Makaleler

Şovenizm, Uluslaşma ve TC’nin Ortaya Çıkışına Dair-3

Türk sermayesinin gözyaşları ya da hamaset edebiyatı olarak şovenizm

Devlet ve ulusu inşa edip, sürekliliğinin sağlanmasının iktisadi hâkimiyetten geçtiği fikri, Yeni Osmanlı aydınlarından İttihat ve Terakki’nin Türkçü ideologlarına kadar ortaklaşılmış ve tecrübeyle sabit hale gelmişti. M. Kemal’in ifadesiyle “Hâkimiyet-i Milliye, hâkimiyet-i iktisadiye ile tarsin edilmelidir (sağlamlaştırılmalıdır).

Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun iktisadi zaferle tetviç edilemezlerse (taçlandırılamazsa), netice payidar olmaz”dı. Bu yüzden Türkleştirme programının en esaslı sorunu iktisadi Türkleştirmeyi başarabilmek oldu. Çok zayıf bir burjuva sınıfının/sermayesinin “ulusal çapta” hâkimiyetinin önündeki “engeller” Ermeni ve Rum soykırımlarıyla el konulan altın, toprak, emlak, işyerleri ve iç pazar olanaklarının ele geçirilmesiyle tamamen ortadan kalkmış değildi.

İthalat ve ihracatın merkezileştiği İstanbul, İzmir gibi ticaret şehirlerindeki sermayenin ve ticarethanelerin ele geçirilmesi, ülke içine yayılmış şirketlerin kontrolünün sağlanması, resmi ve özel şirketlere “Türk Müslüman” idareci, memur ve işçilerin yerleştirilmesi gibi bir dizi aşılması gereken “engel” vardı. Böylelikle Ermeni, Rum ve özellikle Yahudi “azınlıklar” devletin resmi, gayrı resmi baskısı, tehdidi, faşist yasa ve uygulamalarla iktisadi yok oluşa sürüklendi.

“Kimliğin, iktisadın ve coğrafyanın Türkleştirilmesi”

“Kimliğin, iktisadın ve coğrafyanın Türkleştirilmesi” hâkim sınıfların mutabık olduğu ve onları birleştiren milli bir dava olarak ele alındı. “Türkiye Türklerindir” sloganı bu “milli dava”nın hem hegemonik söylemini, hem “gerekçesini” oluşturuyor hem de geniş köylü yığınlarıyla işçi sınıfını bu davanın hissesiz ortağı yapmayı hedefliyordu. Devletin tüm gücünü ve olanağını arkasına alan “Türk sermayesi” kendine pazar açmak ve sermaye birikim sürecini sürekli kılmak için aynı zamanda kendi devlet düzeninin sağlamlaşmasına ve Türklüğe dayalı ideolojik-kültürel “milli harcın” da sürekli üretimine ihtiyaç duyuyordu.

Sermaye birikimi açısından geç kalmışlığın telaşı ve aç gözlülükle girişilen iktisadi talana, şovenist-ırkçı bir kitle ruhunun eşlik etmesi için elden gelen hiçbir şey esirgenmedi.

Lozan Antlaşması’nda “Azınlık hakları”nı düzenleyen 42 ve 44. Maddelerden vazgeçilmesi için Yahudi, Rum ve Ermeniler üzerine yapılan baskılar ve linç tehditleri, 1934 Trakya Yahudilerine yönelik yağmalama ve linç saldırıları; 1941’de Hitler aşığı CHP hükümetinin tıpkı Ermeni ve Rum soykırımında yapıldığı üzere genç-yaşlı “gayrimüslim Türkler”i amele taburlarında toplaması; başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun “Yahudilere öylesine ağır bir vergi tahakkuk ettireceğim ki yaşayabilmeleri için eşlerini fahişe olarak ikram etmek zorunda kalacaklar” diyerek gururlandığı 1942 Varlık Vergisi ve çalışma kampları, CHP’nin 1944 yılında hazırladığı “Azınlıklar Raporu”nda “… azınlıkları, İstanbul’da topladık, bunların azınlıklarsayısını bir şekilde indirmemiz gerekiyor… söylenecek tek söz, İstanbul’un Fethi’nin 500. yıldönümüne kadar İstanbul’u tek Rumsuz hale getirmektir…” şeklinde belirlenen hedefe uygun olarak gerçekleştirilen 1955 Eylül katliam, tecavüz ve yağma olayları Türk hakim sınıflarının iktisadi ve sosyal Türkleştirme politikalarının aynı anda uygulamaya konulduğu örneklerden en bilinenleridir.

