Türk şovenizminin kitle ruhu
TC sınırları içinde yaşayan halk sınıfları, devletin ayağa dikilmesinden bu yana kesintisizce süren şovenist bir taarruz altında kalmıştır. Devlet tüm olanaklarını ve bu taarruzun kalem erbaplarını (gazeteci, akademisyen, sanatçı vb.) “Milli şuurun aşılanması” için seferber etmiştir.
Türk olmayanı Türkleştirmek, Türk olanı şovenistleştirmek için eğitimden sanata, bilimden spora, camiden sokağa her yer “Türk’ün ve Türklüğün” propagandası altındaydı. Tekliğe ve Türklüğü “aykırı” her şey tehdit ve potansiyel düşmandı. Kürt ve Türkler adına Lozan’a gittiğini söyleyen İsmet İnönü, Lozan’dan döndükten hemen sonra, Türkiye’de “Türklerden başka bir unsur yoktur” ve “Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere, Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız.” (Vakit Gazetesi, 25 Nisan 1925) (1)
İnönü böylelikle Lozan Antlaşması’nda Ermeni, Rum, Yahudi ve Süryaniler gibi “gayrimüslim azınlık” kabul edilen kesimlere tanınan hiçbir hakkın uygulanamayacağını açıkça ilan ederken, bu topraklarda “makbul vatandaş” olmanın yolunun ancak Türkleşmekten geçtiğini söylemiş oluyordu. “Türklük şuuru” ile daha da beslenmiş olan, dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da aynı sözleri gönül dilinden söylüyordu: “… Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsin.” (2)
“Vatandaş Türkçe Konuş”
“Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası bu politikanın sokağa inen ayaklarından birisiydi. Nerede olursa olsun Türkçe’den başka bir dil konuşulunca müdahale edip, konuşanlara bastıkları toprağın “Türk”e ait olduğunu hatırlatarak Türkçe konuşmalarını buyurmak bir “vatandaşlık görevi” sayılıyordu ve CHP, Türk Ocakları ve basın elbirliğiyle Türk olmayan, Türk sayılmayan herkes saldırgan bir kuşatma altına alınıyordu.
Eğitim-öğretimin Türkçe yapılması, “Azınlık okulları”nda anadilde eğitimin yasaklanması, bu okulların işletilmesinin engellenip kapatılması yönlü politikalar da eşgüdümlü olarak uygulamaya konuluyordu. Kimi işyerlerinde Türkçe konuşmayan/konuşamayanlar işlerinden atıldı, kimi belediyelerce sokakta Türkçe konuşmayanlara ceza kesilmeye başlandı.
Yolda, otobüste, vapurda kısacası görünür her yerde Türkçe konuşmayan insanlara sataşıp kavga etmek ve onların “Türklük”lerini sorguya çekmek moda haline geldi.
Türk milliyetçiliğinin şovenist bir hezeyana dönüşmesi için bir destek de 1926’da kabul edilen TCK’nın 159. Maddesi olan “Türklüğü tahkir ve tezyif edenler”i cezalandırmaya ilişkin maddesinden geldi. “Türklüğü tahkir suçlaması özellikle azınlıklara karşı, olur olmaz ve yaygın bir şekilde ortaya atıldı, Demokles’in kılıcı gibi azınlıkları tehdit etti. İki kişi arasında geçen basit bir tartışmada taraflardan birinin diğerine karşı sarf ettiği öfkeli bir sözün hakarete uğrayan kişi tarafından hemen ‘Türklüğe hakaret’ olduğunun ileri sürülmesi, yaygın olarak rastlanan bir davranıştı. Böyle olaylarda hemen oracıkta temin edilen iki tanık ve bir polis memuru vasıtasıyla tutanak tutulması ve sözleri sarf eden kişinin kısa sürede ellerinin kelepçelenip cezaevine gönderilmesi de gündelik hayatın olağan olayları arasında yer alıyordu.” (3)
“Türklük” üzerine bunca politik, iktisadi ve sosyal “yatırım” yapıldığına göre “Türklüğü” tarihsel ve teorik açıdan tahkim etmek bir ihtiyaç haline geldi. Fakat konu “Türklük” olunca “yatırımların” ayarının kaçması da kaçınılmazdı! Üniversitede tarih kürsüsüyle alakalı olmayan akademisyenler ve Yusuf Akçura, Afet İnan gibi Türkçü aydınlar eliyle, sipariş bir tarih yaratıldı.
