Artık bilinen bir gerçek: TC’nin Ortadoğu’da tekfirci DAİŞ ve türevlerini desteklediğine dair birçok bilgi ve belge bulunmaktadır. Yakalanan MİT tırları, sınırlarda kurulan çadır kentlerde tekfircilerin barındırılması vs…
Özellikle Kobanê’de DAİŞ’in saldırısında mutluluk baloncukları uçuran TC devleti bu sürece askeri lojistik katılımı ile kendini alenen ortaya koydu. Özellikle son olarak Kobanê saldırısında, saldırıyı gerçekleştirenlerin aynı zamanda kısa bir süre önce TC güçleri tarafından “gözaltına” alındığı da gayet iyi biliniyor. TC’nin şefkatli kucağına kendilerini atan katil sürülerinin bu saldırıyı “gözaltından” çıkarak yapması Kobanê’ye saldırının kimler tarafından örgütlendiğini gözler önüne serdi.
ABD’nin asimetrik işgalinin büyük oyuncusu olan TC, Ortadoğu’da gerçekleştirilen her katliamın kurucusu ve örgütleyicisi olarak, gelinen aşamada yeni bir şekilleniş içerisine girmiştir. Bu şekilleniş emperyalizmin politikalarına bir uyumun ifadesi olmak olarak ifade edilebilir. Suriye işgalinde ABD’nin imtiyazlarının örgütlenmesinde önemli rol oynayan TC, Katar ve Suudi Arabistan bir araya geldiklerinde ABD politikalarına ters düşecek bir olaya imza attılar. Bu; bölgede tekrar tekfircilerin örgütlenme hamlesiydi. El-fetih adıyla kurulan bu örgütlenmenin ömrü uzun süremese de süreç açık biçimde bölge devletlerinin iplerinin ara ara gevşetildiği ve buna oranla sıkı tutulduğunu göstermektedir.
Yaşananların daha derinlemesine incelenmesi artık daha kolay olmaktadır. Bu ise ABD’nin bölge politikalarının açığa çıkması ile ilgilidir. 2010 yılında başlayan ve “Suriye ekonomisinin yeniden yapılandırılması” planı şeklinde ileri sürülen işgal planı bizlere şunu gösterdi; ABD’nin BOP projesi daha birçok doktrin ve bu doktrinin yeni senaryolarını açığa çıkaracak. Ancak her senaryonun sonu istenildiği gibi bitmiyor. Nitekim öyle de oldu. Başından beri “demokrasi”, “devrim”, “özgürlük” ifadeleri ile şirinleştirilen tekfircilerin bölgedeki misyonu kendini tamamlayınca şimdilerde birer artık olarak görülmeye başlandı. En başından beri silahlandıran ve Suriye’ye geçiş için açan TC, şimdilerde tekfircilere “operasyon düzenliyor”, “gözaltına alıyor.”
Tüm bu yaşananların nasıl bir politikanın ürünü olduğu konusunda net bir şey söylemek için henüz çok erken. Ancak gerçekleştirilen “operasyonların” bir günah çıkarma olmadığı da kesindir. Bu operasyonlarla katil niteliğini aklamaya çalışan TC’nin bu süreçte yeni bir “Osmanlı oyunu” içinde olduğu kesindir. Zira bugüne kadar uluslar arası alanda savaş suçunda hayli yol kat eden TC’nin bu süreçten sonra elini bu kandan kolay kolay temizleyemeyeceği kesin. Belki uluslararası burjuva hukuktan belli bir tazminat ve siyasi yaptırımla çıkabilecek olan TC, halkların öfkesinden bu kadar basit geçemeyecek.
Savaşın değişen dengeleri ve TC
Suriye’de savaşın geldiği evre oldukça önemli bir yerde duruyor. TC’yi sıfır sorundan sefer sorununa, oradan da elde var sıfıra getiren süreç bölge hamiliğindeki kof kütlesidir. Bu hamilik kimi zaman bir özgüven biçiminde kendini gösterse de esası emperyalizmin yüklediği görevlerin oluşturduğu ruh halinden öte değildir. Davutoğlu’nun Suriye’deki krizi yorumlarken sarf ettiği “doğmak üzere olan yeni Ortadoğu” ifadesi aynı zamanda “tepe takla bir Türkiye” şekliyle tanımlanabilir.
Her şeyden önce Ortadoğu’da bir dostluktan bahsedemeyiz. Sürece yön verenin politik çıkarlar olduğu açık bir şekilde ortadadır. Özellikle Suriye’nin bölgesel bir savaş merkezi haline dönüştürülmesinden bu yana, uluslararası ve bölgesel güçler kendi çıkarlarına bağlı politik dengeleri sürekli değiştirmektedirler. Bugünkü gelişmelerin ön plana çıkan önemli halkalarından biri, küresel güçlerle bölgesel devletler arasındaki politik ittifakların değişmeye başlamış olmasıdır. ABD’nin Irak ve Suriye merkezli Ortadoğu güç ilişkilerinde yeni arayışlar içerisinde olduğu çok açıktır. Bu yönelimi hem mevcut devletlerin jeo-stratejik güç ilişkilerindeki rolünü analiz ederek, hem de gelecekte bölgesel stratejilerde daha aktif olacak güçleri ön plana çıkartarak yapmaya çalışıyor. Bölgesel dengeler açısından TC sınıfta kalmış ve bu politik çeperden uzaklaşmıştır.
Türkiye’nin izlemiş olduğu Suriye ve Irak politikası, bölgenin mevcut politik ilişkilerini analiz etmekten yoksun olması, gelişmeleri objektif olarak okuyamaması, geleneksel bölgesel stratejilerinde değişiklik yapma becerisini gösterememesi, özellikle Kürtlerin artan politik-stratejik gücünü kabullenememesi, tersine tasfiyeci bir politik hatta ısrar etmesi bölgesel denklemlerin dışına düşmesinin ana nedenlerindendir. Bu açıdan sınırlara yapılan askeri sevkiyatlar ve birçok kentte yapılan “IŞİD operasyonları” bir sendromu ifade etmektedir.
ABD Rojava’nın bağımlılığını öngörüyor
Rojava’nın ilanının ikinci yılını karşıladığımız bu günlerde artık TC için bir sendrom olan bir alandan bahsedebiliriz. Özellikle Tel Abyad’ın özgürleştirilmesinden sonra DAİŞ ve türevlerinin bölgede etkinliği azalış gösterdi. Tel Abyad, Kürt halkının sadece bir çete temizliği değildir; aynı zamanda Rojava’nın sınırlarını oluşturduğu bir evre olarak görülmektedir. Bu durum TC açısından kabul görmese de emperyalistler bölgede bu oluşumu kabul ettiler. Kabul ettiler diyoruz, çünkü DAİŞ ve türevlerini seferber ederek başlattıkları katliam püskürtülünce “yok edemiyorsan biat ettir” politikasını izlemeye başladılar. Bu duruma müdahil olmak isteyen Türkiye, fiilen bir ittifak gücü olmaktan çıkartılmış durumdadır. Türkiye bugünkü Ortadoğu politikasında ısrar eder, gelişen politik denklemin yeniden tanımlayıp güç ilişkilerini doğru okumaz ve özellikle Irak ve Suriye sınır bölgelerinde “yeni” komşuları olan Kürtlerin politik realitesini görüp bunu kabul ederek yeni bir strateji oluşturmazsa Irak ve Suriye gerçeğiyle karşı karşıya kalacağı kesindir. Kabul etmese de Kürt Ulusal Hareketi’nin bölgedeki gücü artık bir savunma aşamasından çıkmakta ve dengeleri değiştirebilecek bir güç olarak faşist TC devletinin karşısına çıkmaktadır.
Rojava her şeyden önce bölgedeki emperyalist politikaların önünde bir engel olmuştur. Öyle ki Rojava’yı yok edemeyenlerin bugün bölgeye müdahil olma çabaları bu gelişimi kendilerine yormanın derdidir. Bugün açısından Kürt politikasında oluşmaya başlayan değişimin esası, Kürtler olmaksızın Ortadoğu’nun “yeni” politik dengelerinin sağlanamayacağıdır. Bölgesel çıkarları ezilenlerden yana olan Kürtlerin bugün bu kaynaktan hem askeri hem de politik olarak gücü ortadadır.
Obama’nın Ortadoğu politikası ve güç ilişkileri değişmeye başladı. ABD, Orta Asya sınırlarından İran’a, İran’dan Irak’ı da içine alarak Rojava’ya kadar uzanan bir Akdeniz denetimi hedeflemektedir. Amaç her şeyden önce Rojava kantonlarının içinden geçirilecek ve Akdeniz’e indirilecek yeni boru hatlarının merkez üslerini belirlemektir. Bu merkez üssü ise Rojava’dır. Bu kapsamda üç kantonun özgürleştirilmesi önemli bir yerde durmaktadır. Bu açıdan ABD çıkarları gereği YPG’nin özgürleştirme hamlelerine destek sunmaktadır.
Burada önemle bahsetmek gerekir ki bu stratejik bir ittifaktan çok, bölgesel ilişkilerin getirdiği dönemsel politik çıkarların bir sonucudur. Bu noktada ilerleyen dönemlerde Rojava’nın ezilenlerin bir hamlesi olarak daha fazla görmek ve Rojava’yı anti-emperyalist bir bilinçle sloganlaştırmak önemli bir yerde durmaktadır.