Diğer bir ifadeyle Türk komprador kapitalistlerinin ve toprak ağaları sınıfının sermaye birikiminin önünü sonuna kadar açıp “yabancı sermayeyi yağmalamak” için ayarlanmış şovenist patlamalardı.

Daha önce de belirttiğimiz üzere ezilen halk kitleleri “Türk milli davası”nın kitle gücü ama hissesiz ortaklarıydı. Bu davada onların payına düşen, yağmaya, çapula iştah kabartan şovenist bir kültür, faşist bir ideolojiydi. Türkleştirme savaşının “bindirilmiş kıtaları” olarak rol biçilen halk sınıfları ancak böylesi bir ideolojik-kültürel motivasyonla harekete geçirilebilecek ve şovenist politikalara meşruiyet kazandırılacaktı. Halk sınıflarının içinde yaşadıkları korkunç sefalet ve çaresizlik devletin yeni sahiplerini zerrece ilgilendirmiyordu. “… Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren asker-sivil bürokrasi ile ticaret-sanayi erbabı, eşraf ve büyük toprak sahipleri arasında zımni bir koalisyon mevcuttur. CHP örgütü, organları ve hükümeti bu koalisyonun tüm özelliklerini yansıtmaktadır. CHP iktidarının sınıfsızlık savı topraksız ya da az topraklı köylülerle, işçilere karşı kullanılan bir çeşit taktik olarak kabul edilebilir. Nitekim iktidarın çarkları sürekli olarak bu zımni koalisyonun ortaklarının lehine dönmüştür.”(1)

“Türkiye Türklerindir”

“Türkiye Türklerindir” sloganıyla artık “vatan sahibi” olunduğu düşüncesinin ve “Türk’ün hakkının ecnebi sermayesinin elinden alındığı” fikrinin “Türk”e vaat ettiği zenginlik ve refah ile işçilerin iliklerine kadar yaşadığı sömürü ve köylülerin perişanlığı arasında o denli uçurum vardı ki bu uçurum ancak şovenizmle karartılmış bir zihinde uzlaştırabilirdi.

Bu yüzdendir ki Ziya Gökalp’in “imtiyazsız-sınıfsız kaynaşmış kütle” olarak ortaya attığı “millet” tanımı tam da böylesi bir uçurumu gizlemek isteyen bir zihniyetin inşasında temel kavram olarak kullanılageldi. Uçurum büyüdükçe şovenizm koyulaştırıldı, “millet olma”yı merkezine alan çığırtkanlıkların tonu yükseldi.

Türk hakim sınıflarının Cumhuriyet sonrasında sermayeyi Türkleştirmeye dönük büyük resmi hamlesi olan İzmir İktisat Kongresi’ndeki manzara, bu milliyetçi-şovenist mekanizmanın işleyişi açısından nadide örnekler barındırıyordu. Kongrede ithalat ve ihracat ticaretinde, toptancı ve yarı toptancı ticarette, imalat sektöründe, tarımda ve toprak mülkiyetinde Türk egemen sınıfının çıkarları doğrultusunda önemli kararlar alınıp, yol haritası çıkarılmıştı.

Kongre vesilesiyle İzmir Mebusu Tahsin Bey’in şu yazısı Türk sermayesinin aç gözlü çıkarına bir yandan halkçı bir görüntü vermeye çalışırken bir yandan da “gayrimüslimler”e karşı kışkırtılan nefret üzerinden bu çıkarın nasıl “millileştirildiği”ne dair edebi bir örnek sayılabilir: “Anadolu’nun taa içerlerinden gelen muhterem müstahsiller (kurtarıcılar) İzmir kordonundan geçerken ve şimdi kısmen mübeddel (değişmiş), remad (kül) olan yerleri gezerken o ali binaların Ayşe’nin teri ve Ali’nin tırnağı ile meydana geldiğini ve tam iki asırdan beri karşısında güneş altında hayat yıpratarak ellerine geçen istihalatın (ürünlerin) Jorglar, Hompersonlar, Atanasololar tarafından ne yolda istihaleye (değişime) uğradığını büyük bir nazar-ı nefret ve intibak ile (uyanışla) görecekler ve sonra bir kendi hallerine, bir de o baykuş yuvalarına bakıp senelerce kanlarını emen nankörlere karşı iktisaden de derin ve laryezal (bitimsiz) bir hissi intikam besleyeceklerdir. Hiç şüphesiz ki milletin gözyaşı ve alınteri üzerinden kurulan bu sefarethanelerin yandığından, yakıldığından ve içindekilerin def ve ref olmasından (savuşturulup giderilmiş olmasından) ulu tanrıya şükürler ederek ‘gâvur İzmir’i’ bütün manasıyla ‘Müslüman İzmir’i’ diye selamlayacaklardır.”(2)

