. Hong Kong halkı da sergilediği direnişle bunun karşısında ezilenlerin normalini bir kez daha direnişle ortaya koydu.

Dünyanın en gelişmiş merkezleri olarak lanse edilen kapitalist ülkelerde yaşanan trajediler; yoksulların, işsizlerin salgın karşısında adeta ölüme terk edilmesi ezilenlerin büyük bir öfke biriktirmesine neden oldu.

Salgında en fazla can kaybının yaşandığı, sürecin en ağır ilerlediği ve sürü bağışıklığının başka bir deyişle “bırakınız evsizler, sağlık güvencesi olmayanlar ve yoksullar ölsün” politikasının yaşam bulduğu ülkelerde öfkenin katlandığı da bir gerçek. ABD’de 26 Mayıs’ta 46 yaşındaki George Floyd’un Minneapolis kentinde, elleri kelepçeli, silahsız ve herhangi bir tehlike arz etmemesine rağmen onlarca insanın gözü önünde açıkça katledilmesi, bahsini ettiğimiz bu öfkeyi tetikleyen bir kıvılcım oldu.

George Floyd’un öldürülmesi, Türkiye’de Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmesine benzer bir etkiyi yarattı, bu bardağı taşıran son damla oldu. Polis vahşeti ABD genelinde sömürüye ve adaletsizliğe yönelik bir isyana dönüştü.

Eylemler, bir yandan siyahlara yönelik beyaz ırkçı politikalara karşı tepkiye diğer yandan Trump yönetiminin uygulamalarına karşı anti-faşist bir direnişe ev sahipliği yaptı.

İsyancı kitleler, Trump’a, onun iktidarında siyahilere, göçmenlere, kadınlara ve LGBTİ+’lara yönelik düşmanca uygulamalara yönelik tepkisini ortaya koydu; bankalar yakıldı, karakollar ateşe verildi, AVM’ler yıkıldı. Trump, orduyu göreve çağırarak, 25 eyalette sokağa çıkma yasağı ilan etti ve isyanı bastırmaya çalışıyor. Ancak bugünkü isyanı açığa çıkaran çelişkiler son derece keskin ve giderek derinleşiyor!

Bu da direniş ve isyanlarla önümüzdeki günlerde daha sık karşılacağımız anlamına geliyor. İsyanda öne çıkan, “Adalet yoksa barışta yok” talebi direnişin politik karakterini ve niteliğini ortaya seriyor!

“Nefes alamıyorum” çığlığı, salgınla birlikte hayat damarları iyice kesilen, daha fazla yoksullaştırılan ve yoksunlaştırılan; işsizlik ve sefalet bataklığına itilen milyonların durumunu net bir şekilde ifade ediyor. Diğer yandan bu şiar Sudan’dan Cezayir’e, Mısır’dan Irak’a; Gürcistan’dan Türkiye’ye, Yunanistan’dan İtalya’ya;  İspanya’dan İngiltere’ye kadar yerkürenin dört bir yanından ezilenlerin, bugün içinde bulunduğu tabloyu tüm çıplaklığıyla ifade ediyor.

Salgın sonrasında dünyanın ezilenleri için inşa edilmek istenen yeni normal kuşku yok ki onları daha fazla nefessiz bırakacak, hedef tahtasına koyacak. Bu, dünyada 2019 boyunca kıyıları dövmekten vazgeçmeyen isyan dalgasının yeniden harekete geçeceğine işaret ediyor!

Salgın, krize neden olmadı onu tetikledi!

Tamda burada salgının emperyalist kapitalist sistem üzerinde yarattığı etkiye dair yürüyen tartışma önem kazanıyor.

Kimi liberal ve burjuva ekonomistlerin, iddia ettiği gibi sistemi krize sokan pandemi mi oldu yoksa salgın, düzenin uzunca bir süredir içinde bulunduğu bunalımı deşifre mi etti? İlkini savunanların aynı zamanda bugün açığa çıkan korkunç tablodaki sorumluluklarından kaçtığı açık.

Hatırlayalım; 2008-2009’da finans krizini devletlerin karşılıksız para basması, bütçe açığı verme ve borçlanma yoluyla atlatan, öteleyen uluslararası sermaye, krizi 2010’dan itibaren devletlerin mali krizine dönüştürdü.

Krizin ilk döneminde, Çin, Brezilya, Rusya, Hindistan, Güney Afrika ve Türkiye krizinden yararlanarak yüksek büyüme hızlarına ulaştı. Ancak 2013’ten sonra bu durum tersine döndü. ABD merkez bankası FED, önce karşılıksız para basmayı durdurdu ardından da faiz yükseltmeye başladı. Sermaye akımlarının ters yöne dönmesiyle Rusya, Brezilya, Türkiye, Arjantin, Güney Afrika ve benzeri ülkeler, farklı tempolarda hızlı büyümeden ekonomik daralmaya geçtiler.

