Gocuğunun önünü başlığını iyice kapatmış bir adam telaşlı insan kalabalığı içinde yağan yağmur gibi ağır ağır atıyordu adımlarını. Akşamın karanlığını daha bir derinleştiren rüzgar ruhunda, uğuldayan bir sese dönüşüyordu. Çaresizliği son günlerde nasıl da öfkeli nasıl da tahammülsüzleştirmişti onu.
Oysa ne çok mücadele ediyor ne çok tekrarlıyordu kendine. Yoksullukları, her sabah kapısından çevrilme ihtimalinin korkusuyla gittiği fabrika önündeki tedirginliği ne kendinin ne de karısı ve çocuklarının suçuydu. Bunca eziyetli çalışma karşılığında bir gün eve eli kolu dolu gidebilse. Karısının çocuklarının kapının ardındaki aydınlanan yüzünü bir görebilse… Bunları düşünürken bedeni daha bir ağırlaşıyor, bacakları daha bir güçsüzleşiyordu.
Karışan tanımlar beyninde dönüp duruyor onlarla beraber odamın da başı dönüyor kafatası beynine dar geliyor hissiyle ateşler içinde yanıyordu. Midesindeki bulantının açlığından mı yoksa çaresizliğinden mi olduğunu ayırt edemiyordu. Ayırdına varamadığı o kadar çok şey vardı ki. Mutluluk neydi mesela; tanımının sınırları ne kadar daralmıştı. Yakacak sıkıntısı olmadan geçirilecek bir kış. Sevdikleri yemeklerle doyulup kalkılan bir sofra, borçsuz bir yaşam. Sevdiklerinin gözlerinde gördüğü mutluluk pırıltıları mı? Sahi çocuklarının gözlerine en son ne zaman bakmıştı? Gözbebeklerine dek işleyen sevinç ve coşkuyu şen kahkahaları içinde ne zaman görmüştü? En son ne zaman sıkıca göğsüne bastırmıştı huzurla onları.
Sabri’nin, Naci’nin, Zeynep’in gözlerini düşündü. Bunaldı birden hatırlayamadı. Zihninin bir oyunu olmalıydı. Kalp atışları hızlandı. Selma’yı düşündü, on yıldır aynı yastığa baş koydukları karısını. Şimdi kendilerine benzettikleri gecekondularının küçük penceresinin ıslak camının arkasında durmuş dalgın gözlerle yolunu gözlüyor olmalıydı. Caddenin yoksul mahallelerine açılan yol sapağına gelince durdu. Gözlerini kapatıp yüzünü yağmura bıraktı. Yüzüne düşen damlalar başındaki ateşi dindirmeye kalbindeki daralmayı hafifletmeye yetmedi.
Gocuğunun başlığını açtı. Yağmurun saçlarının dibine dek inen serinliğini hissedinceye kadar öylece kaldı. Elini pantolonunun cebine, paralara götürüp çıkardı. Bir kâğıt onluk ve bozukluklar. Kâğıt parayı yarın için karısına bırakacaktı. Cebine geri koydu demirleri saymaya başladı. Evdekilere birer gofret almayı geçirdi aklından, vazgeçti. En azından dört ekmek parası ederdi ve tadına varamadan da biterdi. Bu parayla şöyle doyumluk ve sevinecekleri ne alınabilirdi, bulamadı. Keyfi kaçtı yeniden yürümeye başladı.
Evlerinin olduğu sokağa sapmadan ekmek alması gerektiği aklına geldi. Yönünü bakkala çevirdi. Bakkalın önündeki dolaptan ekmek alıp içeri girdi. Selam verip ekmekleri uzattı. Adamın selamını alan bakkal sahibi ekmekleri poşete koyarken adam da göz ucuyla raflardaki malzemeleri ve etiketlerini süzüyordu. Gözüne büyük paketler halinde sıralanmış bisküviler çarptı. İyice yaklaşıp fiyatlarına baktı. Elindeki parayı saydı. Kaymaklılara parası yetmiyordu ama ekmeğin birini bırakırsa sade bisküvilerden bir paket alabilirdi.
Tezgâhın arkasında durup onu izleyen satıcıya döndü, belli ki o da durumu fark etmişti. Adam başındaki sıcaklığın yeniden arttığını hissetti. İçinde üç sıra halinde sade bisküviler dizilmiş paketlerden birini alıp satıcının arkasında durduğu tezgâha bıraktı. Torbadaki ekmeklerden birini çıkarıp dolabına geri götürürken satıcı bir şeyler diyecek oldu. Nasıl bir tepkiyle karşılaşacağını bilemediğinden lafı ağzında yarım kaldı. Ekmeği dolaba geri bırakıp gelen adam cebindeki bozuklukları çıkarıp saydıktan sonra tezgâha bıraktı. “İyi akşamlar” deyip çıktı.
Dışarının serinliği ve elinde evdekileri sevindireceği bir şeyin olmasından verdiği iç rahatlığıyla hızlandırdı adımlarını. Evin kapısını Selma açtı. “Hoş geldin” dedi kocasına. “Hoş bulduk” dedi adam. Kimin geldiğini merak eden çocuklar göründü annelerinin arkasında. Babalarını karşılarında bulunca çekingen bir gülümseme yayıldı yüzlerine. Adam içeri girip ayakkabılarını çıkardı. Olanca yorgunluğuna rağmen gülümseyip elini ekmek poşetinin içine daldırdı. Bisküvi paketini çıkarıp çocuklara “Bakın size ne aldım” dedi. Çocuklardan en küçüğü sevinçle ellerini çırptı. Bisküvi paketini kucaklayıp odanın ortasına kurulmuş belli ki oturmak için babanın beklendiği sofraya götürdü. Büyük olan çocuk da babasının elinden ekmek poşetini aldı. Adam montunu çıkarıp duvardaki çiviye astı. Elini yüzünü yıkayıp kurularken Selma’ya bir şeyler anlattı.
Çocuklar sofraya oturmuş sabırsız gözlerle bisküvi paketine bakıp anne ve babalarının gelmesini bekliyorlardı. Nihayet baba geldi. Anne de elinde çay bardaklarıyla dolu bir tepsi ve büyükçe iki boş tabakla göründü. Üç gözlü tüplü ocağın üstündeki tencerede getirilince artık yemeğe başlamaları için pek bir engel kalmamıştı, önlerinde ekmekler parçalandı, çaylar dağıtıldı tenceredeki soğanlı patates kavurması, açılan bisküvi paketi tabaklarına yerleştirildi.
Anne “önce yemek” dedi. Çocuklar gözlerini bisküvi tabağına dikmiş olsa da çaresiz patates kavurmasına kaşık salladılar. Aç oldukları ve patates çorbasındansa kavurmasını hele de yanında şekerli bir çay da varsa daha bir sevdiklerinden iştahla yemeye başladılar. Patates kavurması bitip sıra bisküviye geldiğinde eller daha bir istekli gitti tabağa. Çaya batırılıp yumuşatılan bisküviler düşmeden ağza yerleştirilmeye çalışılırken anne ve babalarının buruk sevinçlerine keder karışmış bakışlarla onları izlediklerini görmediler bile…