Mülk ve üretim araçlarına el koymak; kapitalist üretim sisteminde sermaye birikiminin kaynağı olduğu gibi üretimin olmazsa olmazı emek gücünü sağlamanın da yegane yoludur.
Mülküne ve üretim araçlarına el konulanlar (emekçiler), bunlara el koyanlar (burjuvazi) için gerçekleştirdikleri üretim ve hizmet faaliyetiyle yarattıkları değerin genellikle sadece yaşamlarını sürdürebilecekleri kadar kısmı (ücret) karşılığında çalışmak zorunda bırakılır.
Emekçi, yaşamını sürdürebilmek için bir işte çalışmak zorundadır; eğer çalışmaz ya da çalışacak bir iş bulamazsa kendisi ve ailesinin yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olan en temel ihtiyaçları bile karşılayamaz. Bu nedenle çalışamamak yani işsizlik, emekçiler için en yaşamsal tehdittir, tehlikedir.
Bu tehlikeyi ve tehdidi sayısal verilerle somutlaştırmaya çalışalım; karanlık bir tablo içinde ışığı bulma umudumuzu da kaybetmeden:
Dünyada yaklaşık 3.3 milyar kişi ücret karşılığında çalışmaktadır. 188 milyon kişi işsiz, 120 milyon kişi ise işsiz ama umudu olmadığı için iş aramaktan vazgeçmiştir. 165 milyon kişi de yaşamını sürdürmeye yeterli olmayacak kadar düşük bir ücretle çalışmak zorundadır.
Yani -en iyi tahminle- dünyada yarım milyara yakın insan, işsiz ya da geçimini sağlayacak bir işe sahip değildir. 267 milyon genç (15-24 yaş arası) ne eğitim almakta ne de bir işte çalışmaktadır. Bir işte çalışanların -istihdam edilenlerin- yüzde 61’i yani yaklaşık 2 milyar kişi kayıt dışı işlerde, herhangi bir güvencesi olmadan çalışmaktadır. 700 milyon kişi ise çalıştığı halde aşırı veya orta derecede yoksuldur.
Yukarıdaki veriler, Ocak ayında yayınlanan ILO’nun “İstihdam ve Sosyal Görünüm 2020” raporunda yer almaktadır. Koronavirüsün henüz küresel bir tehdit haline dönüşmediği bir dönemde hazırlanan bu raporda ILO Genel Direktörü Guy Ryder, “Milyonlarca insan için, çalışarak daha iyi yaşam kurmak gittikçe zorlaşıyor” tespitinde bulunarak, “Çalışma yaşamında giderek artan eşitsizlikler ve dışlanma, insanların hem insana yakışır hem de daha iyi gelecek sağlayacak işler bulmasını önlüyor” değerlendirmesiyle, duruma dikkat çekiyor.
Tekrarlayalım, bu veriler ve yorumlar, henüz koronavirüs salgını ortada yokken, sistemin temel kurumlarından biri olan ve sistemi meşrulaştırmayı görev edinmiş ILO’nun bir raporunda görüntülenen dünya ahvalidir! Koronavirüsün yaygınlaşmasıyla birlikte tüm çabalara rağmen iyimser ol(a)mayan veriler, hızla daha da kötüleşiyor…
Salgının ardından ILO, “Covit 19’un Çalışma Yaşamına Etkileri” başlıklı, 16 Mart, 7 Nisan ve 29 Nisan tarihlerinde üç rapor daha yayımladı. 2020 için yeni işsiz kalacaklara ilişkin öngörü; yukarıdaki verileri aktardığımız Ocak raporunda 2.5 milyon iken 16 Mart tarihli raporda en iyi olasılıkla 5.3 milyon, en kötü olasılıkla 24.5 milyona yükseltilmiş. Salgının yayılma hızı ve bununla birlikte iş yerlerinin kapanmasına bağlı olarak işsizlik tahminleri, başka raporlarda daha da yükseliyor.
7 Nisan raporunda “dünya iş gücünün yüzde 81’i 2.7 milyar emekçinin salgın ve bu nedenle alınan önlemlerden etkileneceği ve işsiz sayısının, II. Dünya Savaşı sonrası en yüksek düzeye, 195 milyona ulaşabileceği” belirtiliyor.
Bu arada küresel iş gücünün yüzde 38’ine tekabül eden 1.25 milyar kişinin salgından en çok etkilenen konaklama, gıda, ulaşım, ticaret, imalat vb sektörlerde çalıştığı tespiti yapılırken; yine bu süreçle mağduriyetleri en fazla artacak olanların, “2 milyar civarındaki sosyal korumadan mahrum olan kayıt dışı ve güvencesiz çalışan” olduğu ifade ediliyor. 29 Nisan’da hazırlanan son raporda ise 2020’nin ikinci çeyreğinde işsiz kalabileceği öngörülenlerin sayısı 305 milyona çıkıyor.
Özetlersek ILO, koronavirüs öncesinde 2020 yılı için öngördüğü 2.5 milyon yeni işsiz sayısını üç ay içinde 305 milyona çıkarıyor. Bu da bize kapitalizmin bir kurumunun verileriyle bile dünya nüfusunun büyük bölümünü oluşturan emekçilerin, yaşamlarını işsizlik ya da çalıştığı halde açlıkla karşı karşıya sürdürdüğünü; salgınla birlikte bunun tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar derinleştiğini ortaya koyuyor.
Türkiye için de durum çok farklı değil. TÜİK, en son Şubat ayına ait yani salgın öncesi verileri yayımladı. Buna göre Türkiye’de 4 milyon 228 bin kişi işsizdir.
DİSK-AR’ın geniş tanımlı işsizlik verisine göre (kısa zamanlı çalışanlar, mevsimlik çalışanlar, halen çalışmayıp iş bulursa çalışmak isteyenler dahil edilir) ise işsiz sayısı 8 milyon 427 bin kişidir. Salgın süresince kapanan iş yerleri, buralarda istihdam edilenler ve çalışmaktan alıkonulanlar (65 yaş üstü ve 15-17 yaş arası evde kalan çalışanlar) dikkate alındığında işsiz sayısı neredeyse ikiye katlanarak, 16 milyon 227 bin kişiye çıkıyor.
Bu da gerçek işsizlik oranının yüzde 50’leri bulduğunu gösteriyor. Asgari ücretin açlık sınırı altında olduğu ve istihdam edilenlerin büyük çoğunluğunun bu seviyede ücret aldığı düşünüldüğünde, Türkiye’de durumun, dünya genelinden daha kötü olduğu söylenebilir.
Rakamlar, ILO Genel Direktörü’nün dediği gibi emekçiler için insanca çalışma ve yaşama koşullarını elde etmenin olanaksız hale geldiğini gösteriyor. Ama başka bir açıdan bakıldığında bu rakamlar, milyarlarca emekçinin yaratabileceği mücadele potansiyelini de gösteriyor. Düşünsenize 3.5 – 4 milyarlık emekçi ordusu; üreten, var eden, dünyayı sırtında taşıyan bu büyük ordu, kanlarını emen keneye karşı birleşse; ne sermaye ne onun devleti ne çürümüş sendika(cı)lar ne de kapitalizm diye bir sistem kalır!
Bunun önünde en büyük engel, sınıf bilinci ve örgütlenme eksikliğidir. Bu eksikliğin bir an önce giderilmesi ve sadece emekçileri değil doğayı ve insanlığı bütünüyle felakete sürükleyen kapitalizme engel olabilecek tek gücün, emekçinin üretimden gelen gücünün harekete geçmesi gerekiyor!