Urfa’nın sıcak iklim koşulları dolayısıyla düğünler genelde akşam vakti yapılırda. Yine öyle bir düğün gecesiydi. Delâl camda oturmuş uzaktan gelen davul-zurna sesi eşliğinde bir türkü tutturmuştu derinden ve içten.
Hayaller kuruyordu geleceğe dair; “Acaba ben ne zaman evleneceğim?”, “sevdiğim insanla evlenmeme izin verecekler mi?” gibisinden can sıkan hayallerdi bunlar. Sevdiği birisi olmasına rağmen bunu daha kimseye söyleyememişti. Belki daha zamanının gelmediği fikrini taşıyordu.
O gece yaşlı anasıyla evde tek başlarına kalmışlardı. Evin tek kızıydı, üç tane abisi vardı ve onlar da babasıyla beraber düğüne gitmişti. Anası Döne, uzun bir süre önce sessiz bir şekilde uykuya dalmıştı. Gözkapaklarının ağırlaşmasından uykusunun geldiğini anlayıp, yatmak için odasına doğru gitti. Belli ki anasını uyandıracak bir hareket yapmak istemiyordu. Üstünü değiştirip yatağa girdi ve kısa zamanda derin bir uykuya daldı.
Uykusu fazla uzun sürmemişti ki evden gelen sese irkilerek uyandı ve kalkıp sesin geldiği salona geçti. O sırada çıkan sese anası da kalkmıştı. Sesin mutfaktan geldiğini düşündüler ve mutfağa girdiler. Camdan kedinin kaçtığını gördüklerinde ise durumu anlamışlardı. Camı kapatıp tekrar odalarına doğru geçtiler. Havaların sıcak olmasından dolayı Delâl yattığı odanın pencere camını açık bırakıyordu. Yaz akşamlarının ılık meltem esintileri insanı yatmaya zorluyordu. Sanki Delâl bundan dolayı camı kapatmıyordu ve adeta kendi “ipini” hazırlamıştı.
O gece camın altında avını bekleyen bir kurt, vahşi bir “insan” duruyordu. Bu vahşi kişi insanlığın yüz karası olmaya hazırlıyordu kendisini. Delâl’in sevdiği çocuğu kıskanan ve okul yaşamlarında her gün kavga eden, bu şekilde birbirine düşman olan Ali ve Metin’in düşmanlığının cezasını Delâl mi ödeyecekti? Ali, Delâl’i her gördüğü yerde gözleriyle süzer, pis pis bakardı. Delâl bunu ilerleyen zamanlarda fark etmişti ama kimseye söyleyemedi. Delâl bilebilir miydi ki az sonra başına gelecekleri? Bilemeyecekti elbet… Ve bu yüzden o camı kapatmamıştı.
Pencerenin altında bekleyeli uzun bir süre olmuştu. Sanki her şey bu gece yaşanacak olanlar için hazırlanmıştı! Daha fazla zaman kaybetmek istemiyor, içi içini yiyordu. Ama yapacağı şeyin sonucunu ve nasıl bir bedel gerektirdiğini düşünemiyordu. O sadece bir anlık zevk ve intikam olarak görüyordu Delâl’in bedenini. İşte bu yüzden ondan sonra olacaklar umurunda değildi. Heyecandan kudururcasına yavaş yavaş pencereye tırmanmaya başladı.
Delâl derin bir uykudaydı. Küçük bir bebek yatağında nasıl tatlı tatlı uyuyorsa ve ona dokunup uyandırmaya kıyamıyorsa insan, işte Delâl’de aynen bu şekilde narindi. Belki şu anda sevdiği çocukla ilgili ya da daha farklı içinde güzelliklerin olduğu rüyalar görüyordu. Ama içine bu şekilde bir intikam duygusunu yerleştiren vahşi bir kişi bunları nasıl düşünebilirdi ki? Gerçekten bu duyguları anlayabilir miydi? Düşünse düşünse Delâl’e tecavüz edip de Metin’den intikam almış olabileceğini düşünürdü.
Şimdi kafasında olan tek şey vardı, o da Delâl’e tecavüz etmek… Artık bu emelini gerçekleştirmesine bir “engel!” yoktu… Sessizce odaya girmiş kafasındaki düşüncelerden kurtulmuş, Delâl’in başucuna varmıştı. Delâl’in ağzını kapattı elleriyle. Delâl bu temasla bir anda uykudan uyanda ve gözleri çakmak gibi olmuş, gördüğüne inanamıyordu besbelli ki. O anda “başına gelecekleri” anlamıştı” hayatının en güzel yılları bu aşağılık yüzünden yok olacaktı. Hayalini kurduğu bütün güzellikler bu sefer de bu biçimde yarım kalmış olacaktı. Delâl direnmeye, bağırmaya çalışsa da bir faydası olmuyordu. Çığlıklarını sadece kendine duyurabiliyordu. Karşısındakinin iriliğine rağmen direnip gürültü çıkartmak istese de başaramıyordu bir türlü.
Bu kişi insan olamazdı… Bu resmen kana susamış bir canavardı. Bütün duyguları bu düşünceye daldığından beri körelmiş bir kişi insan olabilir miydi? On, on beş dakika sonra geldiği gibi hızla kaçıp gitti. Arkasında ise tüm hayalleri, umutları yıkılmış genç bir kadın kalmıştı. Delâl sanki çıldıracak gibiydi. Gözleri sadece kapıyı görüyordu. Bir süre sonra, derin derin ağlamaya başladı. Ağladı, ağladı, ağladı… Ta ki gözlerindeki yaşlar kuruyana kadar.
Yakın zamanda 19 yaşına girecek olan, güzel mi güzel bir genç kızdı Delâl. Bu yaşta bir genç kadın umutları yıkılmış bir vaziyette yatağına gömüldü. Ailesinin geri düşüncelerinden dolayı okulu bırakmak zorunda kalmıştı. Onlara göre genç kız dediğin evde oturur, evin temizliğini yapar günü geldiğinde evlendirilir ve kocasına hizmet eder! Evet bu düşünce yapısı hakimdi genelin bir kısmına ve ne yazıktır ki dünyanın bir çok bölgesinde bu gibi düşüncelerin varlığı hala sürüyor.
Yatağa gömüldüğünden beri düşünüyordu. Her şeyi bir bir kafasından geçirip; “Ne yapabilirim?” sorusuna cevap arıyordu ve bulamıyordu. Ama biliyordu ki “töre” gerçekliği vardı. Bu yüzden bu olayı anlatıp anlatmamakta kararsızdı. Eğer söylerse yaşamının geri kalanına (töre) ailesi karar verecekti (tıpkı bu yaşına gelene kadar olduğu gibi) törenin vereceği karar ise; “ya tecavüz edenle evlenecek, ya da…”
Doğru ya! Herkes Delâl’in suçlu olduğunu söyleyecekti. Çünkü kadındı! Çünkü kadın olmanın bile bir suç olduğu dünyada, Delâl kimlere neler söyleyebilecekti? Düzenleri, sistemleri kadının suçlu karar verecekti. Delâl karşısındakini tahrik etmeseydi bu olmazdı! Ya da kendisi çağırmıştır olduğuna gibisinden bir sürü düşünce hâkimdi hem yasalarında hem de “töre”lerinde. Delâl ne söylerse boş olacaktı, dinlemeyeceklerdi onu ve kararını verdi söylemedi. Ağabeyleri ve babası gelmişlerdi eve…
Sabah kahvaltıda Delâl’in yüzündeki solgunluğu fark etmişlerdi. Delâl ise; “hasta olduğunu” söyleyip durumu geçiştirdi. Ama nereden bileceklerdi ki Delâl’in yüreği yangın yeri! Delâl’i evde en çok anası seviyordu tek kız diye. Ama ona da söyleyemezdi hiçbir şeyi, söylerse ne olacağını tahmin ediyordu. Bugün Metin’le buluşacaktı fakat hasta olduğunu söylemişti ve evden nasıl çıkacağını düşündü. Anasına; “yarım saatliğine Ayşe’lere gidip geleceğini” söyledi. Anası hasta olduğunu söyleyip karşı çıksa da, Delâl zorladı ve zor da olsa çıkabildi.
Dere kenarına, buluşacakları yere vardı ve oturdu; dalgın dalgın derenin akışını seyre daldı. O sırada arkadan yavaş yavaş Metin geliyordu ve yaklaşıp Delâl’in gözlerini kapatmasıyla Delâl o gece yaşananları hazırlayıp bağırmaya, ardından da ağlamaya başladı. Oysa Metin birçok defa yapmıştı ama ilk defa bu şekilde bir durumla karşılaşıyordu. Ne kadar çok bağırıp sesini duyuramadıysa aynı durum şimdi tekrarlanmıştı. Ama bu sefer sesini belki birçok kişi duymuştu.
Metin hemen ön tarafa geçip Delâl’e sarıldı ve anlamıştı ki kötü bir şeyler vardı. Birbirlerini o kadar çok seviyorlardı ki şimdiden bir sürü şey hazır gibiydi. Gerekirse “töre”nin karşısına geçeceklerdi evlenmek için. Metin dere kenarından biraz su getirip Delâl’e içirdi ve yüzünü yıkadı. Yaşadığı şoku halen atlatamamıştı Delâl. Ancak bir süre sonra gelebildi kendine. Şimdi Metin bir sürü soru soracak, ne cevap verecekti? Ama emin olduğu bir nokta vardı, o da; onu bir tek kişi anlayabilirdi. Ve bu yüzden ona her şeyi anlatmayı istiyordu. Metin; “Ne oldu, niye bağırdın, abinle bir sorun mu oldu?” vb. vb. bir sürü soru…
Oysa bugün daha başka şeylerden, güzel şeylerden bahsedeceklerdi. Ama insan evladının yaşamında her an bir şeyler oluyordu. Kimi iyi kimi kötü. Delâl anlatmaya nasıl başlayacağını bilemiyordu. Tam anlatacağı sırada tekrar ağladı, boğazlı düğümleniyordu. Bu durum nasıl anlatılabilir ki?
Onlar dere kenarında konuşurken bilmedikleri bir şey belki onları bu yüzden daha farklı şeylere itecekti. O gece bir genç kızın tüm güzelliklerini elinden alan vahşi canavar bu durumu ailesinden gizlememiş ve anlatmıştır. Ailesi Delâl’lerin evine gitmişti. Ali yaşanan tecavüz olayını; “karşılıklı ilişki” olarak anlatmış ve Delâl’in “kendisini çağırdığını” söylemişti. Delâl’in anne ve babası anlatılanları hayretle, gözleri fal taşı gibi açılmış bir vaziyette dinliyorlardı. İnanmak istemiyorlardı bu duruma.
Delâl ve Metin ise bu durumu bilmiyorlardı. Delâl zor da olsa her şeyi sonuna kadar anlattı. Metin anlatılanlar karşısında şok geçiriyordu adeta. Büyük bir hınçla yerden topladığı taşları dereye fırlatıyor, ne yapacağını kestiremiyordu. Delâl; “onu çok sevdiğini ve bu yüzden bir tek anlatacağım sen vardın” der gibi Metin’e baktı. Metin düşünemiyor, konuşamıyordu! Sanki dünyanın bütün ağırlığı sırtına binmişti… Ve Ali’den hesap sormak istiyordu. Birkaç gün sonraya aynı yerde tekrar buluşmak üzere ayrılmaya karar verdiler ve kalkacakları sırada; “sakın gidip o aşağılık herife bulaşma, sonu kötü bitecek diye korkuyorum” dedi Delâl. Metin araya girerek; “bundan daha kötüsü ne olabilir ki?” gibisinden sinirli bir şekilde cevap verdi.
Delâl konuşmasına devam ederek; “Böyle bir şey olduğunda senin hapse girip beni yalnızlığa atmandan korkuyorum” diyerek sonunu getirebildi. Metin söylenenler karşısında biraz da olsa yumuşamış ve sevdiğine bir nebze olsa da hak vermişti. Sonu kötü bitecek bir şeyde kendisi hapse, Delâl ise “töre”nin alacağı kararla ya evlenecek ya da bunu kabul etmeyip öldürülecekti. Delâl’e; “seni yalnız bırakmayacağım, bunu unutma, seni çok seviyorum” deyip bitirdi. Gerçekten Metin bu sözünü tutabilecek miydi? Delâl ise “rahatlamış” bir şekilde evin yolunu tuttu. Oysa az sonra yaşanacaklardan habersizdi. Anlatılanlara inanan anne ve babası kapının açılıp Delâl’in içeri girmesiyle birlikte babasının küfürler eşliğinde saldırıya uğramasına neden oldu. Delâl’e, canına vuruyordu. Sanki bunu yapan kendisiydi! Sanki tecavüze uğrayan kızı değildi! Delâl’in bu durumu anlaması fazla uzun sürmedi. Babası sürekli; “anlatılanlar doğru mu?”, “Ali’yle yaptıkların doğru mu?” diyerek küfürler eşliğinde vuruyordu.
Kadın yine suçlu bulunmuştu? Delâl durumu ne kadar anlatmaya çalışsa, çabalasa da fayda etmiyordu. Oysa Delâl’in hiçbir “suçu” yoktu. Ama sonu başından belli olan bir “töre” toplantısı yapılacak ve iki seçenek sunulacaktı Delâl’e. Delâl iki gün boyunca bir “suçu”nun olmadığını anlatıyordu annesine. Yaşlı kadın artık inanmıştı, ama yapabilecek bir şeyin olmadığını söylüyordu sürekli. “Töre” toplantısı yapılmış ve karar verilmişti. Delâl ya evlenecekti Ali ile ya da büyük abisi tarafından öldürülecekti. Ali ise Delâl’le evlenmeyi istiyordu, fakat Delâl’in onu sevebileceğini mi düşünüyordu? Bu şekilde “namuslarının” temizleneceğini düşünüyorlardı. Delâl bunu kabullenemiyordu bir türlü.
Haklıydı kabullenmemekte. Sabaha kadar odasında ağladı, intihar etmeyi düşündü ama bunu yapmadı, vazgeçti. Bu bir çözüm olamazdı. Olsa olsa zayıflık olurdu. Yaşadığı coğrafyada “töre” adına kaç cinayetin işlendiğini, kaç genç kızın istemediği biriyle zorla evlendirildiğini düşündü. Bu yüzden “töre”nin almış olduğu bu karara karşı çıkacaktı. Ama nasıl? Aklına sadece Metin’le beraber kaçmak geliyordu. Gerçekten de kaçmak bir şeylere çözüm müydü? Bunun dışında yapacak başka bir şeyi yoktu ve çareyi kaçıp kurtulmakta buldu.
Dört gün geçmişti aradan, Metin’le randevulaştıkları yerde tekrar buluştular. Delâl’in evden çıkması biraz zor olmuştu ama Metin beklemişti. Delâl her şeyi tek tek anlattı. Metin de bu durumu kabullenemiyor ve sevdiğiyle kaçma fikrini o da sahipleniyordu. Ertesi gün aynı yerde akşam buluşmak üzere ayrıldılar. Metin akşama kadar her şeyi hazırlamış olacaktı. Metin’in Antakya’da kalan amcasının oğlunun evine gideceklerdi.
O gün gelip çatmıştı. Delâl evden çıkmadan önce kısa bir mektup yazıp yatağının üstüne bıraktı. Her şeye isyan ediyordu. Yaşananların kendi “suçu” olmadığını defalarca tekrarladı ve sonunda; “Bu zamana kadar her şeye sessiz kaldım. Okuldan aldınız, kadın olduğumdan dolayı. Tecavüze benim sebep olduğuma inandınız ve bu yüzden ‘töre’ denen lanet kararınızı aldınız. Ama ben diğer genç kızlar gibi olmayacağım! Ne sizin töreniz, ne de kararlarınız umurumda değil” diyerek mektubunu bitirmişti.
Metin’le tam saatinde buluştular, önce biraz oturdular. Metin her şeyi anlattı, ardından yola koyuldular. Daha otogara varmadan en büyük abisi “kontrol” için Delâl’in odasına girmiş, yatağın baş ve üzerinde mektubun olduğunu görmüş, o sırada evin geri kalanı da kalkmıştı. Babası adeta deliriyordu; “gidin o kahpeyi bulun getirin, namusumuz iki paralık olacak!” diye bağırıyordu. Abileri birer silah alarak evden çıktılar.
Metin ve Delâl’in hayalini kurmuş oldukları mutluluk artık daha da yakındı. Otogara gelmişlerdi, otobüsün kalkmasına daha beş-on dakika vardı. Her şeyi unutmuştu Delâl. İnsan sevdiğinin yanında gerçekten unutulması zor olan şeyleri de unutabilir miydi? Delâl’in yaşadığı şey unutulmayacak bir olay olsa da bunu unutmadan nasıl bir yaşam sürdürebileceklerdi ki?
Otobüsün kalkış saati gelmişti. Delâl otobüsün basamaklarına adımını atar atmaz abisinin sesi kulaklarında çınladı. Bunu hesap etmemişlerdi belli ki! En küçük abisi İsmet sanki bir suçluyu yakalamıştı. Delâl sırtını döndü, abisi; “Bacım evine dön, beni buna mecbur etme” diyordu. Silahını Delâl’e tutarak otogarda bütün gözler yaşanan olayı sanki bir sinema filmi izler gibi izliyorlardı.
Delâl; “Artık dönüş yok, sevdiğimle gideceğim, benim hiçbir suçum yoktu, geri götürüp o aşağılık herifle evlenmemi isteme. Beni götürmek istiyorsan, ancak öldürerek götürebilirsin, ben gelmiyorum” deyip bitirdi. Metin ise hiçbir şey demiyordu. Ama Delâl ona bakarak ondan bir şeyler söylemesini ister gibi surat ifadelerinde bulunuyordu ve buna da o an o kadar çok ihtiyacı vardı ki, bir ses duyması için can atıyordu. Çünkü onu seviyordu; ama beklediği sesi duymadı, duyamadı. Bu sırada abisi daha da yaklaşmış son kez; “Geri döneceksin, seni götüreceğim” dedi.
Delâl aynı şeyleri tekrarladı ve ayağını kaldırıp atacağı bir basamaklık adım onun için yaşamın durduğu andı. Bedenine toplanan sıcaklık onu bir kuş gibi yere yıktı bir anda. Ve geriye yıllardır ezilmiş, ikinci sınıf insan konumunda olan Delâl’in yerde kalan kanlar içindeki bedeniydi. Gözlerinden süzülen iki damla yaş ise içinde kopan büyük fırtınaların dışa vurumuydu.
Metin’e son kez baktığı biçimdeydi yüzünün son hali. Metin’den beklediği yardımı alamamıştı, beklediği ses namlunun sesi oldu. Delâl’in düşlediği her şey oracıkta bitti. Metin ise; Delâl’in başını dizlerinin üzerine yaslamış ağlıyordu. “Töre” yine “namus” deyip bir genç kızın yaşamına son vermişti. Ve bu son olmayacak, “töre” ve sistemleri var olduğu sürece başka Delâl’lerin ölmesi-öldürülmesi kaçınılmaz olacaktı bu topraklarda…
Bir okur