Makaleler

Ortadoğu Ve Türk Devletinin Cerablus İşgali

Ortadoğu zengin petrol kaynaklarının bulunduğu büyük bir pazar olmanın yanında; enerji kaynaklarının geçiş güzergâhı olarak da her zaman emperyalistlerin iştahını kabartmıştır. Bu coğrafyada kurulan kukla devletler, başta İngiltere ve ABD’nin denetiminde Ortadoğu’da emperyalizmin bekçiliğini yapmaktan geri kalmamışlardır. Irak, Tunus, Suriye, İsrail ve İran, emperyalist ülkelerin bölgedeki temsilcileri olmuşlardır.

İran’ın 1979 yılında Humeyni önderliğinde gerçekleşen İslami Devrim sonrası ABD’nin denetimi dışına çıkması ve yakın dönemde Rusya’ya daha yakın durarak, Şanghay Beşlisi içinde yer alması İran’ın ABD’nin bir numaralı hedefi durumuna gelmesinin nedenlerinden biriydi. Suriye, iç savaş öncesi batıyla ilişkilerini sıcak tutma arayışları içine girdiyse de “Arap Baharı” ile birlikte, yüzünü tekrar Rusya’ya dönmüş bulunuyor. Irak, işgalle birlikte, ABD’nin yeniden yarı sömürgesi olmuştur. İsrail devleti kurulduğundan beri ABD’nin denetiminde bir ülke konumunu korumaktadır. Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, ABD’nin işbirlikçi devletleri olarak varlıklarını sürdürüyorlar. 

Ortadoğu, Asya, Avrupa ve Afrika’yı birbirine bağlayan bir köprü olarak, sınırları Akdeniz’den Pakistan’a oradan da Arap yarımadasını kapsayan geniş bir coğrafi bölgedir. Ortadoğu ülkelerini Suriye, Irak, Katar, Ürdün, İsrail, Lübnan, İran, Filistin, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Kuveyt, Bahreyn, Yemen, Mısır, Tunus olarak kabul edebiliriz.

Ortadoğu tanımını önce Fransa emperyalizmi tarafından kullanmıştır. Bu tanım Fransa’nın Osmanlı Devleti’nin toprakları için kullandığı “Yakın Doğu’’ adlandırmasıdır. Aynı tanımı İngiliz emperyalistleri de, Hindistan ve Çin için “Uzak Doğu’’ olarak belirlemiş, her iki terimde batılı emperyalistlerin yeni bir bölgesel tanımı olarak Osmanlı toprakları içinde kalan bu bölgeye “Ortadoğu’’ adı verilmiştir. Osmanlı’nın yıkılması sonrası bu coğrafyada kurulan ülkelerin coğrafi tanımı Ortadoğu olarak tanımlanmaya devam edilmiştir.

Ortadoğu’nun genel önemini şu ana başlıklar altında toplayabiliriz.

Dünyada bilinen petrol rezervlerinin % 65’i bu bölgededir.
• Üç kıtayı birleştiren kara ve demiryollarının düğüm noktasıdır.
• Deniz ticaret yolları, ulaşım, doğalgaz ve petrol sevkiyatlarının büyük kısmını bu bölgeden geçiyor olması Ortadoğu’nun neden emperyalistlerin sürekli iştahını kabarttığını göstermektedir.

Ortadoğu’daki durumu anlamak için biraz gerilere gitmek gerekir. 

 

Büyük Ortadoğu Projesi

Ortadoğu’daki yaşananları tam ve doğru olarak anlayabilmek,  ülkelerin neden işgal edildiği,  İran’da iktidarın neden yıkılmak istendiği,  Irak’ın işgali ve Suriye’ye ABD ve Batılı emperyalist güçlerin niçin tüm güçleriyle saldırdığını tam olarak anlamak için Büyük Ortadoğu Projesi’ne bakmamız gerekmektedir.

ABD’nin dünyadaki egemenliği diğer emperyalist güçlere göre daha öndedir.  Latin Amerika, Asya ve Irak İşgaliyle birlikte Ortadoğu’da bir üstünlüğünün olduğu kendi rakiplerince de kabul ediliyor. ABD’nin dünyanın diğer bölgelerinde de diğer emperyalist güçlere karşı her zaman bir üstünlük yarışı içinde olduğu bilinmektedir. İkiz kulelere yapılan saldırıdan sonra ABD, kendisine karşı yapılan bu saldırıyı yeni bir hâkimiyet üstünlüğüne çevirmek için yeni bir strateji belirleyerek harekete geçti. Bu strateji, BOP olarak bilinen Büyük Ortadoğu Projesi olarak ilan edildi.

Buna karşın emperyalistler arasındaki pazar kavgasında rakiplerinin ABD’nin bu stratejisine karşı yeni hamleler geliştirdikleri de bir gerçektir. Bu anlamda; Avrupa Birliği kendi içinde sorunlar yaşasa da emperyalist bir blok olarak ABD ile rekabet içindedir. Rusya bu rekabet savaşında kendi arka bahçeleri olarak gördüğü Kafkaslar ve Ortadoğu’da etkinliğini korumak ve işbirliğini geliştirmek için, Çin ile birlikte başını çektiği “Şangay İşbirliği Örgütü”ne Hindistan ve İran’ı da çekerek emperyalist rekabette yerini korumaya devam ediyor. Emperyalistlerin yeni pazar paylaşımında Afrika’nın da bir paylaşım alanı olduğu gözden kaçmaması gerekmektedir. Afrika’da Çin, ABD, Fransa ve Almanya’nın başını çektiği AB emperyalistleri kapışmaktadır.

ABD’nin 1979’dan sonra Ortadoğu’daki hâkimiyeti giderek zayıfladı. İran, Irak ve Suriye ABD’nin denetimi dışına çıkan bu ülkeler, hem petrol ve doğal gaz açısından, hem de buldukları coğrafi alan bakımından ABD açısından önemli ülkelerdi.

Bilindiği gibi en büyük petrol rezervleri Ortadoğu’dadır. Bu kaynakların ABD’nin çıkarları doğrultusunda kontrol altına alınmasından geçiyordu.  Ortadoğu’dan petrol akışının kesintisiz olarak sürdürülebilmesi için petrol nakliyatında kullanılan yolların güvenliğinin sağlanmasına ilaveten, Orta Asya’dan Hint Okyanusu’na ulaşan enerji koridorunun da açık bulundurulması gerekmektedir.

ABD, bu projesini 1998 yılında Clinton döneminde “21. yüzyılı şekillendirme düşüncesi’’ adıyla geliştirdi. En uygun tarih olarak da 11 Eylül 2001’de ABD’de yapılan İkiz Kulelere saldırı sonrası doğan fırsat iyi kullanıp, Afganistan’ı işgal ederek planın ilk adımını atmış oldu.  Bu planın bir devamı olarak 2003 yılında Irak işgal edildi.

ABD’nin “21. yüzyılı şekillendirme projesi’’ ABD’nin pazar paylaşımında diğer rakiplerine üstün gelme stratejisidir. Dönemin ABD Başkanı Bush bu projeyi  “artık okyanuslar ABD’yi savunmaya yetmemektedir” olarak açıklıyordu. Büyük Ortadoğu Projesi de ABD’nin bu stratejik temel yaklaşımı içerisinde yer almaktadır.

ABD emperyalizmi 1991 yılından itibaren denetimi dışında olan Libya, İran, Irak, Suriye ve Kuzey Kore’yi birinci dereceden hedef ülkeler görmüş, denetimi altında olan ancak denetimi dışına çıkma tehlikesi gördüğü Türkiye, Pakistan, Mısır, Suudi Arabistan’ı ikinci dereceden hedefler olarak belirlemiş ve rakip gördüğü Kuzey Kore, Hindistan, Rusya ve Çin’i de hedefleri arasında alarak yeni stratejisinin kapsamını açıklamış oldu. Suriye rejiminin bugün ABD tarafından neden yıkılmak istendiği 1991’de geliştirdiği bu projeyle doğrudan ilintilidir. 

 

ABD, Büyük Ortadoğu Projesi’nin Hedefi ve Projeye Dahil Ülkeler

2003 yılında çerçevesi iyice netleşen BOP projesi 2004 yılında Davos’ta ABD Başkan yardımcısı Dick Cheney tarafından dile getirildi. Bu projeye göre ABD’nin hedefleri; “bölgeye demokrasi getirmek, İsrail Filistin sorunu çözmek, Ortadoğu ülkelerinde siyasal ve ekonomik ortamlara destek sağlamak’’ olarak açıklansa da, abd pr0jesi 1439199315esas hedefi Ortadoğu’da yeniden hâkim bir güç olma savaşı olduğu açıktı.

Nitekim 2005-2009 yılları arasında ABD Dışişleri bakanlığı yapmış olan Condoleazza Rice daha bu göreve gelmeden önce 2003 yılında Washington Post gazetesine yayınlanan bir makalesinde “Fas’tan Basra körfezine kadar tam 22 ülkenin rejim sınırlarının yeniden değişeceğini” vurguladığında bugünleri işaret ediyordu. 

ABD, BOP projesi sadece Ortadoğu ile sınırlı kalmamış; proje Afrika’yı da içine alacak şekilde genişletilmiştir. Bu proje ABD’nin rakiplerinden olan Çin’in hızla gelişmesinin önünü kesme planın bir parçası olarak bugün daha belirgin bir şekilde uygulanmaktadır. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da sular durulmuş değildir. Gelişmeler ABD’nin lehine olsa da, istikrarsızlık devam etmektedir.

ABD’nin en büyük hedeflerinden biride İran’dı. İran, gerek petrol bakımından gerek doğal gaz açısından zengin bir ülkedir. İran’ın Ortadoğu’da radikal İslami örgütlerle olan ilişkisi ve bu örgütlerin bazılarını desteklemesi, nükleer silah geliştirme çalışmaları ABD’nin İran’a saldırmak için geliştirdiği başlıca argümanlardandı. İran ABD tarafından kolay yutulacak bir ülke olmadığı için, ABD yıllarca uluslararası bir kamuoyu yaratılmaya çalıştı. ABD’nin İran’a karşı istediği saldırıyı gerçekleştirememesinin bir nedeni de İran’ı Rusya ve Çin’in destekliyor olması ABD’yi istemese de frenlemek zorunda bıraktı.

 

İsrail Filistin Sorunu

Ortadoğu coğrafyasında çözülemeyen bir başka çelişki de Filistin İsrail sorunudur. 1948 yılında Filistin topraklarının bir bölümü içinde kurulan İsrail Devleti, ABD, İngiltere ve Batılı emperyalistlerin de desteğiyle Filistin topraklarındaki işgali genişleterek büyük bir hâkimiyet kurdu. 

Filistin ulusal mücadelesi, Filistin burjuvazinin uzlaşmacı politikaları sonucu Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda Filistin’e “üye olmayan gözlemci devlet’’ statüsünün verilmesi ile “Filistin ulusal sorunun sona erdiği, İsrail, Filistin çelişkisinin çözüldüğü” imajı yaratılmaya çalışıldı. Aslında olan Filistin ulusal mücadelesini, Filistin burjuvazisinin öncülüğünde emperyalistlerin istediği seviyeye getirip İsrail’in de razı edildiği bir şekilde “devleti olmayan devlet’’ statüsünde tutmak oldu.

 

Ortadoğu ve Kürtler

Kürdistan, uzun bir tarihi geçmişe sahiptir. Bu makalenin çerçevesini oldukça aşan ciddi bir konudur. 20. yy’dan bu yana bir özet niteliğinde olan gelişme; 1923’de Lozan’da Türkiye’nin içinde yer aldığı emperyalistlerin Kürdistan’ı 4 ayrı parçaya bölerek Irak, Suriye, İran ve Türkiye arasında bölüştürmesidir. Dört parçadaki toprak bütünlüğü toplam 550.000 kilometre kare yüzölçümüne sahip toprağıyla Kürdistan, Ortadoğu’da önemli bir yerde durmaktadır. Başta petrol olmak üzere yer altı ve yer üstü zenginliklerine sahiptir. Emperyalistlerin Kürdistan üzerindeki tüm oyunları, parçalamalarının bir nedeni de yüzyıllardır göz dikleri bu zenginlik kaynaklarından hala vazgeçmiş olmamalarıdır.

Kürt ulusal mücadelesi her dört ülkede de kesintisiz bir şekilde günümüze kadar sürmüştür. 1993 Irak işgali ve sonrasında, Irak işgalinin mimarı ABD, kendi çıkarlarına bianen Irak Kürdistanı’nda Irak Kürdistan Özerk Bölgesel Yönetimi’ne karşı çıkmayarak, Talabani ve Barzani önderliğinde bu oluşuma evet demiştir. İlk başlarda Türk devletinin şiddetle karşı çıktığı bu oluşuma, sesini çıkarmaz bir duruma gelmesinde Barzani yönetiminin Türk devletiyle girdiği işbirliğinin büyük payı olmuştur. Bu işbirliği bugünde çeşitli düzeylerde sürmektedir.

Kürt ulusal sorununun 90 yıldır çözülmediği ülkelerden biri de Türkiye’dir. Kemalistlerin önderliğinde kurulan yeni Türk devletinin kurulduğundan bu yana Kürt ulusunu inkara dayanan politikası günümüzü kadar devam etmiştir. 1925’te başlayan başkaldırı bugün PKK önderliğinde devam etmektedir. 1978 yılında Bağımsız Kürdistan (bu şiar 1999 yılında yerini devlet sınırları içinde “demokratik özerlik”e bıraksa da), 1984 yılında ilk kurşunun atılmasıyla başlayan atılım, ateşkes ve barış görüşmelerinin sürdüğü kısa süreleri saymazsak savaş, kesintisiz bir şekilde devam etmiştir.

Türk devletinin Kürt ulusal güçleri karşısında dayanamaz duruma geldiği her aşamada, taktik olarak “barış” görüşmelerini gündeme getirmiş, Ulusal Hareketi oyalamaya sokmuş, nefes alıp yeniden saldırmıştır.

Yeniden şiddetlenen savaşa bir gerekçe olarak;  Kürt ulusunun Rojava‘da özerk bir statüye kavuşmasından bu yana, Türk Devleti “bunu kabul edilmez bir durum olarak” görüp yeniden savaşı başlatmıştır.

Çok uluslu ülkelerde ulusal sorun ülkenin demokratikleştirilmesi ve ulusun kendi kaderini tayin hakkını özgürce kullanma meselesidir. Ulus bu hakkı hiçbir zaman kurulu devletin sınırları içinde kullanamaz. Ulusların Kendi Kaderlerin Tayin Hakkı bir devrim sorunudur. Ülkemiz açısında da ulusal sorunun çözümü Demokratik Halk Devrimi’ndedir.  Tüm diğer ara çözümler ulusal sorunun ancak pansuman edilmesinden başka bir anlam taşımaz. Türk devleti, askeri, polisi, yargısı, parlamentosu ve mahkemeleriyle olduğu yerde durduğu müddetçe, Kürt ulusal sorunu gerçek çözüme hiçbir zaman kavuşamaz. Kürt ulusunun mevcut kurulu düzen içindeki tüm demokratik istem ve talepleri haklıdır, meşrudur. Bunların bizzat mücadelesini vermek, desteklemek, Kürt ulusunun yanında saf tutmak devrimci görevlerimiz arasındadır. Aynı zamanda proleter hareket, bunun bir kurtuluş olmadığının propagandasını da Kürt ulusuna yapmak zorundadır.

 

Suriye’deki Durum

İç savaşın hala devam ettiği Suriye’de ülke adeta harabeye dönmüş bulunuyor. Esad diktatörlüğüne karşı gelişen halk muhalefetinin süreç içinde yerini gerici İslami hareketlere bırakması ve bu hareketlerin  (örneğin El-Nusra, IŞİD, ÖSO vb.) emperyalistlerin denetimine girdiği Suriye’de savaş, farklı bir aşamaya bürünmüş bulunuyor.

Ortadoğu’nun en önemli kültür ve sanat merkezlerinden bazılarına ev sahipliği yapan Suriye, IŞİD’in ele geçirdiği tüm bölgelerdeki tarihi eserler İslam inanışına ters oldukları gerekçesiyle yer bir edilmiştir.

Suriye halkı bir yandan Esad diktatörlüğünün katliamlarından ve zulmünden çekerken öte yandan ona karşı emperyalistlerin çıkarları için savaşan radikal İslamcı güçlerin vahşeti, saldırı ve talanı ile karşı karşıya. Burada bir kez daha dikkat çekmek gerekir ki bizlerin yaklaşımı iki gerici kamp arasında tercih yapmak değildir. Bizler, ne Esadçıyız ne de bu zulme direndiğini iddia eden şeriatçı güçlerin yanındayız.

Sınıf bilinçli proletaryanın tavrı iki gericilik arasında tercih yapmak değil, Suriye halkının hem Esad hem de emperyalistlerin uşaklığına soyunmuş, Türkiye, S. Arabistan tarafından da desteklendiği açık olan çetelere karşı mücadelesinin yanında olmaktır.

 

Türk Devletinin Cerablus İşgali

Türk devletinin ”Fırat Kalkanı’‘ adını verdiği Cerablus işgali Kürt düşmanlığından bağımsız düşünülemez. Erdoğan’ın “Kardeş Esad’tan”, “Diktatör Esed’e” evrilen politikası, iç savaşla birlikte yön değiştirmiş ve gerici silahlı İslami çetelerin bu savaştan galip çıkacağını hesaplayan Türk devleti, bu güçlere oynamış ve kaybetmiştir.

Suriye Yara 9Türk devleti, Kürtlerin Rojova’da özerk bir statü elde etmesinden sonra, Esad’ın diğer güçler yanında Rojova’ya da saldıracağını hesaplamış, ancak bu hesabı boşa çıkmıştır. Suriye ordusunun Rojava’ya saldırmaması Esad’ın Kürtleri çok sevdiğinden değil, Suriye’nin mevcut askeri gücünün IŞİD, ÖSO vb. güçlere ancak yeteceğinden hareketle, Kürtlerin Rojava’da özerk bir statü ilanına ses çıkartmamıştır. 

Suriye’de iç savaşının başlamasıyla birlikte, Esad rejiminin kısa sürede yıkılıp, yerine muhalif güçlerin işbaşına geleceğini hesaplayan emperyalistler, doğrudan bir işgal hareketine ihtiyaç duymadılar. Ancak, IŞİD’in ABD başta olmak üzere diğer emperyalist güçlerle yollarının ayrılması ve birçok yeri ele geçirmeleriyle birlikte, emperyalist güçlerde yeni stratejilerini hayata geçirdiler.  Rusya ve İran’ın da devreye girmeleriyle Suriye’de dengeler değişmiştir.

Türkiye, Suriye’de iç savaşın başlamasıyla birlikte, Suriye politikasında neredeyse “tek güç”müş gibi hareket ederek, IŞİD, El-Nusra vb diğer şeriatçı silahlı çeteleri destekleyerek Esad’ı devireceğini sanmıştır. İç savaşın başlamasıyla birlikte, birkaç hafta içinde Emevi Cami‘ine gidip namaz kılacağını hayal eden Erdoğan yanılmış ve Suriye politikası tümden iflas ettikten sonra, sadece bir figüran oyuncu olarak, ABD ve AB emperyalistlerinden kendisine verilecek görevi beklemekten başka bir şey yapamamıştır.

Rojava’da Kürt ulusunun özerk bir statüye kavuşması sonrası, Türk devletinin tüm politikası Rojava’ya saldırma üzerine şekillenmiştir. Bu konuda da Türk devleti kazdığı çukura düşmüştür. IŞİD ve diğer silahlı İslami çetelerin var güçleriyle Rojava’ya saldırarak, burayı ele geçirme operasyonunu başa çıkartan Kürt direnişi Rojava zaferinin ilan edilmesi sonrasında Suriye’de önemli güç olarak rüştünü ispat etmiş ve oyun kurucu olmuştur.  TC’nin Ezaz-Cerablus sınır hattını işgal etmesiyle Rojava’daki kantonların bu hatla birleşmesini ve Kürtlerin burada daha da güçlü bir konuma gelmesini engelleme çabasıdır. Erdoğan, bunun için G20 zirvesinde, işgal ettikleri bu bölgenin “uçuşa yasak bölge ilan edilmesini” istemiş, bu konuda ağababalarını ikna edememiştir. Bu konudaki görüşlerinde ısrar eden TC’nin ABD’yi ikna turları devam etmektedir. Türk devletinin Cerablus hattına ilişkin planları elbette yeni değildir. Bundan önceki planı; Cerablus hattının tampon bir bölge ilan edilip buraya göçmenlerin yerleştirilmesini savunmuş ve bunun içinde “müsaade”(!) edildiğinde TOKİ’nin buraya yapacağı yerleşim yerlerinin “Türkiye tarafından üstlenileceğini” savunmuştu. Bunlar olmayınca, bugün işgal edilen yerlerde uzun süre kalmanın planlarını yapan TC, Kürtlerin ilerlemesini böylece engelleyeceğini düşünmektedir. 

Bu boş bir hayaldir. Neden?

Çünkü Kürtler Suriye’de artık kabul edilen bir güç olarak, sadece çetelere karşı savaşmıyor, Suriye’nin geleceği konusunda da söz sahibi olmuşlardır. Bunu anlamadan Suriye’de doğru tahlil yapmak da mümkün değildir. ABD’nin ve Rusya’nın PYD ve YPG ile geliştirdiği ilişki, Kürtlerin sahip olduğu güçten bağımsız olarak düşünülemez.

Türkiye, Cerablus’u işgal etmesinin gerekçesini “IŞİD’in bu bölgeden temizlenmesi” olarak açıklamış olmasına rağmen, başından itibaren bunun sadece bir aldatmaca olduğu biliniyordu. İşgalle birlikte, IŞİD’in haftalar öncesi bu bölgeyi terk ettiği anlaşılmış, Türk devleti bundan sonraki hedefini YPG olarak açıklamıştır. Türk devletinin tüm sözcüleri “YPG bu bölgeden sökülüp atılana kadar bu bölgeden çıkmayacağız” diyerek gerçek niyetlerini ortaya koymuştur.

Türk devletinin esas hedefi Suriye’de Kürtlerin elinde bulunan bölgelerdir. Rojava Türk devletinin en başta gelen hedeflerinden biridir. Cerablus üzerinden diğer bölgelere saldırı planı Türk devletinin en büyük hayallerinden biri olmasına karşın, çıkarları gereği emperyalist güçler daha fazla ileri gitmesine sıcak bakmadıkları için, Türk devleti en azından Cerablus’u elinde tutmak için büyük bir çaba içindedir. Son G20 toplantısında diğer emperyalist güçlerle bir anlaşmaya varamayan Türk devleti eli boş dönmüştür. Emperyalistler, Türk devletinin havasını almak için bir süre daha Cerablus’ta kalmasına razı olmakla birlikte, kendi çıkarlarını daha fazla zedelemeye de razı olmayacaklardır. Nitekim G20 sonrası Rusya, Türk devletinin daha fazla ilerlemesine karşı çıktıklarını açıklayarak, kendi “egemenliklerinin zedelenmesine” müsaade etmeyeceklerini ortaya koymuş bulunuyorlar. Türkiye’nin Rusya’nın savaş uçağını düşürmesinden sonra yaklaşık bir yıl boyunca Rusya’nın Türkiye’yle tüm ilişkilerini kesmesinden sonra Türk devletinin Rusya’dan özür dilemesiyle başlayan yeni dönemde, Rusya’nın Türkiye’den kopardığı tavizlere bir ‘jest’ olarak Cerablus’a girmesine göz yumması, Türk devletinin Rusya’nın çıkarlarına helal getirmesine de göz yumacağı anlamına gelmiyor. 

Türk devleti, ABD’nin kendilerine “Rakka’ya birlikte saldırmayı teklif ettiğini” dillendirmekle birlikte, bunun hayat bulup bulmayacağı önümüzdeki günlerde görülecektir. ABD, Türk devletini kendi adına savaşması için Rakka’ya birlikte girmeyi teklif etse de, bunun ABD’nin denetiminde ve ABD’nin çıkarları esas alınarak Türk devletinin kullanılacağı unutulmamalıdır. Türk devleti Rakka’ya ABD ile birlikte saldırı gerçekleştirse de, bunun ardından Türk devletinin Rojava ve diğer Kürt bölgelerine saldırı gerçekleştirebileceği de ayrı bir hayaldir. Böyle bir saldırıda Türk devletinin büyük bir hezimete uğrayacağı da ayrı bir gerçektir. YPG karşısında dayanma gücü fazla olmayan Türk devletinin Suriye bataklığına saplanıp kalacağı daha şimdiden bellidir. Bunu Cerablus işgali içinde söylemek yanlış değildir. Türk Devleti Cerablus’u işgal etmesiyle bu bölgede bataklığa adım adım gömüldüğü gösterecektir.

Türk devleti işgalci bir güçtür. Türkiye devrimci hareketi bu işgale karşı olduğunu açıklamakla birlikte, işgalle birlikte tepkileri örgütleme ve işgale karşı duruş zayıftır. Türk devletinin işgal sonrasında, karşı tepkilerin örgütlenmesi, kitlelerin bu işgale karşı sokağa çağrılmaması, karşı çıkışın en zayıf yanını oluşturuyor. Bu, Türkiyeli devrimci güçlerin önemli bir eksikliğidir. İşgal hala devam ediyor. Tepkilerin ve işgale karşı çıkmadaki bu eksikliğin giderilmesi için hala fırsat vardır. Bu görev Avrupa’da da eksik kalmıştır. Soruna iki gerici güç arasındaki bir çatışma olarak bakılamaz. Türk devleti nedeni ne olursa olsun başka bir ülkenin topraklarını işgal etmiştir. Karşı çıktığımız yön burasıdır. İşgale karşı Türk devletinin bu işgalini teşhir etmek, işgal ettiği topraklardan çıkmasını savunmak, Esad’a bir destek olarak anlaşılmamalıdır.  Kaldı ki TC devletinin işgaldeki esas amaç ve hesabı Kürtlerdir. Kürtlerin etkin oldukları bölgelerde kendi egemenliklerini kurmaların engel olma hesabı taşıyor. Kürt ulusu üzerindeki ulusal baskısına, işgaline ve ilhak etme arzularına karşı çıkıp teşhir edilmesi gerekiyor ve işgale karşı duran hareketin desteklenmesi tarihi bir görevdir… (Bir okur)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu