Türk hakim sınıflarının araçlarından biri hep şovenizm olmuştur
Türk milliyetçiliğin/şovenizmin tarihsel arka planını bilmek bugünü anlamak açısından oldukça önemlidir. Osmanlı devletinin bekası ve kalıcılığı etnik, dini, sosyal grupları ve ulusal toplulukları yeni bir yapısal çerçevede bir arada tutabilme becerisine bağlıydı. Bu sorunun bütünlüklü siyasal formülasyonunu ilk olarak Türkçülüğün güçlü ideologlarından Yusuf Akçura, 1904’te yayımladığı “üç tarz-ı siyaset” makalesinde ortaya koymuştur. Osmanlıcılığı, Panislamizm’i ve Pantürkizm’i verili koşullarda analiz ederek, her birinin uygulanabilirlik koşullarını ve hangi yolun tutulması gerektiğini tartışmaya açtı. Jön-Türkler açısından bu can alıcı sorundaki kendi eğilimini Pantürkizm ve Türkçülükten yana gösteriyordu.
Ali Osmaniye’nin bekası…
Meşruti monarşi temelinde tüm Müslüman, Hıristiyan ve Musevi toplulukları çevreleyen Osmanlıcılık, Osmanlı İmparatorluğu’nu bulunduğu zeminde uluslaştırmayı amaçlamıştı ve başarısızlıkla sonuçlandı.
Müslüman olmayan ulusal toplulukların büyük oranda imparatorluktan koptuğu ve geriye kalanların “gözden çıkarıldığı”, Panislamizm’de, Müslüman topluluklar temelinde devletleşme siyasal amaç edinilmişti, yine başarılamadı. Balkanlar ve Kafkaslarda yayılmış “Türki” toplulukları “Turan” ülküsü rehberliğinde bir ulus devlet modelinde toplama projesi de İttihatçıların elinde aynı akıbeti paylaştı ve sonunda, Osmanlı’yı yaşatmayı “Ali Osmaniye’nin bekasını” kurtarmayı tarihsel olarak devralmış Müslüman Osmanlı bürokrasisi, ancak elde kalan Osmanlı bakiyesinden “Türk ulusu”na dayalı bir devlet modelinde demir atmayı başarabilmiştir.
“1908 devrimiyle açılan yeni dönemde, henüz milliyetçiler bir azınlık olarak bulunuyordu. Türk aydınlarının çoğunluğu umutlarını hem Osmanlıcılığa hem de İslamcılığa bağlamışlardı. Türk milliyetçiliğinin örgütlenmesi ve sistemleşmesi Jön-Türk rejimine eşlik etmiş ve sonuçta da Kemalist hareket bu eğilimi ‘bölgesel’ ulus devletin ihtiyaçlarını karşılayacak bir kültürel Türklüğe dönüştürmüştür.” (Encüment –Akt: Suavi Aydın, Modernleşme ve Milliyetçilik syf:201)
Elbette devralınan şeyler arasında Osmanlı devletinin kendi bütünlüğünü koruma telaşı, dört bir yandan düşmanla çevrili olduğuna dair değişmez algı, uluslaşma siyasetini türdeşleştirme ve tekleştirme üzerine kuran kıyımcı ve asimilasyoncu gelenek de vardır. “Devletin bekası”nı asli kaygı edinmiş; devleti kutsayan, devletin zorbalığını ve hırsını mazur/gerekli gören, devlete itaati destur edinmiş olan Türk milliyetçiliğinin karakteri böylesi tarihsel mirasın üzerinde hayat bulur.
Türk komprador burjuvazi ve toprak ağaları sınıfı, Osmanlı devletinin askeri-idari bürokrasisi ve aydınlardan oluşan yeni cumhuriyetin sahipleri; Osmanlının tarihsel mirasıyla beraber siyasi, ekonomik ve bölgesel sorunları da devralmış oldu. Bu yönetici sınıfın siyasi arzularıyla, siyasetin nesnel zemini ciddi uyumsuzluklar taşıyordu.
Türk hâkim sınıflarının bu durumdaki genel eğilimi bu arzularından vazgeçmek ve yeni duruma göre siyaset belirlemek yerine nesnel zemini arzularına uygun hale getirmek için nafile çırpınışların yanı sıra gözü kara şekilde güç kullanarak, zorbalıkta ve kıyıcılıkla sınır tanımayarak siyasetin zeminini belirleme yönünde olmuştur.
Bu yanıyla Türk hâkim sınıflarının tarihle, nesnel olgu ve olaylarla arası hiç hoş olmadı. Gerçekleri reddetmek, olanı inkardan gelmek ve kendi siyasal-ideolojik gereksinmeleri üzerinden kendi tarihini ve gerçekliğini yaratmak ve bunu gücünün yettiğine dayatmak bir gelenek haline geldi. Bu, gerçek dünyayla kurulan hastalıklı bir ilişkilenme biçimiydi ve semptomları günümüze dek uzanmaktadır.
Türk- Müslüman Kimliğine Dayalı Bir Ulus Devlet!
“Türk-Müslüman” kimliğine dayalı bir ulus devlet yaratma bakımından sorun daha ilk adımda zorluydu. “Türk milleti”nin yükseldiği kitlesel zemin muğlak ve sorunluydu. Şu ana dek “Türk” kavramı “Müslüman”lıkla eş anlamlı kullanılmıştı hatta Müslümanlık asıl vurgulanan özellikti.
Şu halde “Müslüman tebaa” parantezinde toplanan Arapları, Arnavutları, Çerkezleri, Boşnakları, Pomakları, Lazları ve de Kürtleri çıkarınca geriye kültürel, iktisadi ve demografik özellikleri açısından nasıl ve ne oranda “Türk milleti” kalacaktı? “Bütün dünyada, hatta Osmanlı yöneticileri ve aydınları arasında Türk, bu imparatorlukta sadece önemsiz bir unsur olarak tanınıyordu.
Abdülhamit zamanında, Anadolu’da dolaşan Avrupalı araştırmacı ve gözlemcilerin bu dönemdeki ifadeleri, Türklerin Anadolu’da iğreti bir azınlık olduğu, nüfuslarının azaldığı, ekonomice yok sayılabilecek durumda oldukları yolundadır.” (Levent Ürer- Azınlıklar ve Lozan tartışmaları. Akt, G.G Tekin. Beyaz Soykırım, syf: 31)
Savaşlarla, kıyımlarla, göçlerle ve göç ettirmelerle geçen son yarım yüzyılda bile toprağına bağlı kalabilmiş, iktisadi ve sosyal devamlılığını sağlamış halk kitlesi bulmak güçtür.(“1844 sayımına göre Balkanlar ve Anadolu’daki Osmanlı nüfusunun yüzde 60’ını Müslümanlar, yüzde 35’ini Hıristiyanların oluşturduğu görülüyor. 1912 sayımlarında ise bu oranın pek değişmediği görülüyor.
1865-80 yılları arasında yaşanan göç ve yer değiştirme ile toplam nüfus yüzde 42 oranında artmış. ‘93 harbi’ sonrası Kafkaslardan bir milyon insan Balkanlar bölgesine göç ettirilmiş.
1878’den itibaren elden çıkan Balkan topraklarından, Kırım’dan, Kafkaslardan yaklaşık 5 milyon insan Osmanlı elinde kalan Rumeli topraklarına ve ‘Anadolu’ya göç ettirilmiş.’ 1913-1918 yılları arası gerçekleşen göç hareketleri gerek nüfus çokluğu ve gerek coğrafi yaygınlık bakımından milli mücadele dönemi ve cumhuriyet sonrasındakilerden daha büyük önemdedir… Dönemin 17.5 milyonluk nüfusunun (üçte bir) yer değiştirdiğini söyleyebiliriz.” (Fuat Dündar. Akt: Cemil Gündoğan-Resmi Tarih Tartışmaları-Türkiye’de “azınlıklar”. Syf: 88) Buna cumhuriyet sonrası uygulanan iskan politikalarını, 1923 mücadelesini ve Yahudilerin baskıyla göç ettirilmesini ekleyince olağanüstü bir nüfus sirkülasyonu ve karmaşa ortaya çıkmaktadır.)
Osmanlı’nın son yarım yüzyılında elden çıkan topraklar, savaş ve siyasal çalkantılarla oluşan nüfus sirkülasyonu, Osmanlı devleti içinde Müslüman nüfusu hem sayıca hem oranca artırmıştı. Ancak İttihat ve Terakkicilerin tasavvur ettiği etnik köken ve kültürel özellikler açısından homojen; ortak iktisadi ilişkileri ve toplumsal belleği ile köklü bir Türk kitlesi yoktur.
Kurtuluş Değil Kuruluş Savaşı!
Baş vardı ancak ona uygun gövde yoktu! Kimlik siyaseti değil siyaset kimliği belirleyecekti ve adeta “toplama bir nüfus”tan bir “Türk milleti” yaratılacaktı.
Bu, yalnızca iç siyasetin değil 1. Emperyalist paylaşım savaşında emperyalist devletlerle ilişkisinde Türk egemenlerinin politikalarındaki temel parametreyi oluşturmuştur. Buradan da anlaşılacağı üzere Türk egemenlerinin savaşı emperyalist devletlere ve işgale, yani dışarıya karşı verilen bir ulusal savaş olmaktan çok Osmanlı’nın bakiyesi olarak kalan topraklarda, başta Ermeni ve Rumlar olmak üzere “Türk-Müslüman” uluslaşmanın önündeki tüm “tedbirler”e karşı verilen bir iç savaş, bir “Kuruluş Savaşı”dır.
TC devletinin ideologları ve kadrosal çekirdeği olan İttihat ve Terakkicilerin Osmanlı’yı 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na sokmalarının en başında gelen sebeplerden birisi de bu “Kuruluş Savaşı”nı da aradan çıkartmak istemesiydi.
İTC’nin Ermeni, Rum, Süryani ulusundan topluluklar için planı gayet basitti: Silip süpürmek! Ortalama bir aklın, vicdanın açıklamayacağı oranda bir şiddet ve çılgınlık düzeyinde katliamlarla bu insanlar acıya ve kana boğuldu. Yüzbinlerce Hıristiyan açık mezbahaya çevrilen bu topraklarda can verdi. Milyonlarcası göç ettirildi. Binlercesinin akıbeti belirsiz kaldı.
Ama bilinen şu ki 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan 1925’e kadar geçen sürede Anadolu’da Hıristiyan halktan geriye yalnızca yüzde 16’sı kalmıştı. Türk hâkim sınıflarının Cumhuriyet ideolojisi olan Kemalizm bu “Kuruluş Savaşı” içinde son halini almıştır. Türkçülüği ve Türkleştirmeyi devletin harcı gören, milleti devlete payanda yapmayı amaç edinen bu siyaseti en rafine şekilde ifade eden de bizzat M. Kemal olmuştur: “Biz doğrudan doğruya milletperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin mesnedi (dayanağı) Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsıyla (kültürüyle) meşbu (doymuş) olursa o camiaya istinat eden cumhuriyette o kadar kuvvetli olur.” TC devletinin ulus inşa programını Türkleştirme üzerine kurması tam da bu zihniyetin ürünü olmuştur. Türkleştirme siyasetinin önde gelen kadrosu İsmet İnönü, görev tanımını daha kestirmeden yapıyordu: “Vazifemiz bu vatan içinde bulunanları behemehâl (mutlaka) Türk yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek anasırı (unsurları) kesip atacağız.” Bu tehdit yalnızca “gayri müslüm”lere değildi elbette, başta Kürtler olmak üzere Türk olmayan halka yöneliktir.