2019’da, Çin, Hindistan, Almanya, Büyük Britanya ve diğer ülkelerdeki otomobil satışlarında büyük bir düşüşle başlayan üretim krizi sonucunda imalat sektöründe ciddi düşüşler yaşandı. Makine, ekipman, otomobil ve hammadde ihraç eden ülkeler için ciddi sonuçları olan Çin sanayi üretiminin büyüme hızında çok keskin bir azalma oldu.

Eylül 2019’da bir kez daha Wall Street’te likidite krizi yaşandı. Bu ciddi bir krizdi ve ABD Merkez Bankası, piyasaya yüz milyarlarca dolar enjekte ederek müdahale etmek zorunda kaldı.  2019’da ancak yüzde 1,4 büyüme sağlayan AB’de 2020 ve 2021’de büyümenin olması beklenmiyordu. Almanya, 2020’ye resesyonla girmiş, büyüme oranı (0,4) sıfıra yaklaşmıştı. Fransa’da büyüme oranı yüzde 1,3’te kalmıştı. Keza dünyanın en büyük ekonomilerine sahip ABD’de yüzde 1,9, Çin’de yüzde 6,1, Japonya’da yüzde 0,9 oranında büyüdü ancak büyüme oranı önceki yıllara göre düştü.

Henüz ortada korona salgını yokken, 2020 ve 2021’e dair yapılan projeksiyonlarda daralmanın ve durgunluğun devam edeceği belirtiliyordu.

Yine hatırlanacağı üzere, Ocak 2020’de Dünya Ekonomik Forumu tarafından 50.’si düzenlenen Davos zirvesinin ana teması, “Paydaş Kapitalizmi” olarak ilan edilmiş ve hissedarlarla şirket yöneticileri, işçiler, tüketiciler vb. paydaşlar başlığı altında birleştirilerek aralarındaki çıkar birliği olduğu ilan edilmişti. Bu, kapitalizmin krizini işçi sınıfı ve emekçiler, orta ve küçük burjuvaziyle paylaşması başka bir deyişle krizin yükünü bu kesimlerin üzerine yıkmak istediği anlamına geliyordu.

Sözün özü, Koronavirüs salgını, Şubat 2020’nin son haftasında patlak veren ve hala devam eden borsa krizinin gerçek nedeni değil sadece onun tetikleyen bir kıvılcımdır!  Bu tespit aynı zamanda Covid-19’u, TC devletinin krizin sorumlusu olarak üzerine attığı suçtan beraat ettirmiş oluyor. Covid-19 en fazla, TC için “Güçlü ekonomi” balonun daha hızlı inmesine neden olmakla suçlanabilir.

İsyan dalgası büyüyor; yeni Geziler kıyılarımızı dövecek! Ayrıca salgının geniş emekçi kesimlerde yarattığı yıkım ve sonucunda açığa çıkan öfkenin büyümesinde ciddi bir katalizör işlevi gördüğü söylenebilir. Bu işlev, gerek iktidarın ezilenler üzerinde inşa ettiği hegemonyanın çözülme hızında gerekse de iktidar içi güç dalaşı ve re-organizasyonun çapı ve şiddetinde karşılık bulmaktadır.

Yaşananlar, 31 Mart yerel seçimleriyle birlikte AKP-MHP faşist ittifakı için sonun başlangıcı olan bir rotaya girildiğine yönelik analizleri haklı çıkarmaktadır. Nitekim seçim sonrasında ‘yenilmez’, ‘hikmetinden sual olunmaz’ tek adama rağmen parti çalışmalarına başlayan Davutoğlu ve Babacan’ın çıkışları gelinen aşamada, AKP iktidarının altını boşaltacak, kitlesini tehdit edecek bir yörüngeye doğru hızla ilerliyor. Bu yolculuğun ivmesini, kuşku yok ki salgının tetiklediği ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlar başka bir deyişle ezilenler ile egemenler arasındaki çelişkiler belirliyor.

Salgını, “Sermayeye kalkan, Kürde kayyum, halka kolonya” politikası ile karşılayan iktidar, çıkardığı tüm gürültüye, ana akım medyanın borazanlığına ve elindeki devlet aygıtına rağmen çözülmeye bir türlü engel olamıyor. Değişik siyasal meşrepten çok sayıda araştırmacının ortaya koyduğu göstergelerin ortak noktası, AKP-MHP bloğuna yönelik geniş emekçi kitlelerde büyük bir güvensizlik ve kırılma yaşandığına dairdir.

R.T. Erdoğan’nın “gönül seferberliği başlatıyoruz” adı altında parmak bastığı kanayan yara tam da budur. Bunun kısa sürede, zaten çoktandır devlet partisine dönüşmüş bulunan AKP-devlet marifetiyle tersine çevrilmesi zor görünmektedir. Nitekim kitlelerin, devletin türlü uygulamalarına yönelik tepkisi onunla özdeşleşen AKP iktidarına doğrudan yönelmektedir. Babacan ve Davutoğlu’nun normalleşme adımlarıyla birlikte giderek el ve ses yükselten çıkışları da, dipteki akıntının şiddetine işaret etmektedir.