Türk Tarih Tezi adıyla bilinen bu tarih yazımında çoğu zaman hiçbir tarihsel bulguya bağlanmayan, araştırmaya ve alan çalışmalarına dayanmayan bu teze göre, yeryüzünün en eski uygarlığını Türkler kurmuştu. Yazıyı ilk bulan ve tüm dünyaya ileri kültürü taşıyan Türklerdi. “Anadolu” da Türk’tü ve Yunan ve Roma uygarlıklarını da “Anadolu”daki Türkler kurmuştu. Dahası Mısır, Sümer ve Hitit (Eti) uygarlıkları Türk’tü.
Bunca uygarlığın yaratıcısı Türkler olduğuna göre bütün dünya dillerinin anası da Türk dili olmalıydı. Bu amaçla yine masa başında Güneş Dil Teorisi adıyla teori oluşturuldu.
“Türk kimliği”ni ve “ulusal bilinç”
Kısacası zaman (tarih) ve mekân (coğrafya) yeniden örgütlenerek Türk hâkim sınıflarınca tahayyül edilen “Türk kimliği”ni ve “ulusal bilinç” oluşumunu destekler hale getiriliyordu. Devlet açısından Türkleştirme politikası hayati önemdeydi. Bilimsel, tarihsel temelleri olmasa bile toplumsal bir dogma haline getirilmiş ya da kutsal bir inanç olarak kabullendirilmiş bir “Türk kimliği” ve bu kimliğin vücuda gelmiş hali olan “Türk milleti” adına devletin başka ulusları inkâr etmesinin ve Türkleştirmesinin meşruiyet zemini döşenmiş oluyordu.
Kendi “ulusal kimliğini” merkeze alan ve bu kimliğin coğrafyasında yaşama, söz söyleme ve itiraz etme meşruiyetini kendinden başlatan düşünüş tarzı için, öteki kimlik/düşman kimlik bulma sıkıntısı da olmazdı. Nitekim kuruluş döneminde Ermeni ve Rumlara yöneltilen düşmanlık daha sonra Yahudi halka çok kolayca yönlendirilebilmiştir.
“Gayrimüslimler”le işini büyük oranda bitiren TC Devleti, yükselen devrimci hareket karşısında Alevilere, ama özellikle Kürt ulusal hareketi karşısında Kürtlere yönelik olarak aynı şovenist mekanizmayı çalıştırabilmiştir.
Ancak bu “iç tehdit” olarak işaretlenen kimlikler öteden beri “Müslümanlık” parantezine alınıp Türklüğe iliştirildiklerinden dolayı, yürütülecek asimilasyon politikalarında ve şovenist söylemlerde bazı ince ayarlar yapmak gerekiyordu. Şimdi kısaca bunlara değinelim.
Şovenizmin namlusu Kürtlere dönerken…
Aslında Kürt ulusu da uzun süre tıpkı Çerkezler, Araplar, Pomaklar, Lazlar ve Gürcüler gibi, görünüşte yok sayılan, varlıkları ancak Türk olarak kabul gören inkârcılık siyasetine maruz kalmıştır.
Cumhuriyet’in daha ilk yıllarında “Müslümanlık” olan ortak paydanın yerine “Türklük” geçirilmiştir. 1924 Anayasası’nda “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur” hükmüyle bu durum resmileştirilmiştir. Fakat Kürt ulusu büyük lokmaydı, yok saymayla, yasa kararlarıyla Türkleştirilmeleri bir çırpıda sağlanamayacaktı. Nüfuslarının yoğunluğu, bölgenin kadim halklarından olmaları ve dahası ulusal bir toplum olma özellikleriyle öyle sessiz sedasız bir asimilasyon politikası bu işe yeterli değildi.
Koçgiri ve Şeyh Sait İsyanlarından bu yana Kemalist zorbalık ve kıyıcılık Kürt ulusunun üzerinden hiç eksik olmadı. Örgütlü bir direniş olsun ya da olmasın Kürdistan üzerine “tedip ve tenkil” seferleri düzenlendi.
Yani olası direnişi ya da direniş potansiyelini dağıtmak için askeri harekâtlar düzenlendi ancak bu harekâtların “ibret-i âlem” olması ve uzun süre halkın belleğinden çıkmaması için dehşet saçıldı.
Diğer “Müslüman” kabul edilen halka ve göçmenlere uygulandığı gibi -ama çok daha sistematik biçimde- yerleşik olunan yerden göç ettirmek ve iskân politikaları uygulamak, etnik ve kültürel tüm nitelikleri “beyaz soykırıma” uğratıp yok etmek, tarihi, kimliği, dili, isimleri ve coğrafyayı Türkleştirmek, “Kürt” adını ağza bile almamak, alan kişileri ve kurumları derhal susturmak Kürt ulusunun payına düşenlerdi.
1990’ların başına kadar “Kürt yoktur, Kart-Kurt Türkleri vardır” şeklinde süren kaba inkârın kabuğu Kürt Ulusal Hareketinin uğrattığı basınçla çatladı. Bu açıdan TC devletinin uzun bir süredir dinmiş olan uluslaşma sancısını depreştirmiştir. Bu “büyük lokma” Türk egemenlerinin boğazına takılı kalmıştır.
Rejimin bu yapısal krizi içinde yaşanan diğer bir sorun da, şovenizmin inşa edildiği direklerin sarsıntı geçiriyor olmasıdır. Bugüne dek dağı taşı Türkleştiren ve başka hiçbir farklılık tanımayan şovenist anlatıya Kürtlerin varlığını dâhil etmek gerekecekti. Öyle de yapılmaya çalışıldı; “Kürtlerin bir ulus/millet niteliği teşkil etmediği, yüzyıllardan beri yan yana yaşayarak kopmaz bağlar oluşturduğumuz bu vatana beraberce sahip çıkıp Çanakkale’lerde birlikte kanımızı döktüğümüz” işlenmeye başlandı. Yani dışlanıp inkâr ederek değil, içerip arıtarak Kürtlüğü tedavülden kaldırmaya çalıştılar.
Elbette ki Kürt ulusal sorunu; “Kürt meselesi” de bu gelişim seyrine göre tanım değiştirip durdu. Şimdilerde “Tamam Kürtler vardır ama hakları yoktur” şeklinde özetlenebilecek bir “kabul” biçimi, yüzyıllardır yürütülen asimilasyoncu politikaların bugünkü şartlara uyarlanmış halinden ibarettir.
İşte TC devletinin yekpare ulus, yekpare devlet olma çabalarının ve Türkleştirme siyasetinin tarihsel seyri ana hatlarıyla böyledir. Böylelikle TC devletinin kurumsal yapısının ve burjuva-feodal Türk hâkim sınıflarının vazgeçilmez ideolojik bileşeninin Türk milliyetçiliği-şovenizmi olmasının verileri de esasen anlaşılır olmalıdır.
Türk şovenizminin gerçek doğasını ve politik sahada hangi amaç ve araçlarla işlevselleştirildiğini anlayabilmek için bu tarihi bilmemiz önemlidir. Ve bu tarih henüz sonlanmış değildir ve sürmektedir.
Yüzyıllık şovenizm pratiği toplumda ağır bir tortu bırakmıştır. Toplumsal dokunun derinliklerine işleyerek ezilen halk sınıflarını zehirlemiştir ve zehirlemeye de devam etmektedir.
1) Gülçiçek Günel, İttihat ve Terakki’den Günümüze, Yektarz-ı Siyaset: Türkleştirme, Belge Yayınları, Sf: 314-315
2) Ekinci’den Aktaran: Gülçiçek Günel, adge, SF: 315
3) A. Benaraya, L’Etoile du Levant; Aktaran, Rıfat N. Bali, age. Sf: 528