Makaleler

Şovenizm, Uluslaşma ve TC’nin Ortaya Çıkışına Dair-1

TC devleti, şovenizmi siyasetin etkin bir öğesi olarak kullanmakta oldukça deneyimli ve maharetlidir. Öyle ki şovenizm, halkı yönetmenin ve yönlendir- menin başlıca siyaseti haline gelmiştir.

“İşleyen demir pas tutmaz” sözünü doğrularcasına şovenizm silahı paslanmaya vakit bulamamış ve işlevsel olduğu sürece Türk egemenlerinin elinde etkin olarak kullanılmaya devam edilecektir. Bu da devrimci ve demokratik güçler açısından şovenizmle mücadelenin öncelikli yanını işaret etmektedir. Bu ihtiyaç öncelikli olarak politik alana ilişkindir.

Çünkü şovenizm, ezen ulusun hakim sınıflarının, milliyetçiliğine ve ırkçılığına dayanan ulusal içerikli argüman ve eylemleriyle sınırlı kalmamaktadır. Şovenizm, dayandığı teorik zemin ve içinde bulunduğu ideolojik evren açısından milliyetçilikle özdeştir. Kaynağını aldığı ve yücelttiği “nesnesi” ulus ve ulus devlettir.

Uluslaşma ideolojisinin vazgeçilmez öğesi; milliyetçilik, şovenizm

 Bir ulus olarak örgütlenmeden önce de insanları bir arada tutan kandaşlığa dayalı (aile, oba, aşiret vb.) ve tarihsel (dil din, kültür vb.) bağlar vardı. Ve bu topluluklar kabile konfederasyonlarından feodal devlete uzanan bir çizgide yaşamlarını sürdürüyordu. Kapitalizm gelişimini sürdürdükçe bütün bu topluluk ilişkilerini tedricen çözüp ulusal zeminde yurttaşlık/vatandaşlık kimliğine tabi kılmıştır.

Ulus devletler kapitalizmin iç pazar bütünlüğüne sahip coğrafi sınırları olan siyasal birimler olarak örgütlendikçe bu bağlılık yurttaşın ulus-devlete bağlılık ilişkisine dönüştü. Ve bu ilişki de doğası gereği, hakim sınıfların iktisadi, kültürel ve politik gereksinmelerini karşılayan, bu gereksinmelere meşruiyet kazandıran ve gereksinmeleri ulusun tümü için amaçlaştırmaya yarayan düşsel, yapay ve çarpıtılmış öğelerle beslemeye sonuna kadar açık oldu. Burjuvazinin ulus kimliğini ayakları üzerine diktiği ve milliyetçiliği semirttiği aralık da burasıydı. “Uluslar hiçbir sosyolojik temelleri yokken ‘kapitalizmin şafak vaktinde’ birdenbire doğmazlar; kapitalizmin şafak vaktinde çıkan şey ‘ulus’ değil ‘ulus bilincinin’ burjuvazi tarafından üretimidir.

O ana kadar sosyal, tarihsel kategori olan ulus, burjuvaziyle birlikte siyasal bir kategori haline gelir.”(Recep Maraşlı, Resmi İdeoloji/Resmi Tarih ve “Azınlıklar”- Resmi Tarih Tartışmaları 8, syf.15) Ulus ve ulus-devleti önceleyen öznel ve tarihsel koşular kıtadan kıtaya, dönemden döneme değişeceği ve bu uluslaşma koşulları ulusal kültüre ve “bilince” damgasını vuracağından her ulus için bu süreci ayrı ayrı ele almak gerekmektedir.

Örneğin İngiltere’de uluslaşma ve ulus devlet oluşumu, kapitalizmin evrimine paralel kendi “doğal mecrasında” ve görece sancısız gerçekleşirken, Fransa’da ulus devlet öncesi ulusal ekonomisini sağlamış ama bunun yanısıra burjuva devriminin ideolojik-siyasal söylemini de üreterek tüm dünyada yankılanan devrimci bir etkiyle süreci tamamlamıştır.

Bu iki biçimin etkisi altında kalan ancak “hak ve ödev eşitliğine” dayalı yurttaşlık anlayışı yerine, kültürel ve etnik türdeşliğin uluslaşma anlayışında baskın öğe olduğu geç ulus devletleşmeye örnek olarak Prusya öne çıkmaktadır. Öte yandan emperyalist sömürgeciliğin tetiklediği, işgal, baskı ve asimilasyon politikalarına tepki ve mücadele içinde uluslaşma sürecine girenler olduğu gibi (Hindistan ve kimi Afrika ülkeleri gibi), uluslaşma/ulus devletleşmeyi çok uluslu imparatorlukların parçalanma süreci içinde yaşayanlarda vardır. (Osmanlı İmparatorluğu içindeki Balkan, Arap ulusları ve Türkiye gibi.)