AKP-MHP ittifakının, olası bir erken seçim öncesinde Davutoğlu ve Babacan’ın önünü kesmeye dönük hamlelere tenezzül etmesi de durumun vahametini gösteriyor. Bu noktada olası bir erken seçimin AKP/Saray rejimi için daima masada hazır bekletildiği bilinmelidir. Diğer yandan gelinen aşamada seçime ancak kazanmak için gidileceği de akıldan çıkarılmamalıdır.

Zira aksi bir durum AKP ve küçük ortağı MHP için felaket anlamına gelecektir. Olası bir erken seçimin, 7 Haziran sonrası bir darbeyle gündeme getirilen ve OHAL koşullarında gerçekleştirilen 1 Kasım sürecinin genel karakterini taşıyacağı bilinmelidir. Olası bir erken seçimde, AKP-MHP bloğunun devlet aygıtının gücünü sonuna kadar kullanmaktan, her türlü provokasyonu yapmaktan; gözaltı tutuklama ve fiili olarak OHAL’de dâhil olmak üzere baskı politikalarını yaşama geçirmekten çekinmeyeceği bilinmelidir.

Erken seçim hususunda üzerinde durulması gereken temel nokta, CHP’nin rakibinin tüm hukuksuzlukları, keyfiliği ve gaddarlığına rağmen takındığı akl-ı selim duruştur. Bu, başka bir yönden AKP iktidarının uzatmaktan, ona yol vermekten başka bir anlama gelmiyor. AKP iktidarına karşı toplumda biriken öfke, CHP’nin yarattığı rüzgârla sandığa gömülmek isteniyor.

Sandık ve seçimi, hiç kimse için bir anlamı kalmayan anayasal haklar üzerinden tartışmanın ezilenler açısından bir anlamı yoktur. Seçimleri, AKP iktidarının derinleştirdiği sömürü ve zulüm düzenine karşı mücadelenin sokakta, fiili meşru mücadele temelinde yükseltilmesi bağlamında ele almak ve tartışmak gerekiyor.

Aksi bir tutum, AKP-MHP iktidarının ömrünü uzatmaktan başka bir işe yaramaz.

Nitekim artan baskı ve şiddet, büyük bir sıkışma hali yaşadıklarına işaret ediyor. Salgın boyunca emekçilere yönelen polis-bekçi şiddeti; pandemi koşullarında aralıksız sürdürülen kayyum saldırısı, T. Kürdistanı’nda özellikle de kadınlara yönelik baskı ve tutuklamaların söylediği budur. Tüm bunların ortasından yükselen; insanlık onurunu, devrimci- demokratik ve yurtsever güçlerin direniş hafızasını, onurunu hedefleyen mezarlara, mezarlıklara yönelik aşağılık saldırılar da cabasıdır. Aydın, yazar ve sanatçılara yönelik açık tehditler de bu sıkışma halinin göstergesidir. Öte yandan AKP iktidarı, bu zulüm cenderesiyle,

pandeminin arkasına sığınan Türk sermayesinin, emek rejiminin örgütlenmesinde adeta yeni bir kast sistemini andıran ortaçağ karanlığını, Nazi toplama kamplarını hayata geçirmesi için “sahayı” temizlemeyi planlıyor!

AKP-MHP bloğu, kitle tabanı eridikçe, geniş emekçi kesimler cephesinde rıza üretmekte çaresiz kaldıkça daha fazla saldırganlaşmakta; kontrgerillanın açıktan devreye sokularak toplumun korkutulması, hizaya getirilmesi adına zulmünü katlamaktadır.

Ancak toplumlar tarihi göstermiştir ki zulmün olduğu yerde isyan meşru ve kaçınılmazdır.

ABD’de Trump yönetimin temsil ettiği düzene yönelen öfke de bunu anlatmaktadır. Gezi İsyanı’nın tamda 7. yıldönümünde, isyancı kitleleri sokağa döken çelişkiler coğrafyamızda da fazlasıyla sıcaktır. Çeşitli boyutlarıyla kendini hissettirmeye başlayan ve yüzeye vuran öfke dalgasının önümüzdeki günlerde kıyılarımızı daha şiddetli döveceğine şüphe yok.

Ancak asıl olan bunun içinde çelik disiplinli, öznelcilikten ve sübjektivizmden arınmış bir proleter hareketin varlığıdır. Bugünkü görev, bu bağlamda ideolojik, politik ve örgütsel yetmezliklerimize daha fazla savaş açmak; örgütümüzün niteliğini yükseltirken, sınıf çalışmasına daha fazla yoğunlaşmak, emek eksenli politikalarda daha güçlü adımlar atmaktır!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu