Kahvaltılarını sessizce yediler. Yıllardır yaşadıkları bir durum olsa da ikisine de biraz zor geliyordu bu yılki ayrılık. Nenesiyle helalleşti ve acıkırsan yersin deyip eline tutuşturduğu azık çıkınını birkaç parça eşyasını koyduğu naylonunun kenarına sıkıştırıp merdivenleri ağır ağır inmeye başladı. Her yanı saran sisin bıraktığı on beş yirmi adımlık görüş mesafesiyle patika yoldan usul usul inerlerken yaşlı nenesini yalnız bırakmak zorunda kalmanın derin kaderini ve endişesini de kendisiyle birlikte götürüyordu. Patikanın sapağına gelince durdu. Dönüp evlerinden yana bir daha baktı. Zamanın ve yaşamın ağırlığı altında kamburlaşmış nenesinin hala kapının önünde, güneşlikte durduğunu, ardından baktığını gördü. O çocuk ve erkek sesiyle “nene on beş yirmi güne galmaz, gelürüm” dedi. Gülümsemeye gayret gösterip el salladı. Sisin içinde belli belirsiz bir kolun kalkıp ona karşılık verdiğini seçebildi.
Hasan 12 yaşında, karaya çalan koyulukta kahverengi gözleri, geniş alnı, kumral teniyle güzel bir çocuktu. Az biraz zayıftı ama dayanıklıydı. İlk bakışta biraz kederli içli hali çarpardı göze ama bir çocuktu ve biraz sevinç onu da diğer çocuklardan farksız kılardı. Derin bakışlarının söylenenden ötesini görmek ister gibi kilitlerdi gözlere kaybettiği bir şeyleri arar gibiydi. Bazen bilinmez bir hüzne bazen de sevinçli parıltılarla dolan gözleriyle göğün mavisinin tepelerin yeşiliyle buluştuğu noktalarda gezinirdi. Köydekilere biraz garip, anlaşılmaz gelse de bu hali çocuğun anasız olmasına verirlerdi.
Beş yaşındaydı anası öldüğünde Hasan. O gün başka bir gündü. Kara, kapkara bir gün. Çok yağmur yağmıştı çık. Rüzgar evlerin çatısını delip geçmek ister gibi ser esiyor bir daha bir daha vuruyordu. Çok korkmuştu Hasan o gece. Korktukça aynı yatakta uyudukları ağabeylerine daha bir sokuluyor, korkusunu ağabeylerinin varlığının verdiği güvencede hafifletmeye çalışıyordu. O korkunç sesler, yağmur bir zaman sonra azalmış, Hasan’da derin bir uykuya dalmıştı.
Uyanıp kalktığında yalnız nenesi vardı evde. Ocak başına oturmuş usul usul yanan ateşi seyrediyordu. Hasan’ı görünce yanındaki çulu gösterip “gel” deyip Hasan’ın uyku mahmuru gözlerini ovuşturarak gelip yanına oturmasını beklemiş: “Babangil odun çekmeye geddi. Dün geceki fırtına gırıp geçürmüş ortalı. Dereler odun kütük dolmuş. Mahalleli hep bir olup odun çekicekler” demiş, evde neden yalnızca ikisinin kaldığını anlatmıştı. Oturduğu minderden elleriyle dayandığı duvardan destek alıp kalkarken biraz ötelerinde duran kahvaltı sofrasını gösterip: “Get yüzüğe bir su çalıp gel ekmeği ye, bende sa bi çay guyim” demiş. Yaşlılığın verdiği ağır adımlarla Hasan’ın çayına katmak için soğuk su almaya, terekteki sürahiye yönelmişti.
Saat öğleni bulduğunda Hasan nefes nefese eve gelmiş “Nene Ersin abim, kamyonine odun almiye gidecek deriye ben de gidim da” diyip nenesinin peştamalını çekiştirip yalvarmaya başladı. Nenesi “Dur olum, bu yamura çamura neriye gidin?” deyince Mustafa yalvarmasını artırıp zor hal nenesinden izin alabilmişti. Nenesi Hasan’a ele ayağa dolaşmaması için bir güzeli tembih vermiş, gocunu, lastik çizmelerini ayağına giydirip yolculamıştı. Yol boyunca sisli tepeleri zümrüt yeşili doğayı seyretti Mustafa. Bir de o koca metali ustalıkla hareket ettiren Ersin abisinin kamyonu nasıl sürdüğünü.
Yola çıkalı yarım saati biraz geçmiş, ürkütücü sesi ve açık kahverengiye çalan görüntüsüyle dere karşılarında belirmişti. Hasan biraz ürkmüş bunu gören Ersin abisi “Korkma bu eyi hali, taşıcanı taşmış” deyip Hasan’ın kafasını okşamıştı. Hasan ürkek bakışlarla dereye bir daha baktı. Gerçekten de koca koca kütükleri odunları sürükleyip götürmekte hiç zorlanmıyordu dere.
İki viraj sonra yığın haline getirilmiş odunlar ve mahalleli göründü. Hala harıl harıl çalıştıkları belliydi. Yanlarına vardıklarında ise odun yığma işinin neredeyse bittiğini, yarım saate de kamyona yüklemeye başlayabileceklerini söylüyordu Sefer emmisi.
Hasan onları bırakıp annesini bulmaya gitti. Uzaktan gördüğünde annesi bir kucak odunu omuzlamış dik bir yamaçtan kaymamaya çalışarak ağır adımlarla çıkmaya çalışıyordu. Annesini gören Hasan koşmaya başlamış bir yandan çamura batmamaya çalışıp bir yandan da annesine sesleniyordu, onu bulmanın sevinciyle ne olduysa o zaman oldu. Annesiyle sadece bir saniye göz göze gelebildi. Sonrası derenin sesinde kaybolan tiz bir çığlık.
Bu olaydan sonra günlerce yemekten kesildi Hasan. Bir ay ağzını açıp tek laf etmedi. Tek damla gözyaşı dökmedi. Hasan’ın bu hali hane halkının acısına acı kattı. Nenesi hocaya götürüp okuttu olmadı. Muska yazdırdı olmadı. Gökte hep o kara günü hatırlatmak ister gibi yirmi gün güneş yüzü göstermedi. Yağmur sis ve çamur yaşamlarından eksik olmadı. Tam bir ay sonra bir sabah Hasan’ı yatağının içinde oturmuş hüngür hüngür ağlarken buldular. İlk sözcük o zaman çıktı ağzından, annesini istediğini söyledi. O sabah hem ağlayıp hem güldüler. Hane halkının birlikte ağlayıp birlikte güldükleri son gün de bu gün oldu. Zaman akıp gitti, oyun da oynamaya başladı Hasan. Ama eskisi gibi de olmadı. Nenesi “geçer, çocuktur ne de olsa geçer, ölmeyen büyür” derdi. “Emme anasızlık da başka bişiye benzemez” diye de eklerdi.
Bir sabah babaları çocukları topladı ve “Çocuklar nenenize gonuşduk bu iş böle olmicek. Yüz iki yüz kilo fındıkla geçim yok bugün bize. Ben İstanbul’a gedip çalışıcam. Naci Emiz ba çaluşdu inşadda iş bulmuş. Kesemize göre başımızı sokabilecemiz bir dam altı bulduğumdu Elif’inen Memed’i de yanıma alıcam. Memed’e yanımızda bi iş buluruk besbelli. Elif’e de heç iş bulamasak bile yememizi yapdurur, çamaşurumuzu yıkaduruk, eve geldüğümüzde önümüze sıcak bi çorba goyanumuz olur.” Ardından Ahmet’e dönüp; “Ahmet sen de Hasan’da köyde nenezine galursuz. Hem okulunu bütürür hem de eve barka göz gulak olursuz. Okul bitince belimizi doğrultabilürsek biz gelürük olmadı hep bi gurbetin yolunu tutaruk” dedi. Bu konuşmasından bir hafta geçti geçmedi çiseli bir sabah yola çıktı babaları. Arada bir mektup ve üç beş guruş para gönderiyordu. Mektubunda yazdığına göre İstanbul’un taşı ne altın ne de başka bi şeydi. Bir ay Naci emmilerinin evinde galmış bakmış tez zamanda kesesine göre bir ev bulamıcak daha fazla rahatsızlık vermek olmaz deyip kendi gibi bir başına gurbete gelip ekmek peşine düşen birkaç arkadaşıyla birlikte bir odayı çevirip yerleşmişler. O şantiye senin bu şantiye benim, soğuk kar demeden bir sene geçirdi babaları gurbette. Bir sene sonra bir aylığına köye geldiğinde saçlarındaki akların artıp yüzündeki çizgilerin iyice belirginleştiğini, biraz da zayıflamış buldular babalarını çocuklar.
O yıl hasat sonrası solama, yevmiye, kıyıda köşede ne varsa birleştirip tek odalı da olsa bir dam kiralamaya karar verdiler. Kendi bahçeleri olgunlaşana kadar on beş yirmi gün günlüğe gittiler. Çocuğu yaşlısı kimi yerden kimi daldan birkaç günde kendi bahçelerini topladılar, harmana getirdiler. Fındık biraz kabuğunda biraz da patozlandıktan sonra kurutuldu. Pancarlar tuzlandı. Yağlaşlık mısır, çorbalık fasulye fırınlandı. Köyde kalacakların kışlık odunu, çalısı taşındı, galazla süpürüldü. Makarnası, unu, bulguru, yağı, şekeri, çayı elverdiğince alınıp köşke istiflendi.
Güzün başında babaları önden gidip zor hal keselerine göre bir dam altı buldu. Ardından da haber yollayıp Mehmet ile onu kasabadaki ortaokula yazdırmasını bekliyordu. Hayatında ilk defa ayağında lastikten olmayan ayakkabı üstünde ağabeylerinden kalma olmayan okul elbisesi olacaktı. Çok heyecanlıydı. Hasan ise güze yeni başlayacaktı ilkokula. Onun Ahmet gibi yeni heyecanı yoktu sonuçta. Ahmet’ten kalma önlükle başlayacaktı okula. Onu iyice küçülene kadar giyecekti. Okulunu bitiren birinin önlüğünü uyduramazlarsa üstüne belki o zaman Ahmet gibi o da yeni heyecanı yaşayabilirdi. Mustafa da diğer kardeşleri gibi bunu bilir buna göre davranırdı. Kıskançlık arsızlık yapamazlardı.
Gene babalarının çıkıp geleceği günlerdi. Ahmet ve Hasan sabahtan akşama kadar minibüs yolunu gözlüyor. Her minibüs sesine uzaklık yakınlık demeden soluğu araba yolunda alırlardı. Yine böyle bir günde minibüs sesiyle yola koştular. Abisi ve ablası indi minibüsten. Ahmet’le Hasan abi ve ablasının geldiğini görünce sevinçten el çırpıp üstlerine atılır gibi sarıldılar. Ama aynı neşe ve sevinci onlarda bulamadılar. Hatta yüzleri göçüp sararmış, gözleri küçülmüş ağlamaklı duruyordu. Hasan olmasa da Ahmet kötü bir şey olduğunu sezmişti. Hemen babasını sordu. Abi ve ablasından ses çıkmasa da minibüsten inenlerin “başınız sağolsun” deyip acıyan gözlerle onlara bakması, arka kapağı açıp çıkardıkları tabutla her şey anlaşılmış, gün feryat figan günü olmuştu. Babaları çalıştığı inşaattaki çöken iskelenin altında kalmış ve canından olmuştu.
O günden sonra hane halkı ömürlerinin bir mevsim ötesinde buldu kendilerini. Neneleri daha bir yaşlandı. Mustafa sessizleşti. Ahmet okul yerine zanaat öğrenmesi için abi ve ablasıyla İstanbul’a gitmek zorunda kaldı. Böylece Hasan ve nenesi iyice ıssızlaşan evde bir başlarına kaldılar.
Güzün okula başladı Hasan. İlk yılı öğretmenin yoğun ilgisiyle zor hal geçebildi. Sessizdi. İlgisizdi. Bir şey soran olmasa konuşmaz, oyunlara katılmaz, bir köşede oturur izlerdi. Yıldan yıla Hasan’la birlikte dersleri de iyileşti. Bu duruma nenesi bir sevinir bir sevinirdi ki her karne sonrası Hasan’ın cebini guru üzüm, kavrulmuş fındık içiyle doldurur, Hasan’ı öper öper öperdi, doyamazdı. Bir keresinde de nenesi mavi bir lastik top almıştı Hasan’a. İşte o günkü sevinci bir başkaydı Hasan’ın. Sevincinden uçacak gibiydi. Nenesini öptü öptü öptü. Bütün mahalleyi dolaşıp arkadaşlarına gösterdi. Akşama kadar top peşinden eve girmedi. Nenesi çağırmasa yemek yemeyi de unutacaktı. Nenesi pencerenin önündeki sedire oturup onu izlerken “okicek olum tabib olacak” der, mutluluk ve gururla dolu dolu olan gözlerini yaşmanın gıyısıyla silerdi. Hekim olma işi Hasan’ın da kafasına yattı. Hekim olacak çocuk-yaşlı-genç her kim hastaysa iyi edecek ama önce nenesinin dizlerini.
Tatillerde okul sonları da boş durmuyordu Hasan. Köyde de sevilir, yapabileceği bir iş oldu mu haber salarlardı hemen. Kiminin filiz almasına, kiminin gübre atmasına, ilaçlama yapmasına gücü yettiğince katkıda bulunurdu. İş bittiğinde yardım ettiği kişinin gönül zenginliğinin de durumuna göre üç beş neyse sıkıştırırlardı cebine, eve bitkin döndüğünde nenesine kazandığı parayı verirken ışıl ışıl oluyordu gözleri. Kurulu sofradan yorgunluğun kestiği iştahıyla birkaç kaşık alır almaz hemen yatağa girerdi. Nenesi sabaha karşı namaza kalktığında mayalanmayıp onun için ayırdığı sütle çıkagelir “Hasan’ım iç hele şunu” der zar zor oturturdu yatağa.
Bazı zamanlar üç dört gün üst üste böyle çalışmaya giden Hasan’ın yorgunluktan bütün eti sızım sızım sızlardı da gene de sesini çıkarmaz yadırgamazdı bu durumu. Ana babasının ömrü çalışıp didinmekle geçmiş ondan büyük kardeşleri de bugün Hasan’ın yaptığı gibi geçim yükünü hafifletebilmek için nerede yapabilecekleri iş varsa koşturmuşlardı. Yüksekte bir köydü onlarınki. Fındık ancak köyün eteğine doğru yetişiyordu ama bu gün geçim sağlayacak durumda değildi. Önce aileler büyüyüp genişledi. Paylaşılan topraklar her kuşak biraz daha parçalanıp küçüldü. Fındık para etmez oldu. Köylü faizcinin, tüccarın eline düştü. Bu yılın borcunu senenin fındığı da kurtarmaz oldu. Gün günden kötü gelince köylüler birer ikişer gurbetin yolunu tuttu. Gurbetlik zordu zor olmasına ya köye dönseler ne yapacaklardı. Karınlarını doyursalar çocuk vardı büyüyecek, okuyacak, yarın bir gün evlenecek neyle. Hal böyle olunca gidilirdi gurbete. Hem gidilir hem kalınırdı. Tadı acıymış değilmiş bakılmazdı ötesi yoktu.
Şimdilerde kışın köyde birkaç ev dışında bacalar tütmez olmuştu. Bu bacaları tüttüren de genellikle düzenli bir işte çalışamayacak ve gurbeti çekemeyecek kadar yaşlı olanlar. Bir de büyük şehirde okula göndermenin yükünü kaldırabilecek durumda olmayan ailelerin çocukları. Onlar da gurbetin yükünden paylarını, ailelerinden sevdiklerinden ayrı kalarak alırdı. Fındık vaktini sabrın içinde bir sabırsızlıkla beklerlerdi. O gün geldiğinde her şey bambaşka olurdu. Yeşil daha bir yeşil gök daha bir mavi görünürdü gözlerine. Kuşlar dillenir, çiçekler çoğalırdı.