Sermayenin gözyaşları böyle akıyordu Tahsin Bey’in kaleminden. Ancak emekçi Ayşeler ve Aliler için içi yananlar (!), sıra işçi sınıfı ve köylüler için iyileştirme ve reformlara gelince birden sermayenin kurt adamına dönüşüyorlardı. Kongrede işçilerin 8 saatlik işgücü ve grev hakkı konusu açılınca, bu hakkı tanımak yerine bunların incelenip ileride tanınabileceği vaadiyle yetindiler!…

Kongrede işçileri temsilen bulunan Türkiye Umum Amele Birliği’nin (TUAB) Başkanı Şakir Kasım, Milli Türk Ticaret Birliği ile aynı gaye ve hedefle çalışacaklarını söylüyordu. Dahası aynı zat TUAB’ın kuruluş amacını “milli olmayan” ve “sınıf kavgası meraklısı” olan akımların etkisini kesmek olarak açıklıyordu! Böyle kongreye bundan uygun “işçi temsilcisi” olmazdı herhalde.

izmir-iktisat-kongresiTopraksız ve az topraklı köylüler açısında da durum farklı olmadı. Büyük çoğunluğu topraksız olan köylülük için “Toprak Reformu”nun esamesi dahi okunmadı. En azından boş arazi ve çiftliklerin köylüler arasında paylaştırılabileceği düşüncesi ortaya çıkınca buna şiddetle karşı çıkanlar bizzat “çiftçi temsilcileri” olmuştur. “Kurtuluş Savaşı’nda şehit düşen askerlerin” ailelerine ekilebilir ve boş arazilerin verilmesi teklifi dahi kongrede yankı bulmadı. Öte yandan “göçmenlere dağıtılması düşünülen Anadolu’daki araziler, evler yörenin egemenleri hatta bazı milletvekilleri tarafından yağmalanıyordu.”

“Türklük” satıp ucuz emek, verimli topraklar ve devlet imtiyazı kazanıyorlardı.

Anlaşılacağı üzere Türk hâkim sınıfları sermaye ve servet edinmenin “milli” yolunu gayet iyi bulmuştu. “Türklük” satıp ucuz emek, verimli topraklar ve devlet imtiyazı kazanıyorlardı. Bu milliyetçi bezirgânlar ticari sırlarını pek gizleme gereği de duymuyorlardı. “Türk milleti Türklüğünü tanırsa o zamana kadar en çok onların (Ermeni ve Rumların) havuzuna akan servet artık Türk’ün kendisine çevrilecekti.” Tabii o “Türk” kendilerinden başkası değildi.

1929 Dünya Ekonomik Bunalımından sonra Türk hâkim sınıfları sermaye birikimlerine eşlik eden milliyetçi ideolojilerini “devletçilik modeli” adı altında daha da belirgin hale getirdiler. “Bu model, siyasal bir elit ile emeklemekte olan burjuvazinin hızlı bir birikim sağlamak için güçlerini birleştirerek ve de yeni bir toplumsal sistem kurma iddiasıyla, işçi sınıfını ağır baskılar altında tutup tarım sektörünü sömürürken, yalıtılmış bir milli ekonomi alanı yaratmalarına dayanır. Bütün bunlar sınıf çıkarları arasındaki çatışmaları yadsıyarak korporatist bir toplum modelini kabul eder, şu ya da bu ölçüde yabancı düşmanlığına dayanan bir milli dayanışma ideolojisi çerçevesinde gerçekleştirilir. Türkiye örneğinde bu model, ideolojik yapısı ve ideolojik destekleriyle birlikte doğrudan doğruya zamanın Avrupa faşizmi tecrübesini yansıtıyordu.”(3)

1) Tevfik Çandar; Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, Aktaran, G.G. Tekin, Türkleştirme, sf: 182

2) Rıfat N. Bali; Bir Türkleştirme Serüveni,

sf: 199

3) Çağlar Kayder; Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, Aktaran, İlker Çayla; Resmi Tarih Tartışmaları-8, sf: 94

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu