“Benim ülkemde böyle bir sorun (ifade özgürlüğünden bahsediliyor) var mı? Benim ülkemde böyle bir sorun yok; isteyen istediği gibi konuşuyor, inandığı gibi yaşıyor, istediği gibi giyiniyor, istediği gibi yiyor içiyor, bütün bunları yapıyor. Biz hiçbir şeye yasak getirmedik. Türkiye, yasakların olduğu bir ülke olmamıştır. Türkiye son yıllarda, son 14 yılı bir kenara koyuyorum, hiçbir dönemde bu kadar özgür, bu kadar huzurlu, bu kadar rahat bir dönemi yaşamamıştır.” Geçtiğimiz günlerde Katar merkezli El-Cezire televizyonuna röportaj veren Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, böyle konuştu.
“Bu ülkede Kürt sorunu diye bir şey yoktur” diyen bir siyaset geleneğine sahip olan Erdoğan, “Benim ülkemde böyle bir sorun yok” dediği bugünlerde ülke giderek derinleşen bir ekonomik ve siyasi krizin içine yuvarlanıyordu. “…isteyen istediği gibi konuşuyor” derken; DİHA, JİNHA, Azadiya Welat, Evrensel Kültür gibi gazete, dergi ve haber ajansları kapatılıyor, Cumhuriyet gazetesi baskına uğruyor, Özgür Gazeteciler Cemiyeti kapatılıyordu. “…inandığı gibi yaşıyor, istediği gibi giyiniyor, istediği gibi yiyor içiyor” dediği koşullarda, kadınlar şort giydiği gerekçesiyle tekmeleniyordu. Diğer yandan kapatılan her gazete, televizyon ve ajansların ardından binlerce basın emekçisi işsiz kalıyor, açığa almalar ya da kamudan atmalarla işsizler ordusu artıyor, bu devletten güç alan patronlar ve her biri şirket gibi çalışan AKP, MHP ve CHP’li belediyeler TİS masalarını tekmeliyor, Riha’nin Pîrsus (Suruç) ilçesinde bir işsiz “açım aç” diye çığlık atarak kendini ateşe veriyordu.
“…Biz hiçbir şeye yasak getirmedik. Türkiye, yasakların olduğu bir ülke olmamıştır” cümlesini sarf etme pervasızlığında bulunduğunda emekleri ve iş güvencesi için sokağa ve greve çıkan işçilerin eylemleri OHAL’e takılıyor, kayyum atanan belediyelerde Kürtçe ve Ermenice hizmetler yasaklanıyor, kadın çalışma birimleri kapatılıyor, sokakta nefes almak dahi yasak hale getirilerek her eylem ve etkinlik polis saldırısı, gözaltı ve tutuklama terörü ile karşılanıyordu.
Hele de “…Türkiye son yıllarda, hiçbir dönemde bu kadar özgür, bu kadar huzurlu, bu kadar rahat bir dönemi yaşamamıştır” dediğinde ise iki kez kanlı bir şekilde seçim yapılmasına rağmen Meclis’in 3. partisi olarak 6 milyon insanın oyunu alan HDP’nin eş genel başkanları ve 8 milletvekili, evlerine ve genel merkezlerine baskın yapılarak gözaltına alıyor ve yıldırım hızıyla tutuklanıyordu. Bunu protesto eden DBP Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel de darp edilerek, sürüklenerek gözaltına alınıyor ve tutuklanıyordu.
Özgürlük, rahatlık ve huzurdan bahseden Erdoğan, bu yaşananları görmüyor değil ya da görmezden geldiği gibi bir durum da söz konusu değil… Erdoğan egemenlerin “özgürlük, rahatlık ve huzur”dan ne anladığını tarif ediyordu esasında… HDP gibi bir partiyi zayıflatarak, halkın mücadele etme kanallarını yüzlerce derneği kapatarak, devrimci, ilerici ve yurtsever basını gözaltı-tutuklama-işsizlik üçgenine hapsederek, korku ve zalimlikle sindirme, açlıkla gözdağı verme yöntemlerine giden egemenler, var olan tepkinin sınırlılığından duydukları memnuniyeti dile getiriyorlardı. Tüm pişkinliğiyle emperyalist-kapitalist sistemin Ortadoğu politikalarına hizmet edebilmek ve gözü dönmüş bir şekilde bu savaştan payını kapmanın hesabını yapıyordu. Bunun için ihtiyaç duyduğu kudret ise burjuva siyasetin kirli damarlarında mevcuttu!
Ayrıştırmak değil birleşik mücadele kazandırır!
Faşizm tüm kurumları ile oldukça netleşmiş bir şekilde tüm demokratik kanalları tıkamıştır. Ancak kan ve can bedeli kazanılmış bu mevzilerin düşmana teslim edilmesi söz konusu değildir. Bu mevzilerin korunması için yeniden bedel ödemeyi göze alacak bir devrimci iradeye, duruşa ihtiyaç vardır. Kaldı ki bunu yapabilmek içinse devrimci mücadelenin tüm yol ve yöntemlerine daha çok ihtiyaç duyulacak ve ancak demokratik alanlara sığmayan bir mücadele hattı ile faşizm geriletilebilecektir.
Karşımızda tüm kurumları ile birleşmiş MHP ve CHP’yi farklı şekillerde kendine koltuk değneği yapmış şekilde ilerleyen AKP nezdinde egemenler “Hiç endişe etmeyin. Bu ihanet bitecek. PKK bitecek. Ya bu ezanlar dinecek, ya bu devlet bitecek, ya da bu ihanet bitecek. Siz başladığı operasyonu yarım bırakan bir doktor gördünüz mü? Bu operasyon başlamıştır, bu ameliyat bitecek. Bu kadar net” (Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi) sözlerini sarf edecek kadar pervasız ve nettirler!
Ancak egemenlerin bu söyledikleri nezdinde murada erdikleri de görülmüş değildir tarih boyunca. Sınıf mücadelesinin engin denizi kah halkın kendiliğinden dalgaları kah da bu dalgaların köpükleri olan devrimci çıkışlarla zalimleri, kralları, padişahları, diktatörleri yıkıp geçmiştir. Ancak bu “yıkma” ve zalimin karşı dalgalarına siper olabilme o kadar basite alınabilecek bir durum da değildir; ciddi bedel, irade ve duruş istemektedir. Bu görev de ancak ve ancak komünistlerin, devrimcilerin, yurtseverlerin, tutarlı demokratların yüklenebileceği ağırlıktadır. Kim ne derse desin, bu süreci karşılayabilmek için birleşik bir mücadele örmekten ama mücadelenin her alanında bunu inşa etmekten başka bir yol yoktur.
Birleşik mücadeleyi ayrıştırmak, parçalamak ancak ve ancak düşmanı güçlendirir; birarada durmak ve korkusuzca saldırılara göğüs germek ise demokratik halk devriminden çıkarı olan herkesi… Kendine gömülmeye, nefrete, düşmanlaşmaya varan pratiklere imza atmak, buna çanak tutmak, zemin sunmak ya da örgütsel dağınıklığa “militanlık”, “solculuk” olarak güzelleme yaparak devrimci cepheyi zayıflatmak ancak ve ancak düşmanla var olan ve giderek keskinleşen savaşta bizlere kaybettirir. Devrim ve demokrasi cephesine kaybettirir. Tek çözüm saldırılara karşı doğru yerde konumlanmayı başarmaktan ve birleşik bir mücadele hattının örülmesinden geçmektedir. Ezilenlerin “özgürlüğü”, “huzuru” ve “rahatı” için başka yol olduğunu iddia edenler iflah olmaz bir körlüğe saplanmış, sekterlikle liberallik arasındaki ince köprüde uçuruma yuvarlanma tehlikesi içinde demektir. Tercih bizim!