Hasan köye aşağı inerken siste ağırlığını hafifletip giderek yok oldu. Yıllardır gidip gelirdi de şu yolu tek bir şeyden ürkerdi. O da köpek. Nereden karşısına çıkacağı da belli değildi ki. Yeşil bir örtü gibi saklardı içindekileri doğa. Şu köpek derdi olmasa doğanın verdiği huzurla eşsiz bir zevkti bu yolları adımlamak.
Viraja girerken Mehmet abisinin İstanbul’dan getirdiği saatine baktı. “Ooo saati on bir etmişiz” dedi kendi kendine. Ercanların evine ne kadar zamanda gidebileceğini hesapladı. Daha sürer diye düşündü. Yorulmuştu da şöyle gözüyle etrafa bakıp oturmak için uygun bir yer aradı. Virajın alt kısmında yeşillik bir yer çarptı gözüne. Gitti yönünü aşağı verip oturdu. Torbasını açıp nenesinin verdiği yolluğun olduğu çıkını aldı. Açtığında taze ekmekle çökeleğin insanın iştahını kabartan kokusunu burnuna çekti. Sonra biraz nefeslenip öyle yemenin daha iyi olacağını düşünüp kendisini çimenlerin üzerine bıraktı. Gök ne kadar mavi, rüzgâr ne güzel esiyor, güzel kokular taşıyordu. Mavi bir kelebek tam başının üstünden geçti. Nenesi geldi aklına, neşesi endişeye dönüştü. Ya hasta olursa diye geçirdi içinden. Ardından “yok yok olmaz. Meryem akşamları onunla kalacak, gündüzleri de sık sık kontrol edecek. Hem ben on beş yirmi güne dönücem, zaman su gibi geçmiyor mu ki zaten” dedi kendi kendine. Gene de sıkıntılı halinden sıyrılamadı. Derin bir nefes alıp dirseklerinin üstüne yarı doğruldu. Biraz aşağıdaki sakin sakin akan dereyi seyretti bir süre. Gözü açık çıkınına kaydı uzanıp aldı. Çökeleği ekmeğin içine doldurup ağır ağır yedi. Çıkın bezini torbasının kenarına yerleştirip usulca ayağa kalktı. “Haydi bakalım, yolcu yolunda gerek” dedi. Eliyle üstündeki toz ve ot parçalarını silkeledi. Yola çıkıp yürümeye başladı. Yolun üst yanlarında gördüğü böğürtlen ve yabani çiçekleri yiye yiye kaynak sularından içe içe köprüye vardı. Köprüden sonrası yokuş yukarı yürümekti. “Bi araba geçse ne iyi olur” diye düşündü ama araç namına hiçbir emarede yoktu. Ne bir ses ne bir görüntü. Başını göğe kaldırdı. Güneş tam tepede kendini iyice hissettiriyordu artık. Yolun gölge tarafına geçip yokuş yukarı yürümeye başladı. Köyün arka yüzüne düşen mahallelerle merkezine giden yolun kavşağına gelince aşağı yoldan yana ağır ağır yaklaşan ayak seslerini duydu. Durdu. Çok geçmeden ayak seslerinin sahibi de göründü. Mustafa “Haydar emmi” diye seslendi gelene. Ağır usul dalgınca yürüyen Haydar emmi durdu. Beklenmedik bu sesin sahibini aradı. Mustafa’yı görünce sevinçle “Ula Mustafa nereye gidin böle?” dedi. Yanına doğru yürüdü. “Ercan abimgile fındık geldi ya” diye yanıtladı soruyu Mustafa. “Haa” dedi başını yukarı doğru kaldırıp Haydar emmi. “Doğru ya.” Sonra elini Hasan’ın omzuna koyup “Ee de bakim bu sene ne alıcan gazanduğuna.” Mustafa “Ne alım Haydar emmi, okul masrafımı çıkarabilirsen eyi.” Haydar Emmi gafasını aşağı yukarı sıkıntılı sıkıntılı salladı. “İnşallah, inşallah. Fındıkta eyi bu sene. Hele yörü bakalım. Ben de yukarı mahalliye gidiyum.”
Mustafa bir yol arkadaşı bulduğuna sevinmişti ki “kime gidisun emmi?” diye sordu. “İlyasgile gidiyum. Üç beş güm birbirimize adam edelim dicem. Çocuklar bu sene geç gelecekler. İşten izin alamamışlar. İlyalgilin bahçası çökekte gali. Geç oli unların ki olana gadar bizimkini toplaruk sana yingen gidemese de ben çocuklarıma gider verürüm adamlarını. Ben de ameliye vericek para yok. İlyas da benden halli değil. Birbirimize çare olalım dicem.”
Sakin bir yüz ifadesiyle “anladım” dedi Mustafa ve üzgün bir sesle ekledi. “Arziye yingem hasta hala. He Haydar emmi olum yaşlanduk bir artu bundan sona eyilik bize uğramaz” dedi bastıra bastıra.
Konuşmalarını aşağıdan gelen bir kamyon sesi böldü. Dönüp baktılar. Epey yüklü görünüyordu kamyon. “Bu Cavit’in kamyonu. Tanuduk ne de olsa” deyip yüküne aldırış etmeden el etti Haydar Emmi. Kamyon ağır ağır hızını kesti. Birkaç metre ilerilerinde durdu. Hızlı adımlarla kamyona yaklaştılar. Camdan başını uzatan Cavit’le selamlaştılar. Haydar emmi nereye gittiklerini sordu. Yukarı mahalleye cevabını alınca “Eyi. Bizi de at madem” dedi. Şoför mahallinde bir kıpırdanma oldu. Genç bir delikanlı gel emmi ben kasada giderim, kapıyı açıp aşağı inecekti. Haydar emmi bir el hareketiyle durdurdu onu. “Dur yenim dur enme bu socakta bunalurum ben urda sen otur” dedi.
Önce Hasan çıktı kamyonun kasasına. Kamyonun durmasıyla ne oluyor diye ayağa kalkıp bakan birkaç kişi de ona yardım etti. Başlarıyla birbirlerine selam verdiler. Sonra Haydar emmi çıktı ama biraz zahmetli oldu onun çıkışı. Kolundan bacağından tutup çekenler en az onun kadar yoruldu. Bu zahmetli iş bitip kendisini kamyonun kasasına atmayı başaran Haydar emmi kızarmış yüzüyle derin derin nefes alıp zor hal “selamun aleyküm, hoş geldiz, hoş geldiz” diyebildi.
Şoförün sesi duyuldu “tamam mı?” birkaç kişi hep bir ağızdan “tamam tamam devam et” dedi. Kamyon gürültülü bir ses çıkarıp hareket etti.
Haydar emmi derin bir nefes alıp şöyle bir etrafına bakındı yeniden “hoş geldiz” dedi. Hasan da hoşladı gelenleri.
Kamyonda çocuk büyük on beş kişi kadar vardı. Kadınlar yere serdikleri kilimlerin üstüne oturmuş üç dört yaşlarında görülen iki çocuğu kucaklarına almış sarsıla sarsıla giden kamyonda sıkıca tutmuşlardı. Erkeklerin çoğu ayakta sırtlarını kasaya dayamış, elleriyle kasanın kenarını sıkıca kavramış ilgiyle çevreyi seyrediyorlardı. İçlerinde yaşlıdan gence çocuğuna kadar birçok yaştan insan vardı. Hasan’ın gözleri kendi yaşlarında olduğunu tahmin ettiği bir gence gelince durdu. Bir süre sessizce bakıştılar.
Haydar emmi’nin “nereden gelisuz ağalar?” sorusuyla sessizlik bozuldu. Bakışlar ondan yana çevrildi. İçlerinden en yaşlı olanı anadilinin verdiği bir gırtlakla “Mersin’den ama esasen Şırnaklıyık” cevabını verdi ve eliyle yarım bir ay çizip “hepimiz akrabayık” dedi. Tek tek oradakilerin neyi olduğunu adlarıyla birlikte anlattı. En son “Benim adım da Yusuf ama bana herkes Halo der” dedi.
Hasan bir an Mersin ve Şırnak’ın haritada nerde olduğunu hatırlamaya çalıştı, “uzak” dedi içinden.
Halo anlatırken Haydar emmi de başını aşağı yukarı sallayıp, “he, öle mi, anladım” gibi laflar ediyordu. Bir süre lafladı iki ihtiyar. Haydar emmi “Ağa ba müsaade gidicem yer okarda” deyince kestiler sohbeti. Ardından “Hasan olum hele dede sapakta dursun Cavit” dedi. Hasan kasanın ön tarafına doğru tutuna tutuna ilerleyip durması için Cavit’e seslendi. Az sonra kamyon yavaşlayıp durdu. Haydar emmi kamyondan ağır usul inerken “Haydi sağlıcakla kalın, işiz rast gelsin” dedi. Kolunu kaldırıp eliyle kalanları selamladı. “Sağol Allah razı olsun” sesleriyle birlikte birçok elde onun kalkan eline karşılık verdi. Kamyon yoluna devam etti. Yukarı mahalleye geldiklerine kamyon durdu. İşçiler de meraklı bir kıpırdanma oldu. Hasan kamyondan indi. İşçilere çalışacakları eve geldikleri söylenince onlar da bir bir inmeye başladı. Hasan selam verip ayrıldı. Ercan ağabeylerinin evine gitmeden köy bakkalından nenesine haber etmesi için Meryemlere telefon etti. Birkaç tane şekerli sakız alıp cebine koydu. Ercan ağabeylerine vardığında kapıyı evin küçük oğlu Hüseyin açtı. Ardından Zehra ablası göründü.
Zehra Hasan’ın hem köylüsü hem de akrabasıydı. Hasan’la iyi anlaşır, Hasan onlarda kaldığı sürece ev halkından ayrı tutmaz, rahat ettirmeye çalışırdı. Ne eyiydi Zehra ablası Hasan’ın.
Gülen bir yüzle karşıladı Hasan’ı Zehra. “Hoş geldin Hasan, gel gir içeri” dedi. Hasan hoş bulduk abla deyip lastiklerini ayağından çıkardı. Bakışlarını annesinin arkasında duran biraz utangaç ama sevinçli gözlerle ona bakan Hüseyin’e çevirdi. “Ne haber
Büyük oğlan İsmail mutfakta Ocak başında oturmuş elindeki bıçakla bir dal parçasını yontmaya çalışıyordu. Bunu gören annesi “Ula ben sa elinde bıçak görmicem demedim mi?” diyerek hızlı adımlarla ocak başına yöneldi. Hüseyin’in elinden bıçağı alıp kolundan tutup kaldırdı. Poposuna yumuşak bir şamar atıp “Geç bakim, Hasan abiyi hoşla” dedi. Kendi de yere bir çul atıp oturdu.
Sedire yaklaşan İsmail’e fırsat vermeden kucağındaki Hüseyin’i sedire oturtup “hoş bulduk İsmail, hoş bulduk” deyip dizini gösterdi. “Gel bakayım” dedi. Çocuğu öpüp dizine oturttu. Cebinden şekerli sakızları çıkarıp çocuklara verdi. Bir tane de Zehra ablasına uzattı. Ercan abisini sordu. “Ercan abin atları nallatmiye gidi birazdan gelir” cevabını alınca başka konulara geçtiler, lafları biraz sürdü. Ardından Zehra’nın ocaktan yeni indirdim dediği pancar döşemesi ve fasulye turşusu kavurmasından birer sağan yediler, sonra da Zehra koca bir tabakta yoğurtlu pekmez getirdi, onu da yediler.
Çocuklar oynamak için dışarı çıkmaya hazırlanırken babalarının annelerine seslendiğini duydular. “Babam gelmiş” deyip kapıya koştular. Hızla lastiklerini giyip babalarına doğru koşmaya devam ettiler. Annelerinin arkalarından bağırıp atlar için onları uyarmaya çalışsa da nafileydi duymadılar ama babalarının atlarla çocukların arasına girip yorgunluğunda verdiği bir sesle onları azarlaması, koşmayı bırakıp oldukları yerde durmalarına yetti. Babaları atları ahıra götürüp bağladı. Zehra ve Hasan güneşlikte durmuş Ercan’ı izliyor yardım edebilecekleri bir şey var mı kestirmeye çalışıyorlardı. Ercan “Zehra atlara biraz su ver. Benim gendime bile hayrım galmadı. Yorgunluktan ölüyom” deyince Hasan araya girdi. “Sen dur abla ben sularım” dedi. Sesi duyan Ercan başını evin kapısından yana çevirdi. Lastiklerini giymeye çalışan Hasan’ı gördü. Yüzünde yorgun ama aydınlık bir ifade belirdi. “Geldin mi Hasan, hoş geldin” dedi. Hasan “hoş bulduk abi, geldim” dedi. Ercan “Valla çok yoruldum Hasan. Adım atacak halim galmadı.” “Ben şimdi sularım abi sen dinlen” diyen Hasan ahıra, Ercan musluğa yöneldi.
Zehra babalarının arkasından gelen çocuklara “Haydi oynayın, siz babaz yorgun uğraşamaz şimdi sizle” deyip savdı.
İşleri bitip içeri geçtiklerinde hal hatır sordular, lafladılar. Ercan yemeğini yemeyip dinlenmek için sedire uzandı. Hasan da oyun oynayan çocuklara katılmak için dışarı çıktı.
Akşam serinliğinin düşüp günün akşama evrilmesiyle bir sakinlik çökmüştü mahalleye. Bu sakinliği bozan tek şey yukariki büyük harmandan gelen neşeli çocuk sesleriydi. Güneş huzmeleri rüzgârın yapraklarını dalgalandıran ağaçlar arasından batmadan önceki son gösterisini yapıyordu sanki. Hasan bir süre bu görüntüyü ağır ağır adımladığı yolda keyifli bir tebessümle izledi.
Çocukların şen sesleriyle çınlayan harmana vardığında yamalı bir lastik topun peşinde koşturan kalabalık çocuk grubunu seyretti bir süre. Gözü harmanın başında oturmuş kendi gibi top oynayan çocukları izleyen başka bir çocuk grubuna ilişince onlardan yana yürümeye başladı. Uzaktan tanıyamadığı bu çocukların yaklaştıkça kamyonda birlikte geldiği çocuklar olduğunu gördü. Oturan çocukların da Hasan’ın kendilerine doğru geldiğini görmüş çekingen ve meraklı bakışlarını Hasan’a çevirmişlerdi. Gözlerini Hasan’dan ayırmadan Hasan’ın anlamadığı bir dilde kendi aralarında bir şeyler konuştular. Hasan yanlarına gidip gitmeme noktasında kararsız kalınca birkaç metre yakınlarında, top oynayanları görebileceği bir yere çimenlerin üstüne oturdu. Hiç konuşmadan orada birbirlerine attıkları kaçamak bakışlarla top oynayanları izlemeyi sürdürdüler. Sessizlik içinde geçen yarım saatin ardından bir kadın sesi duyuldu. Çocuklardan Hasan yaşlarda olanı söylenene cevap verdi. Ardından yanındakilere bir şeyler söyledi. Hasan onlara seslenen kadının belki de anneleriydi ne söylediğini çocukların oturdukları yerden kalkıp kadına doğru yürümelerinden ancak tahmin edebildi ve kendilerinin de artık eve dönmelerinin vaktinin geldiğine karar kıldı. Ayağa kalkıp Hüseyin’le İsmail’e oyunu bırakıp kendileriyle eve gelmelerini söyledi. Hüseyin küçük olduğu için hep kale bekliyor olmaktan zaten sıkılmış olduğu için ikiletmeden Hasan’ın yanına geldi. İsmail’e ise oyunu bıraktırmak biraz uğraş istedi.
Patikadan araba yoluna doğru inerken birinin Hasan diye seslendiğini duydular. Hasan durup arkasına baktığında İdris emminin gelinini yanında iki kadın ve de biraz önce harmanda oturan çocuklardan büyük olanla ellerinde su kaplarıyla onlara doğru geldiğini gördü. Bekledi. İdris emminin gelini Songül “Hasan sa rasladum eyi oldu. Bizim ameleleri su gapısına gadar götür gözü sevim. Evde işim çok” dedi. Hasan “tamam” deyince Songül “sağolasın” deyip evin yolunu tuttu. Hasan da Hüseyin, İsmail ve işçilerle patikayı inmeye devam etti. Araba yoluna geldiklerinde İsmail ile Hüseyin’i eve gönderdi. Kalanlar da ters yöndeki puğanın yolunu tuttu. Bir süre sessizce yürüdüler. Hasan aşağı yana sapan büyük bir patikanın başına geldiklerinde durdu. İçlerinde yaşça en büyükleri olduğunu düşündüğü kadına dönüp “yince buradan sapucuk, puğar acuk aşşada. Emme daşlar kayabülür basarken, dikkatli basın” dedi ve dikkatli adımlarla yürümeye başladı. Yaşça en büyük olan kadın Hasan’a puğarla ilgili birkaç şey daha sordu ve laf uzadı. Hasan yanılmadığının kadının yanındakilerin onun çocukları olduğunu, ananın adının Gülşen; kızının Zelâl, oğlanın da Welât olduğunu öğrendi. Hasan da kendi adını aslında bu köylü olmadığını onlar gibi çalışmak için geldiğini anlatınca birbirlerine daha bir tanıdık daha bir sıcak geldiler.
Puğar görününce Hasan başıyla işaret edip “Aha geldük” dedi. Eğilip puğarın içine baktı. Puğar dibine vurmuş dedi kendi kendine. Başını puğardan çıkarınca ne yapacaklarını bilmeden ona bakan üç çift gözle karşılaştı. Hasan eğilip yeniden puğara baktı. Ardından Welât eğilip baktı. Hasan Zelâl’in elindeki telli tenekeyi istedi. Anaya belindeki kuşağı verip veremiceni sordu. Ana çözüp verdi. Kuşağı tenekeye dolayıp bağlamaya başladı. “Gışın köyde ihtiyarlar dışında galan olmi. Borulara galaz malaz gaçıp tıki yoksa çeşme var herkesin gapısında. Su kesik şimdi. Yaparlar herhalde emme yapılana kadar böle puğar gapıları boş galmaz. Puğarda olmasa köy hep susuz galur” dedi.
Kuşağı tenekeye iyice bağladığı kanaatine varınca Welât’a dönüp “Şimdi ben suyu çekip tenekeyi sa verim. Sende bidonlara boşalt” dedi. Welât başını sallayıp “tamam” dedi, işe başladılar. Hasan dizlerinin üstüne çöküp bir eliyle puğarın kenarından göz alıp iyice eğildi puğarın içine. Puğarın taşına çarpan sürüklenen tenekenin sesi yeniden yeniden işitildi. Hasan yoruldu Welât geçti yerine. Velhasıl kablar dolduruldu. Derin bir nefes aldılar. Hasan yol ayrımına gelene kadar kabları taşımalarına da yardım etti vedalaşıp ayrıldılar.
Ertesi gün harmanda gene karşılaştılar. Bu defa kimse çekingenlik duymadı. Mustafa tereddüt etmeden yanlarına gidip oturdu. Welât kardeşleri amcaoğluyla tanıştırdı Hasan’ı. Konuştukça daha bir tanışık daha bir yakın geldiler birbirlerine. Bir sonraki gün ise köyün eteklerinde ve güneye bakan yüzünde hasat başladı. Büyüğünden küçüğüne bir telaş bir acele ama en çok da kadınlarda sabahın beşinde kalkıp inerlerin altını uyduruyor, yollarını veriyor, sütünü sağıyor. Bahçeye gidecek yemeği hazırlayıp bohçalıyor. Karınlarını doyurup bahçeye yolcalıyor, durmuyor ekmek pişirip yeniden pişecek yemeğin telaşesi durmuyor puğar gapılarında su taşıma telaşesi. İş, iş, iş… Boş duracak bir dakikası yok. Öyle oturup biraz laflayalım demek yok. Ayaküstü birkaç laf eden de bacım bu ay abiş gubiş ayı, laf zamanı değil deyip işinin yolunu tutuyor.
Aynı telaş Zehra’nın da başında. İsmail’i su taşırsın bi yardımı dokunur diye kaynanasının yanına katıp bahçeye gönderdi. Hüseyin’in de kendince evde görevleri var. Bazen annesinin peşinde su kapısında. Bazen bakkal yolunda bazen güçlükle sürüklediği birkaç odunu annesine yetiştirme telaşında. Hüseyin’in bu halini görüp de “Ula sen büyüdün de adam mı oldun?” deyip laf atana da cevabı hazır. Kendine büyümüş havası verip gene büyüklerden duyduğu “Bu ay abiş gubiş ayı” lafını yapıştırıp gülmelere aldırmadan kendince sert adımlarla işinin yolunu tutuyor.
Hasadın başlamasının ikinci günü atları hazırlayıp Ercan önde Hasan arkada daha sabah çiği kalkmadan yola düştüler. Gidecekleri bahçe biraz uzaktı ama at yolu iyiydi. Gidip gelirken çok yorulmayacaklardı.
Bahçenin başına vardıklarında Ercan durdu. Ses dinledi, istediği sesi alamayınca “Hurşiiiit ula Hurşiiiit” diye seslenmeye başladı. Birkaç seslenme sonunda “Ercaaan ula aşşa gel aşşa” diyen bir ses duydular. Patikayı takip edip bahçe aşağı inmeye başladılar. Üç beş dakika öyle yürüdüler. Patikanın gıyısına çömelmiş onları bekleyen Hurşit’i görünce selamlaştılar. Hem laf edip hem de fındık toplayanların yanına doğru yollarına devam ettiler. Yanlarına vardıklarında çalışanlarla selamlaşıp “kolay gelsin” dediler. Hurşit taşımaya nerden başlanacağını göstermek için bahçenin içine doğru ilerledi, Ercan da arkasından. Hasan atların başında durup gelecek haberi bekledi. Bir süre ses çıkmayınca patikanın kenarındaki bir ocağın dibine oturup fındık toplayanları seyretmeye başladı. Beş dakika geçti geçmedi Ercan’ın sesiyle oturduğu yerden kalkıp atlarla birlikte Ercan’ın yanına gitti ve Hasan’ın yaz işçiliği böylece başladı.
İlk günlerin hamlığını kısa sürede üstünden attı ama sıcak günlerde dik yokuşlarda at peşinde döktüğü ter yağmur yiyip ağırlaşan çuvalların ata yüklenmesindeki zorluk yapışkan cilim çamurda nefes nefese kalıp bata çıka ilerlediği günlerin eziyeti de az değildi. Yorgunluklarından biraz da olsa sıyrılabildikleri günler akşamüstleri Welât ve diğer çocuklarla harmanda buluşup oyunlar oynadılar. Oyun oynamaya ferleri yoksa lafladılar. Welât Hasan’ın nenesini köylerini ne kadar çok sevdiğini. Ağabeylerini, ablasını, anne ve babasının başına gelenleri ve tabiî ki tabip olmak istediğini öğrendi. Hasan da Welâtların bir zamanlar içinde balıkların oynaştığı buz gibi pınarların ballı incirlerin armutlarının olduğu büyük bir yangın sonrası kül ve harabeye dönen köylerini ve sonraki göç hikâyelerini dinledi. Bu kadar büyük bir yangının çıktığı kaynaklar olup da yangını söndürememelerine akıl sır erdiremedi. Bunu Welât’a sorduğunda Welât’ın gözlerinde acı ve kararsızlıkla dolaşan gölgelerini gördü. Sormaması gereken bir soruyu sorduğunu anladı sustu. Sıkıntılı bir hâl aldı akşamüstü. Hüseyin’in gelmesi ve “Hasan abi yemek yicük haydi” demesi vaktin geç olduğunu, ayrılma vaktinin geldiğini gösteriyordu. Oturdukları yerden usulca kalkıp “görüşürüz” deyip ayrıldılar.
Hasan patikaya aşağı inerken kendini Welât’ın yerine koydu. Gidecek bir köyleri bile yoktu Welâtların. “İyi ki anne babaları var” dedi üzüntüyle. Ya onlar da olmasaydı. Welât’ın Hasan’ın anne ve babasının öldüğünü öğrendiğinde gözlerinde görülen kederden daha az bir keder değildi yüreğinde duyduğu. Hasan da bir nevi sürgün değil miydi. Aynı göğün altında ortak bir kadermiş gibi karşılarında durmuyor muydu yoksullukları. Bu kadar çokken neden bu kadar yalnızlardı?
Yolcu dedi ki
Sırtlarda dolanıyordum
Sarp kayalarda
Geldim
Çağrısını aldım ve geldim
Coşkun bir hali vardı yolcunun
Biraz heyecanlı biraz panik hatta
Bilinmez bir fırtınaya yetişmek ister gibi acele
Çöl esintileriyle savrulan kumların arasından
Çıkagelen bir serabın sureti gibi belirsiz
Geldi ve gitti
Ondan öncekilerde gördüğüm
Bir esmerlik vardı alnında
Ellerinde nasır
Dedi ki
Sırtlarda dolanıyordum
Sarp kayalarda
Yeşilin dünyasına dalmıştı gözlerim
Çağrısını aldım
Ve geldim
Gitmişti
İzine düştüm
Islak yollarda, çimenlerde
Zirvelerinde, rüzgarda bıraktığı izine
Sordum hep sordum
Gitti dediler
Yüzyılların yüküyle
Geçip gitti
Ama izlerini bıraktı sana
Yönü güneşe doğru olan izlerini
Sonra kimileri
Gizi var deri bu izlerin
Biz çözemedik
Her bilirkişi de çözemez kanımızca
Yüreğinde taşımalı
Ve bunun farkında olmalıymış
Bu gizi çözebilecek insan
Bunun sırrına
Özüne döndükçe erebilmiş ancak
Özündeki gerçekliğe.