Yine 17 ile 19. yüzyıl arasında yayılmış olan Batı Avrupa ulus devlet oluşumları, uluslaşmayı kendi iç dönüşümleri ve devrimci çatışmalarla yaşarken 20. yüzyılın başında yaşanan ikinci dalga çok kanlı ulusal boğazlaşmalara, kıyımlara sahne olmuştur. Bunun önemli bir nedeni de artık bu sürece emperyalizmin dâhil olmasıdır. Bu sürecin sonunda Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yanı sıra, Çarlık Rusya’sının çok uluslu yapısından doğan yeni ulus devletler tarih sahnesinde çıkmıştır.

“yukardan aşağıya” uluslaşma

Bazı durumlarda ulusun ulus devleti yaratması gibi bir gelişim seyri izlerken bazen de süreç tersinden işlemiş; ulus devlet sahipleri kendine bir ulusal taban yaratma yolunda gitmiş, “yukardan aşağıya” bir seyir izlemiştir. Bu çok yönlü ve farklı koşullarda yaşayan osmanli devlet armasiulus devletleşme ve uluslaşma sürecinden anlaşıldığı üzere “ulusa” atfedilen tarihsel ve sosyal anlamlarda değişir; milliyetçi ideolojide bu anlamları yüklenip, siyasal bir çerçeve içine yerleştirerek ulus egemenlerinin hizmetine koşar.

Bu kimi zaman işgal ve sömürgecilik karşıtı olan burjuva aydın sınıfın önderliğinde devrimci, bağımsızlık yanlısı bir hizmette olabilir, egemen devlet ayrıcalıklarından vazgeçmeyen ve ilhakçı çıkarlarını muhafaza etmeyi amaç edinen sınıfın, gerici şoven bilinci besleme hizmeti de…

Dolayısıyla, bir ulusu dil, etnik köken, mezhep ve benzeri özellikler açısından kapsayıcı olan; ulusu hak ve ödev eşitliğine sahip yurttaşların birliği olarak gören -en azından teoride- devletlerden tutalım; ulusu kan ve ırk bağına kadar indirgeyerek tanımlayan ve ulusal siyasetini bu faşizan teklik üzerine kuran devletlere kadar savrulan bir yelpaze söz konusudur.

Uluslaşmaya, ulus devlet ertesinde yaşayan toplumlarda bu harcın önemi, milliyetçiliği/şovenizmin devlet elinde politik bir malzeme olarak değerinin büsbütün artmasından ileri gelir. Türk uluslaşma çizgisi genel itibariyle “kültür milliyetçiliği” olarak ifade edilen Prusya modeline yakındır.

Devleti ulusal birliğin merkezine alır ve etnisiteyi (ve çokça da ırkı) dili ve ortak geçmişi vurgular. Ancak iktisadi, kültürel, şartlar ve aradaki yarım yüzyıllık zaman farkıyla Türk uluslaşması, Prusya’nın kötü bir karikatürünü andırır. Tüm bu uluslaşma/ulus devletleşme süreçlerine dair birkaç noktanın altını çizmekte fayda var. Birincisi, uluslar ve ulus devletlerin tarihsel kategoriler oluşudur.

Yani tarihin belirli evresinde iktisadi ve politik zorlamaların altında hayat bulmuş, tarihsel değişimlere her zaman açık ve bir nihayeti olan geçici yapılardır. İkincisi ulus devletler siyasi birimlerdir. Ona mutlaklığını vazgeçilmezliğini ve kutsallığını veren burjuva egemenlerdir.

Üçüncü olarak tarihsel özelliklerden dolayı kemdi çağının ve coğrafyasının politik, ekonomik, etnik, mezhepsel çatışmaların ya da emperyalist sömürgeciliğe başka bir ulusun ilhakına karşı savaşların ortasında şekillenmişlerdir. Aynı tarihsel etkiler ulus milliyetçiliğinin malzemesini oluşturmuş ancak bu malzemeye şeklini ve siyasi yörüngesini ulus egemenleri vermiştir.

Dolayısıyla ulus milliyetçiliklerini aynı kefeye koyan toptancı bir ele alış, milliyetçiliği karakterize eden siyasal temelini ve taleplerini göremeyen apolitik bir bakış açısının ürünüdür.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu